|
|
|
Dinin sadece Türkiye’de değil, dünyada yükselişi |
Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey diplomatlarından biriyle yaptığı evliliği nasıl gidiyor bilmiyorum ama, CNN’nin dünya çapındaki muhabiri Christiane Amanpour’un geçtiğimiz aylarda yayına soktuğu “Din dosyası” isimli araştırma haber dizisi müthiş görsel efektlerle süslenmiş çok başarılı bir televizyon gazeteciliği örneğiydi...
Dünyada “din” olgusunun acayip bir yükselişe geçtiğini kanıtlıyor Christiane Amanpour... Sadece Müslüman ülkelerde değil...
Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde...
***
Üniversitelerde Hıristiyan muhafazakâr yaşam biçimini benimseyen kampüslerde yaşayan öğrencilerle yaptığı söyleşiler, hocaları, dekanları ve rektörlerinin Amanpour’a söyledikleri “din” olgusunun bütün dünyada neden hızla yükselişe geçiğini gösteriyor...
Dini değerler yükselişte...
İster Hıristiyan, ister Müslüman, ister Musevi dünyada...
***
Çünkü çağımız, korkunç bir iletişim teknolojisinin ortasında, tamamen iletişimsiz kalmış bireylerden oluşmakta...
Varolan tüm manevi değerler, aile, eş, arkadaş, sevgili, paylaşım, dayanışma, ulus, gibi kavramlar müthiş bir erozyona uğramakta...
İnsanlar yalnızlar...
İnsanlar kimseler tarafından anlaşılmıyorlar... İnsanlara birileri artık sevgiyle yaklaşmıyorlar... Kendilerine sevgiyle yaklaşılmayan insanlar başkalarına karşı sevgisiz kalıyorlar...
***
Amanpour’un röportaj serisinde insanlardaki bu hayal kırıklığı her yönüyle görülüyor...
Hıristiyan muhafazakâr yaşam biçimini benimseyen Amerikan pilot üniversitede, tüm öğrenciler ve hocalar ağız birliği etmişcesine, “Yıkılan ve kaybolan değerlerden, yalnızlaşan ve meta haline gelen, aidiyet duygusunu yetirmiş insan ilişkilerinden” söz ediyorlar...
Dini değerlere, inançlara ve yaşam biçimlerine sarılıyorlar...
Din bir ilaç gibi, yalnızlaştırılmış, çaresizleştirilmiş, yıkılmış hayatları tedavi ediyor...
İnsanoğluna duygusal ve manevi bir destek sağlıyor... En önemlisi de insanın içinde “gittikçe yozlaşan ilişkiler karşısında bir umut ve hala güzel kalabilecek bir dünya vaadediyor...”
(...)
Yalnızlaşan bireylerin, öksüzleştirilen ruhlarının serseri mayın gibi ortalıkta dolaştığı, herkesin bir aidiyet, bir manevi destek, bir rol model, bir örnek aradığı, bir dünya artık Müslümanların da dünyası...
En temel tutkal görevini gören aile gittikçe parçalanmakta, duygusal anatomisini kaybetmekte, bir aidiyetin sağladığı manevi gücü kaybetmekte...
Cinsel devrim, kadın erkek ilişkilerindeki sonsuz özgürlükler, bu özgürlüklerden arta kalan sınırsız yabancılaşmalar, sevgisiz, ilgisiz ve desteksiz bireyler,yeni dünyanın yeni figürleridir... Bunlara karşın “dinin yükselişi” kaçınılmaz ve anlaşalabilirdir...
Hele muhafazakarlığı en derinden yaşayan İslam dünyasında, bu trendlere ve yaşam biçimine karşı oluşacak reaksiyon, Müslüman dünyayı daha derinden ve kapsamlı biçimde etkileyecektir...
***
Bunlara basit olarak “irtica mı hortluyor” biçiminde yaklaşmak sosyolojik bir bakışı açısı değil, olsa olsa yavan ve banal bir zevzekliktir...
Vatan, 18.5.2008
|
Reha MUHTAR
19.05.2008
|
|
|
AKP’de iç huzursuzluğu |
AKP’nin yönetim kadrolarının iç huzurunun hayli yüksek olacağını ve bu nedenle de ülke yönetiminde soğukkanlı kararlar almayı başaracaklarını düşünürdüm.
Ancak görmekteyim ki; bu kadrolarda iç huzuru hızla erozyona uğramakta.
Oysa ben her zaman dini inanışın insana hayli sağlam iç huzuru sağlayacağını düşünmüşümdür. Dindar olduklarını her fırsatta gösteren bu insanların iç huzuru neden kaybolmaya başladı? Bunun üzerinde düşünüp belki de bu tatsız durumdan çıkış yolunu birlikte arayıp, onlara dostça yardımcı olmaya çalışmalıyız.
