|
|
|
Egemenlik mi kutsal,yaşama hakkı mı? |
Bir rejim ya da bir hükümet göz göre göre halkını ölüme sürüklerse, uluslararası topluluğun müdahale hakkı olur mu, olmaz mı?
Başta Birleşmiş Milletler (BM) uzmanları olmak üzere dünya hukukçuları bu soruya yanıt arıyor.
Nedeni: Myanmar’ı (Eski adları Birmanya ve Burma) 45 küsur yıldır yöneten askeri cuntanın 3 Mayıs’taki kasırga felaketinden sonra sınırlarını kapatması ve yardıma koşanlara “Egemenlik” hakkını gerekçe göstererek giriş izini vermemesi.
“Egemenlik” kavramını 1529-1596 yılları arasında yaşayan Fransız siyaset kuramcısı ve düşünürü Jean Bodin’e borçluyuz. Montaigne ve Nostradamus’un çağcılı olan Bodin, egemenliği “Bir devletin mutlak ve sürekli gücü” diye tanımlamıştı.
Gerçi BM’den DTÖ’ye, AB’den NATO’ya kadar onlarca uluslararası örgütün yetkileri nedeniyle ülkelerin veya rejimlerin egemenliği bir ölçüde sınırlandırılmış olsa da, Bodin’in tanımı günümüzde de geçerliliğini koruyor. İki tarafı keskin bıçak olması yüzünden. Bir ülkeye müdahalenin ileride yanlış ve tehlikeli yorumlara kaynak yaratabilecek bir emsal oluşturması korkusuyla.
Yeryüzündeki düzenin bir numaralı söz sahibi olduğu kabul edilen BM Genel Kurulu, 8 Aralık 1988’de 43-131 sayılı karar tasarısını oybirliğiyle kabul etti. Karar, büyük kayıplara yol açan doğal felaketlerde ve ona benzer olağanüstü durumlarda “İnsani müdahale hakkı”nı meşrulaştırdı. Günümüzde Fransa Dışişleri Bakanlığı’nı yürüten, o tarihte Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’nün başkanı olan Bernard Kouchner’in girişimiyle alınan karar, bir gün önce, 7 Aralık 1988’de Ermenistan’ı vuran büyük depreme dayandırıldı. O karar sayesinde başta Kızılhaç olmak üzere uluslararası yardım kuruluşlarının görevlileri vize zorunluluğuna aldırmadan Sovyetler Birliği’ne girdiler ve Ermenistan’a ulaşabildiler.
FELÂKET İÇİNDE FELÂKET
Yine BM Genel Kurulu 2001’de “Koruma sorumluluğu” adıyla bir tasarıyı kabul etti. Kanada’nın girişimiyle hazırlanan tasarı, “Soykırım, savaş suçu, etnik temizlik ve insanlık suçu” durumlarında uluslararası topluluğun müdahalesine meşruiyet zemini sağlıyordu. Ama karar yalnızca insanoğlundan kaynaklanan vahşete karşı müdahaleye cevaz veriyordu.
2005 Eylül’ündeki Genel Kurul’da benimsenen ve “R2P” (Responsibility to Protect” diye anılan tasarıyla “Bir devlet halkını soykırıma, savaş suçuna, etnik temizliğe ve insanlık suçuna karşı korumakla yükümlüdür. Bu sorumluluğun gereğini yerine getiremiyorsa, uluslararası topluluğun müdahale hakkı vardır” kararlılığını pekiştirdi.
Ancak bu hukuki meşruiyet zeminine rağmen Birmanya’daki trajediye ne BM müdahale edebiliyor, ne özel temsilcisini oralara gönderen AB, ne de diğer uluslararası kurumlar. Çünkü kararda yalnızca “Beşeri suçlar” dan söz ediliyor.
Oysa Myanmar’da doğal felaket sonrası insanın neden olduğu daha büyük bir felaket yaşanıyor. 3 Mayıs’taki kasırganın bilançosu her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Ölü sayısı 78 bini, kayıplar ise 56 bini geçti. Bu sadece bir hafta önceki bilançoya göre, gerek ölü, gerekse kayıp sayısının ikiye katlanması anlamına geliyor. Ve en azından ölülerin ve kayıpların yarısının kurtarma çalışmalarının engellenmesinden kaynaklandığı gerçeğini gözümüzün içine sokuyor.
