|
|
|
27 Mayıs ve çocukları |
Rejim ciddi bir rahatsızlık geçiriyor. Söz konusu olan “cumhuriyet” değil, “demokrasi”. Çünkü rejim dendiğinde akla gelen demokrasidir, cumhuriyet devletin şeklidir.
Devletin şekli konusunda kimsenin itirazı yok; ancak rejimi hasta yatağına düşürenler, “cumhuriyetin temel nitelikleri” adını verdikleri bazı kısıtları rejimin önüne dikiyorlar. Bunu 27 Mayıs 1960 askerî ihtilaline borçluyuz. Yakın tarihimizin 7. büyük dönüm noktasıdır 27 Mayıs. İlki 1839 Tanzimat, ikincisi 1856 Islahat, üçüncüsü 1876 l. Meşrutiyet, dördüncüsü 1908 ll. Meşrutiyet, beşincisi Cumhuriyet, altıncısı 1950 DP iktidarı ve yedincisi 27 Mayıs 1960. Dahası var: Sekizincisi 12 Mart 1971, dokuzuncusu 12 Eylül 1980, onuncusu 28 Şubat 1997 postmodern darbe ve on birincisi 27 Nisan 2007 e-muhtıra.
Bunların içinde en yakıcı olanı İttihatçıların yönetime el koydukları 1909 ve 27 Mayıs olayıdır. İttihatçıların darbesi 27 Mayıs’ın babası sayılır. 12 Eylül askerî darbesi tahripkâr olduysa, gücünü ve ruhunu 27 Mayıs’tan almıştır. Hâlâ 27 Mayıs hevesini taşıyanlar var; daha geçen sene üst düzey bir Danıştay görevlisi “27 Mayıs’ın büyük bir coşkuyla yapıldığını” söyleyebilmiştir.
27 Mayıs, siyasal rejim piramidini tepesi üzerine dikme teşebbüsüdür. Bu teşebbüse girişildiği günden beri hiçbir şey normal gitmiyor, devamlı olarak “olağanüstü hal” yaşıyoruz, toplumun büyük çoğunluğu zan altında, din ve vicdan özgürlüğünü, kültürel kimlik haklarını kullanmak isteyenler potansiyel tehlike olarak takdim ediliyorlar. 1950’deki demokrasiye geçiş, rejimi normalleştirme sürecini başlatma şansını vermişken, 27 Mayıs, “askerî vesayeti” geri getirdi; bununla da yetinmedi 1924 Anayasası’nın ruhunu zedeleyerek, halkın egemenliğini yetkili organlarla paylaşılabilir hale getirdi; askerleri, yargıyı, üniversiteyi, Meclis gibi egemenliğin kullanımında ortak etti. AK Parti’nin 2003 ve 2004 reform süreçlerinde ilk yapması gereken, siyasal rejimi tabanı üzerine oturtmak olmalıydı; bunu aklından bile geçirmedi.
Rejim piramidini tabanı üzerine oturtmanın yolu, rejimi normalleştirmekten geçer. Tekparti heveslileri, “rejimin devamlı bir biçimde tehdit altında olduğunu” iddia ediyorlar. Rejim tehdit altındaysa, bunun manası devamlı teyakkuz halinde olmak gerekir. Bu, Marksizm’deki “sürekli devrim” fikrinin bir izdüşümüdür. Rejim sürekli tehdit altında, onu iç ve dış -ama özellikle iç- düşmanlara karşı korumaktan başka çare yoktur. Bunun için de her türlü hukuki değer ve ideal rafa kaldırılabilir.
Dahası var: 27 Mayıs, Batı’dan başlamak üzere bütün dünyaya yayılan “demokratik rejim geleneği”nin Türkiye’de yerleşmemesinin en önemli, belki de tek müsebbibidir. Aslında yakından bakıldığında, 20. yüzyılın ilk yarısında demokrasiler Batı ülkelerinde de çok yaygın değildi; hakim rejim biçimleri faşizm, nazizm ve komünizmdi. Bizdeki ilk cumhuriyetçi nesillerin bıyıklarına bakın, Hitler-badem bıyığı. Mussolini, Hitler, Salazar, Franko, Lenin ve Stalin asrın ilk yarısının revaçta liderleriydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle Amerika’nın desteğinde faşizmin ve nazizmin ağır yenilgisinden sonra demokratik ülkelerin sayısında artış oldu, çoğu Kıta Avrupası ülkesi de cumhuriyet değil, monarşik demokrasi modelini benimsedi veya kendi monarşik geleneklerini demokratik bir mecraya dökme başarısını gösterdi.