Çünkü onların iç huzurundaki azalma sadece kendilerine değil ülkeye de zarar veriyor. Huzur azaldıkça hırçınlaşıyorlar, sakin kararlar veremiyor, yanlış adımları kolayca atabiliyorlar. ‘İktidar kadrosundaki iç huzur düzeyi neden azalmaya başlamış olabilir?’ diye sorunca benim aklıma birkaç neden geliyor:
1- İktidar kendi gücünü kuvvetlendirmek için attığı bazı adımların aslında yanlış olduğunu biliyor ama bir tür güç sarhoşluğu içinde olduklarından, yanlış olduğunu bildikleri adımları da atmaktan geri duramıyorlar.
1a- Buna birkaç örnek vermek mümkün: İktidar kendinden önceki iktidarlar gibi kendi işadamlarını yaratma sürecine girdi. Ancak şimdikilerin farkı, hayli hızlı yükselmeleri ve birden çoğalmış olmaları.
Hız böyle olunca, kalite ve iş yapma gücü açısından hak edenlerin yanı sıra hak etmeyenlerin de yükselmesi ve ortaya çıkmaları kaçınılmazdı. Nitekim böyle de oldu. İktidarın yönetici kadrosunun yanına yaklaşan yeni işadamlarına bir bakın, görünüm ve davranış açısından bir fabrikada çırak olmasına bile tuhaf bakabileceğiniz insanlar bazıları. Arada geldiği yeri hak edenler de var tabii ki. Ama hak etmeden hızlı yükselmiş olanlar hem partiye yük olmaya başladılar hem de partinin imajına zarar veriyorlar artık. Şu aşamadan sonra belki yapacak fazla bir şey yoktur. Kendi elinizle var etmeye başladığınız bir insanı aynı şekilde yanınızdan uzaklaştıramazsınız. Aslında bu işadamı yaratma süreci çok daha kontrollü ve seçici davranılarak, daha yavaş gerçekleştirebilirdi. İşte belki o zaman AKP kendi burjuvazisini yaratmış olabilirdi. Şimdikilerin çoğunluğu ise lümpen burjuvazi konumunda maalesef. Bunlar hem partiyi hem de Türkiye’nin imajını aşağıya çekiyor.
2- Bugünün iktidarı güçlü (yani paralı) insanlarla ilişki kurmayı çok seviyor. Bu tavrında belki eski iktidar partilerinden farkı da pek yoktur ve belki de iktidar partileri var olabilmek için bunu yapmaya zorunlu olabilir. Ama her şeyin bir ölçüsü, sınırı olmalı. Maalesef bu iktidarda ölçüler kaçırılmış durumda.
Dikkat çekiyorum, rüşvet gibi bir şeyden bahsetmiyorum burada, kişisel dostluk bazında kurulmuş olan yardımlaşmalardan bahsediyorum.
İktidar, yaratmasına yol açtığı yeni paralı insanlardan yardımlar kabul etmeye başladığı zaman hem kendinin hem de toplumun iç huzuru bozulabilir. Bu çok doğal. Ayrıca yeni yaratılan işadamlarının birçoğu yukarıda anlattığım gibi kalitesiz olduklarından, onların güçlü konumdan müdahaleleri iktidardaki kadroya daha ağır geliyordur mutlaka. Bilhassa onlarla kurulan akçeli ilişkiler hatta aileye yardım kadar kişiselleştirilen süreçler, güçlü konumdaki insanların gereksiz yere eziklik hissetmesine yol açabilir.
3- Bugünkü iktidar, bir iktidar partisinin yapmaması gereken en büyük hatayı göz göre göre ve de büyük bir coşkuyla yapıyor nedense. Bırakın Türkiye’yi, dünyaya bakın. Nerede, hangi iktidar, medya kuruluşlarını tamamen kontrol etmeye girişmişse o iktidarın sonu iyi olmamış. Görünen o ki; bugünün iktidarında bu konuda sonsuz bir doyumsuzluk var. Yüzde 10 yetmiyor onlara. Yüzde 50 bile idare etmiyor, yüzde 80 bile sinirlerini tam yatıştırmıyor. Galiba yüzde 100 olsun istiyorlar kontrolü. Bu son oran bir gün tutturulursa ülke yönetimine diktatörlük demekten başka çare de kalmayacak. Şık eleştirilere şık bir şekilde tahammül edebilmenin bir iktidara ne kadar büyük bir asalet vereceğini galiba bu kadrolar hiç düşünemiyor. Kadroların en önemli konumundakiler ne kadar dikkatle kaleme alınırsa alınsın en küçük eleştiriye bile müthiş kızabiliyor. (İç huzursuzluğun bir başka göstergesidir bu). Üstelik kin de tutabiliyorlar.
4- Bugünün iktidarı, bazı hassas konularda gereksiz yere aceleci davrandığının farkında ama kendilerini tutamadan yollarına devam ediyorlar.
Başbakan Erdoğan, seçim gecesi parti balkonundan yaptığı konuşmada sergilediği, toplumun her kesimini kucaklayıcı tavrını sürdürebilseydi, şimdi her şeyin ne kadar da farklı olabileceğini görüyordur mutlaka. Parti kapatma davasından bahsetmiyorum. O detay aslında. Daha önemlisi toplumda bir tedirginliğin oluşmaya başladığını gösteren kamuoyu araştırmaları. Toplumda AKP’ye ve iktidarına yönelik bir güvensizlik görülmeye başladı.