Ama Myanmar cuntasının başı General Than Shwe, “Başkenti Rangun’dan Naypyidaw’ye taşımamı söyleyen falcıların sözünü dinlemekle ne kadar akıllılık etmişim” diye övünüyor.
Myanmar ordusu, ülkedeki felaket bölgesine ulaşılmasını engellemek için yolları kesiyor. Gönderilen yardımlara el koyuyor.
Ve her gün binlerce kişi açlıktan, susuzluktan, gönderilen yardımlara ulaşamamaktan can veriyor.
Ve Myanmar cuntası 21’inci yüzyılda göz göre göre insanlık suçu işliyor. Egemenlik adına “Yurttaşlarını öldürme hakkı”nı alabildiğine kullanıyor. Bilançoyu düşürebilmek için, dalgaların kurbanların denize sürüklemesinden medet umuyor.
Egemenlik mi daha kutsal, yoksa insanların yaşam hakkı mı? Bir başka deyişle, egemenlik adına insanların ölümüne dünya seyirci mi kalmalı? Bizim yanıtımız, hayır. Çünkü egemenlik kavramını hukuka armağan eden Jean Bodin, “İnsandan başka zenginlik yoktur” demişti.
Sabah, 19.5.2008
|
Erdal Şafak
20.05.2008
|
|
|
Sağ iktidarlar sadece okul, yol, köprü mü yapabilir? |
Merkez/muhafazakâr sağ iktidarların Türkiye’nin kalkınma tarihinde bırakabildikleri en önemli izlerden birisi, belki de en önemlisi ülkenin dört bir yanına ulaştırmaya çalıştıkları bayındırlık yatırımlarıdır. Bayındırlık yatırımları denince akla; yol, köprü, baraj, okul, konut, sulama kanalları, elektrik, doğalgaz, su ve telefon ve bunlara ait altyapı/üstyapı tesisleri gelmekte.
Cumhuriyetin ilânını takiben, bayındırlık yatırımlarını hızlandırmak savaştan yeni çıkmış bir ülkenin yeniden imar edilmesi için temel zorunluluk haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı şartları, bayındırlık hizmetlerini bir miktar sekteye uğratmış olsa da, 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti ile kalkınma hamlesi yeniden canlılık kazanmıştır. Demokrat Parti döneminde önce Karayolları Genel Müdürlüğü, daha sonra ise Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Özel sektörün güçlü olmadığı o dönemlerde Anadolu’nun dört bir yanında kamuya ait dev fabrikalar inşa edilmiş ve faaliyete açılmıştır. 80’li yıllara gelindiğinde Türkiye, yine merkez sağ siyaseti temsil eden ANAP iktidarı ve Turgut Özal’la tanışmış, bu dönemde de birçok altyapı projesi hayata geçirilmiştir. 2000’li yıllara bakıldığında; AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan döneminde de Türkiye yine Özal ve Menderes dönemini anımsatan bayındırlık ve altyapı yatırımları ile tanışmıştır. Duble yolların inşa edilmesi, yeni okul ve hastane binalarının yapılması, irili ufaklı barajların hizmete açılması, köprü, elektrik, telefon gibi hizmetlerin Köydes ve Beldes gibi projelerle ülkenin ücra köşelerine kadar ulaştırılması muhafazakâr demokrat bir iktidar döneminde gerçekleştirilmiştir.