Türkiye’nin 1950’de demokrasiye geçmesi geç kalınmış sayılmaz. Birçok Avrupa ülkesiyle eşzamanlı olarak bu önemli reformu gerçekleştirmiş oldu. Sorun şu ki, Avrupa’da demokrasiler ve siyasi partiler gelenekselleşirken, Türkiye’de bu süreç 27 Mayıs askerî darbesiyle kesintiye uğradı, demokratik gelenek kurulmasına izin verilmedi. Bu yüzden 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan hakikatte 27 Mayıs ihtilalinin çocuklarıdır. Dediğimiz gibi, 27 Mayıs’ın babası da İttihatçı darbedir. İşte bizde süren gerilim, aslında “İttihatçı-27 Mayısçı darbeci” gelenek ile, “sivil katılımı ve demokratik” geleneği kurmak isteyenler arasında sürmektedir.
Zaman, 2.6.2008
|
Ali BULAÇ
03.06.2008
|
|
|
Eğitim şart |
İmdi, faşistler Milli Şef’in demokrasiye geçmekte acele ettiğini, halkın bir süre daha eğitilmesi gerektiğini söyleyip dururlar ya...
Bunu 1945 yılında Recep Peker söylemiş, buna 2005 yılında da Özdemir İnce sahip çıkmıştır. (Özdemir, cep telefonu kullanmasını biliyor musun? No’ya basarsan kapanıyor,Yes’e basarsan açılıyormuş. Biliyorsan Önder’e de öğret, çünkü eğitim şarttır.) Halk iyice eğitilmediği için 1950 yılında Demokrat Parti’yi seçmiş ve böylece karşıdevrim başlamıştır. Eğitilse, CHP’ye verecekti yani... Neyse ki yoldan çıkan halk 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında yola sokulmuş ama 2002 ve 2007 yıllarında gene saçmalamıştır! Eğitim büyük ölçüde Köy Enstitüleri eliyle verilecekti.
Gerçi köylüye Enstitü’nün yolunu yapma, binasını dikme, masrafını karşılama gibi birtakım angaryalar getirilmişti ama eğitim uğruna olurdu o kadarcık...
Enstitü’yü bitiren köylü gene orada bu kez “eğitmen” olarak kalacak, asla büyük şehirlere gidip kalabalık da etmeyecekti.
Sanayiye işçi lazım değildi çünkü sanayi zaten yoktu. Kurulması da düşünülmüyordu. Ekonomik gelişme değil eğitimdi şart olan. Öte yandan, ilkokulda Yavrukurt yazılan, lisede 19 Mayıs hareketleri yapan şehirli gençlik, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı yüksek liseler, yani üniversitelerde de eğitilecekti. Onlar da oylarını eşek değillerse CHP’ye vereceklerdi.
Fakat eğitim yapılmadan çok partili sisteme geçildi. Eğitimsiz halk da gitti gitti oyunu karşıdevrimcilere verdi.
Kaldı ki, dağdaki çobanla podyumdaki mankenin oylarının eşit olması da büyük bir sorun yaratıyordu, fakat çobana bir oy, mankene dört oy yazılamıyordu.
O zaman da, bazı CHP ilerigidenlerinin (pardon, ilerigelenlerinin), örneğin Onur Öymen’in veciz bir şekilde belirttiği gibi, “halkın niçin ‘bunlara’ oy verdiğini” anlayamıyorduk! Fakat benim bu meselede öteden beri kafamı kurcalayan şudur:
Eğitim almış seçmenin kafadan CHP’ye oy vereceğinin garantisi nedir?