Görüldüğü gibi merkez sağ iktidarlar bayındırlık politikaları konusunda oldukça güçlü adımlar atmışlardır. Bütün bunlar ülkenin imarı ve bayındırlığı açısından gerekli projeler ve yatırımlardır. Ancak bütün bunlar hafızamızda tazeliğini korurken öbür yandan “siyaset kurumunun ana işlevlerinin sorgulanması” bakımından cevaplanması gereken bazı sorular vardır. Siyasetin ana amaçlarından bir tanesi ülkenin fiziki altyapısının güçlendirilmesini sağlayacak politikaları uygulamak ise diğer önemli amaçlar silsilesi de, ‘bireylerin devlet ve siyasal rejim karşısında çıkarlarını kollamak’, ‘demokrasi ve özgürlükleri garanti altına almak, demokrasiyi çağdaş standartlara ulaştırmak’tır. Bu anlamda siyaset kurumunun başarı sınırları neden bayındırlık işleri ile sınırlı kalabilmekte, demokratik hukuk devleti anlayışını yerleştirmek, din-vicdan özgürlüğünün ve fikir özgürlüğünün önünü açmak, toplumsal değerleri yüceltmek ve korumak bu siyasal başarı alanının sınırları dışında kalmaktadır?
DEMOKRATİKLEŞME BEKLENTİLERİ DE
KARŞILANMALI
Bugüne geldiğimizde; AK Parti tarafından yeni anayasa çalışmaları sürdürülürken, bu girişim bir şekilde gündemden düşürüldü/düştü. Başörtüsünü üniversitelerde özgürleştirecek yasal düzenlemeler bir taraftan yapılırken, öte yandan işin uygulama kısmında bulunan yetkili bürokratlar eski uygulamalara devam ettiler. Adalet ve Kalkınma Partisi, kendisi hakkında açılan kapatma davası karşısında siyasi parti kapatmayı zorlaştıracak meşru hukuki girişimlerde bulunmadı, bulunamadı. AB sürecinde oluşan demokratikleşme beklentileri siyaset kurumu tarafından yeterince karşılanamadı. Bu temel tespitlerden sonra akla ilk gelen soru şu oluyor? Siyasal sistemin demokratikleştirilmesini istemeyen, kendilerini iktidarın gerçek sahibi olarak tanımlayan birtakım çevreler mi Türkiye’nin demokratikleşme reformuna takoz oluyorlar, yoksa seçimle işbaşı yapan iktidarlar kendilerini yeterince muktedir göremedikleri için mi siyasal sistemin reforma muhtaç kısımları ile üzerinde oynamalar düzeltmeler yapmaktan kaçınıyorlar?
Türkiye’de hükümetler anayasal reform, hak ve özgürlükler, din ve vicdan özgürlüğü gibi hassas konularda reformist adımlar atamıyorlar. Seçilmiş hükümetlerle, sistemin ağırlık merkezinde oturan güçlerin iktidar kavgası neticesinde cumhuriyet hükümetlerinin siyasal sistem ve anayasal düzenin çağdaş standartlara yükseltilmesine ilişkin girişimlerinin başarısız kaldığını görüyoruz. Bazı siyasetçiler ise muhtemelen gerginlik üreten taraf olmamak adına reforma tabi alanlar üzerinde siyaset üretmek ve üretilen siyaseti yasama organı eliyle pratiğe dökmekten imtina edebiliyorlar. Seçilmiş hükümetler değişimci dinamizmi harekete geçirecek siyaset araçlarını kullanamıyor. Siyasetin ana amaçlarından birisi demokratik bir ülkede, hak ve özgürlüklerini meşru zeminde kullanabilen insanlardan müteşekkil bir toplumun ve bireyin önünü açmak ise siyasetçi konjonktürel davranmaktan uzak durmalı, atanmışlar da bu ülkenin geleceğini ipotek altına aldıracak çağdışı tutumlardan vazgeçmelidirler. Seçilmiş iktidarlar biraz daha cesur davranarak çağdışı bir anayasadan, adaletsizliğinden yakınılan seçim sisteminden, siyasete olağandışı müdahaleleri meşru sayan kanun devleti anlayışından kurtulmanın yollarını aramalıdırlar. Zira sadece bayındırlığa yatırım yapmak bizi daha özgürlükçü daha demokratik daha şeffaf bir yönetim anlayışına taşıyamayacaktır. Türkiye bu makus talihi yenmeli, bu kör döngüden kurtulmalıdır.
Zaman, 19.5.2008
|
Akif ÇARKÇI
20.05.2008
|
|
|
Sieg heil! |
Bugün 19 Mayıs, neşe doluyor insan, falan filan... (Yok yahu, o başka bir bayramın sloganıydı.)
Gazetelerde uzun uzun okursunuz, Samsun’da neler olmuş. Biz elli yıldır okuduğumuz için artık çekici gelmiyor. Çünkü ezberledik.
Gençlik bayramı aynı zamanda spor bayramı olduğundan (“Atatürk’ü anma” adı sonradan, 12 Eylül cuntası döneminde eklendi), spor gösterileri yapılacak.
Bunlar spor gösterisi falan değildirler. Hani liselerarası müsabakalar, turnuvalar falan düzenlense vallahi gideyim seyredeyim...
Bunlar, birtakım “stadyum ayinleridir” . Ünlü Alman ve de Nazi bayan yönetmen Leni Riefensthal’ın kemikleri çınlasın... Otuzlu yıllarda bunlardan film yapardı.
Kızlar çemberler ve şeritlerle, oğlanlar sopalarla birtakım birörnek hareketler yapacaklar. Piramit miramit de kurulacak (çadır tiyatrolarında piramidin en üstündeki kişi göğsünden bayrak da çıkarır)... Yanaşık düzen yürünecek, “hiza-mesafe” alınacak, kapı kanadı gibi dönülecek, uygun adım gidilecek...
Futbol, basketbol, voleybol, koşu, yüzme, boks, güreş, cirit, gülle, disk... Yok!
Bugün, sanırım Küba ve Kuzey Kore dışında, hiçbir ülkede böyle birtakım gösteriler de yok!
(...)
Bu tür gösteriler, faşist ve komünist ülkelerde vardı... Yani Mussolini İtalyası, Hitler Almanyası ve Stalin Rusyası... Biz onlardan aldık.
Mussolini bunları tahta tüfekle yaptırırdı, biz sopa kullandık.
İtalyan gençleri bir de “eia, eia, eia” diye bağırırlardı, Latince “yaşasın” gibilerden bir laftır. Alman çocuklarını da “Sieg heil” diye bağırtıyorlardı, “zafere selam” gibilerden bir laf.
Biz o kadar ileri gitmedik, “varlığım Türk varlığına armağan olsun” dedirttik bıraktık. Fakat şu gösterileri de aldık ve bir türlü bırakamadık. Tıpkı, Mussolini’nin “figlio della lupa”, yani “dişi kurdun oğlu” örgütünü birebir kopya edip bir de “yavrukurt” örgütü kurduğumuz gibi... Beyin yıkama liseye bırakılmıyor, daha ilkokulda devreye giriyordu.
Nereden mi biliyorum? Tam beş yıl ben de yavrukurtluk yaptım da ondan! (Yanlış olmasın, yoksa üçüncü sınıftan mı başlıyordu?)
Nereden mi biliyorum? Tam kırk bir yıl önce, 19 Mayıs 1967 gösterilerine ben de katıldım da, oradan.
Bunlar, “totaliter” rejimlerin gençlik gösterileridir.
Biz totaliter değil “otoriter” olduğumuz için onları azıcık sulandırdık tabii.
Fakat yıllar geçtikçe tadı kaçtığı, çocuklar cıvıdığı için de sonra tuttuk, daha görkemli, daha göz alıcı, daha bir “robot gibi” olmalarını, emir ve komutayla daha bir düğmeye basılmış gibi davranmalarını sağlamak amacıyla, yabancı uzman ge-tirdik...
Nereden getirdik, biliyor musunuz? Komünist Bulgaristan’dan!
Demokrasiye geçtik, daha doğrusu geçer gibi yaptık ama gençlik ve spor bayramında gençlere gerçekten spor yaptırmaya geçemedik.
Uzun boşlukları doldurmak için “adeta bir çiçek gibi açıldılar” lafını yirmi sekiz kere tekrarlayacak olan TRT spikerini dinlerken, bunları da bir düşününüz.
Sabah, 19.5.2008
|
Engin ARDIÇ
20.05.2008
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|