Öyle ya, eğitim şart demekle, eğitim görenin oyunu “seninkilere” vereceğini varsayıyorsun. Yoksa eğitimden, beyin yıkamayı mı anlıyorsun? Ona eğitim denmez. Beyin yıkamayacaksan, her eğitilenin seni tutacağını nereden çıkarıyorsun? Yoksa diğer partilere oy veren milyonlarca kişi zır cahil mi? Menderes’in aldığı hukuk diplomasını veren, Demirel’i inşaat, Özal’ı elektrik mühendisi yapan sen değil miydin yahu?
Hadi Gül’ü, Erdoğan’ı falan sayma, “alt tarafı” iktisat okumuşlar. (Gül bir de utanmadan doçent bile olmuş.)... İktisat bizim neyimize? Milli Şef iktisat bilir miydi? Lenin’in matematik bilmediği gibi o da iktisat bilmezdi. “Enflasyon” kelimesini bile ilk kez başbakan olduktan sonra duyduğunu itiraf etmişti. Demek ki gerek yokmuş...
Haa, pardon, eğitim dediğin “Sümeroloji” falan olur. Ya da mandolinle Mozart çalmak... Ama köyden çıkmadan...
Eğitim şart... Şart tabii... Onu, kaçak patates cipsi yapıp satarken yakalanan “doktor” ünvanlı sahtekâr bile söylüyor, hani reklamlarda Cem Yılmaz oynuyordu...
Sabah, 2.6.2008
|
Engin ARDIÇ
03.06.2008
|
|
|
Din özgürlüğü |
En azından hayatlarında dine önemli bir yer ayırmak isteyen insanların Türkiye’de baskı hissetmek olmasa bile kendilerini bazı açılardan rahatsız hissettikleri ortada.
Bunun nedenlerini düşünmek zorundayız. Özgürlükçü, demokratik bir ülke isteyenler ve liberal düşünceye inananlar konuyu en fazla düşünenler olmalı. Hayatlarında dine önemli bir yer ayırmayanlar daha da çok düşünüp konuyu tartışmalı. Çünkü o tür sorunlar sadece sorunların direkt muhatabı tarafından çözüme uğratılamaz. Konuyla yakından uzaktan ilgisi yokmuş gibi gözükenler de konuyla ilgili fikirlerini formüle edip tartışmaya katılmalılar.
Kendisini liberal-sol görüşlere yakın hisseden bir insanın “Türkiye’de dine hayatında önemli bir yer vermeye çalışan insanlar açısından hiçbir sorun yoktur” demesi zordur.
Tabii ki kimseye camiye gitme, oruç tutma filan denmiyor ama bunları sayıp da ‘görüyor musunuz, hiçbir sorun yoktur’ demek de bir anlam taşımıyor.
Konuşmadan önce herkes iyice düşünmeli.
Bu ülkenin Başbakanı, Meclis’e başı örtülü bir milletvekili sokuldu diye kürsüye çıkıp ‘Çıkarın bu kadını buradan’ diye bas bas bağırmadı mı? Evet bağırdı ve kimse bu lafların memlekette başı bağlı olarak, sessizce yaşamakta olan kadınlar üzerinde ne tür etki yapacağını düşünmedi. Bizce o an, Türkiye’de sosyal demokrasinin gerçekten bittiği andı.
Bitme sürecinde ikinci an da Önder Sav’ın hacca gitmek isteyen yaşlı birine yaptığı olağanüstü duyarsız ve ayıp konuşmasıdır. Sosyal demokratlar inanış meselesine tutarlı ve saygılı bir yaklaşım geliştiremezlerse var olamayacaklar. Aslında Deniz Baykal bunu iyi biliyor. Bir zamanlar ‘Anadolu solu’ kavramını bu yönde bir formülasyona varmak için ortaya atmıştı ama sonunu maalesef getiremedi.
Sonra yine yakın tarihimizi düşünelim. Bu ülkenin üniversitelerinin bazılarında başı örtülü olarak üniversiteye gelen kızların kıyafet değiştirmeleri için kapılara ‘İkna odası’ adında utanç verici bir yer yapılmadı mı?
Açıkça söyleyeyim; o konudaki fotoğrafları gördüğümde benim aklıma Gestapo uygulamaları gelmişti.
Ne yani, tercih özgürlüğümüz nedeniyle kendi hayatımızda dini kurallara uyuma yer vermiyoruz diye bütün bunları da görmezden mi geleceğiz? En azından ben böyle bir ahlaksızlığı yapamam. Kimse de yaptıramaz bunu bana. Gerçek neyse ondan korkmam ve görüp yazarım. Çünkü bakmayı bilirim. Bütün bunların ışığı altında bence Ali Babacan yanlış anlaşıldı. O da bulunduğu ortamın gaza getirmesinden olacak, ‘baskı’ gibi güçlü bir ifadeyle benim anlatmaya çalıştığım konuyu gündeme getirmeye çalışıyordu.
Başbakan da kendisine destek veren açıklamaları o nedenle yaptı. Dolayısıyla hemen kızıp saldırıya geçmek yerine, bu açıklamaları kendimize çeki düzen vermek için bir vesile olarak kabul etsek iyi olur diye düşünüyorum.
Akşam, 2.6.2008
|
Serdar TURGUT
03.06.2008
|
|
|
Günde üç saat uyku |
Malum, zinde kalmak için günde ortalama 8 saat uyumamız tavsiye ediliyor.
Bu, günün 3’te 1’ine eşit...
Yani 60 yıllık bir ömrün 20’sini uykuda geçiriyoruz. Bu hesapta, insan daha az uykuya alışınca hayat sayacına kontür yüklemiş gibi hissediyor.
Ama uyumama inadının, her daim uyurgezer insanlar yaratma ihtimali de var. Çünkü uykusuzluk, uykuya alışmış vücudun bağışıklık sistemini çökertiyor. Tam da öğleden sonra kestirmesiyle beynimi 8 yerine 6 saatlik uykuya alıştırma mücadelesi verirken birden 3 saat uykuyla yaşayan bir insanla karşılaştım önceki hafta...
Fransız Cumhurbaşkanı’nın danışmanı, 50 kitabın yazarı Jacques Attali, Berlin’de dinlediğim konferansında günde sadece 3 saat uyuduğunu söyledi.
“Nasıl başardınız?” diye sorduk:
“Ölünce hep uyuyacağız n’asolsa” tadında bir cevap verdi:
“İkinci bir ömrüm olacak mı bilmiyorum. Onun için uykuda fazla vakit geçirmiyorum. Günde 3 saatten fazlasına ihtiyacım olmuyor.”
* * *
“Uyku tarihi”, onu yenen dehaların zafer öyküleriyle dolu...
Çoğu zafer, tanıdık bir yöntemle kazanılmış:
“Böl ve yönet!”
Uyku, yekpare bir blok olmaktan çıkarılıp parçalara bölünüyor ve güne dağıtılıyor.
Örneğin Leonardo da Vinci her 4 saatte bir yarım saat kestirirmiş. Yarım saatin sonunda kendiliğinden uyanır ve yine 4 saat çalışırmış. Böylece günde 3 saatlik uykuyla yaşarmış.
Thomas Edison bu yöntemi her 3 saatte bir 15 dakika olarak uygulamış ve toplam uyku süresini 2 saate indirmiş.
Winston Churchill, Napoleon gibi devlet adamları da bu yöntemle uykuyu azaltmışlar.
* * *
Bir başka yöntemi ise tam bir “uyku kaçkını” olan Nuri Çolakoğlu’ndan öğrenmiştim.
O, her gece 23.00’te yatıyor, 4 saat uyuyup 03.00’te kalkıyor. Dün arayıp bunun sırrını sordum:
“12 yaşımdan beri böyle bu düzen” dedi:
“Gece verimli değilimdir. Ama sabah 3’te kalkar kalkmaz makinenin başına otururum.”
Hatırlıyorum, birlikte çalıştığımız bir dönem, akşamları erken uyku basmaya başladığında, uykusunu her gün 5’er dakika erteleyerek vücudunu eski düzene döndürmüştü.
Leeds Üniversitesi’nin “Uykuyu her gün 5 dakika azalt” yöntemiyle 4 saatlik sağlıklı bir uyku düzeni sağlanabileceğini kanıtladığını da ondan öğrendim.
Milliyet, 2.6.2008
|
Can DÜNDAR
03.06.2008
|
|
|
|