Bu AKP açısından çok daha rahatsızlık verici bir gelişme.
Görüldüğü gibi dindar olduklarından iç huzurlu olması gereken bazı insanların iç huzurlarını hızla kaybeder konuma gelmelerinin tek nedeni de kendileri. Göz göre göre, önlenmesi çok basit olan yanlışlar yaptılar. Çünkü güç sarhoşluğu içindeler ve kendilerini tutamıyorlar. Tüm bu ortama bir de üstüne üstlük eşler arasındaki kıskançlıktan ve güç hiyerarşisinden çıkan anlaşmazlıkları ekleyin. Zaten binbir sorunla uğraşmak zorunda olan kadroların iç huzuru tamamen sıfırlanıyor, ülke yönetimi huzursuz ve sinirli birtakım insanların eline kalmış oluyor. Oysa Türkiye son derece soğukkanlı kararların verilmesinin gerektiği bir döneme giriyor. Yönetici kadrolardaki iç huzursuzluğu sadece onların kişisel sorunu değil. Bu artık milli bir mesele haline de geldi.
Akşam, 18.5.2008
|
Serdar TURGUT
19.05.2008
|
|
|
|
|
Radikal, 18.5.2008
19.05.2008
|
|
|
Yargıya güvenmeyi biz de isteriz ama... |
Bundan iki yıl önce, 17 Mayıs 2006’da Alparslan Arslan, Danıştay üyelerine tabancayla ateş etti. Saldırıda 2’nci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin öldü. Dün yapılan törende, hem bu saldırı bir kez daha kınandı, hem de “ yargı şehidi “ Özbilgin anıldı. Nur içinde yatsın.
Danıştay Başkanvekili Gönül Önbilgin, konuşmasında yargıya yapılan eleştirilerden yakındı. Önbilgin’e göre bu eleştirileri yapanlar, “ yargı kararlarını kendi siyasi çıkarlarına uygun bulmayan kişi ve kuruluşlar “ idi. Anayasa Mahkemesi (AYM), Yargıtay ve Danıştay üçlüsüne kısaca “yüksek yargı” adını veriyoruz. Yüksek yargının son yıllarda eleştiri yağmuruna tutulduğu doğrudur. Keşke öyle olmasa; keşke yüksek yargının ve diğer bazı mahkemelerin kritik konulardaki kararlarını gönül rahatlığı ile kabul etsek.
Ama maalesef bu mümkün olmuyor. İşte rahatsızlık uyandıran olaylardan bir demet:
- Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt, AKP’den ihraç edilen ve en hafif anlatımla, “ partinin kapatılmasını isteyen çevrelerle “ temas halinde olan eski milletvekili Turhan Çömez ile Kavaklıdere Tenis Kulübü’nde buluşuyor... Çömez, daha sonra CHP Başkanı Deniz Baykal ile bir araya geliyor.
- Saldırgan Alparslan Arslan yakalandığında, babası “ Oğlumun İslamcılarla bir ilişkisi yok. Namaz bile kılmaz “ diyor. Kız kardeşi ilk duruşmaya başı açık geliyor. Bir süre sonra baba, “ İslamcı “ açıklamalar yapmaya başlıyor. Kız kardeşi başını örtüyor. Arslan’ın, Ergenekoncularla ilişkisini gösteren, fotoğraf da dahil sürüyle kanıt sunulmasına rağmen mahkeme bu bağlantıyı kurmuyor. Böylece saldırı “ kapatma iddianamesine “ giriyor.
- Deniz Baykal, “ 367 gereklidir, kararı alınmazsa çatışma çıkar “ diyor. Genelkurmay internet sitesinde 27 Nisan (2007) bildirisi yayınlanıyor. Anayasa Mahkemesi sesini çıkarmıyor. “ Siz ne karışıyorsunuz “ diyemiyor. Böyle bir ortamda “ 367 gereklidir “ kararı çıkıyor. Anayasa hukukçularının da lime lime ettiği bu kararı, Başbakan Erdoğan eleştirince kabahatli oluyor, AYM ona kızıyor.
- Yüksek yargı mensupları sık sık yargının “ bağımsız “ olması gerektiğinden dem vuruyor. Ancak “ adaletin yerini bulması “ için bağımsızlıktan çok daha önemli olan “ tarafsızlık “ ilkesinden kimse söz etmiyor. AYM Başkanı “tarafsızlığa” söyle bir değinince hemen kaşlar yukarıya kalkıyor.
- Başbakan Adnan Menderes’ in, “ emir-komuta “ zinciri içindeki bir mahkemenin kararıyla 1961’de idam edilmesi, onu hiç tanımamış günümüz gençlerinin bile vicdanını sızlatıyor. Devlet, Menderes için anıt mezar yaptırarak özür diliyor. Buna rağmen Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, 1960 darbesini ve idamları savunan bir açıklama yapabiliyor.
- Artık iç hukukumuzun bir parçası olmasına rağmen mahkemeler ve yüksek yargı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarını dikkate almıyor. Türkiye, AİHM’de “ en çok mahkûm olan “ ülkelerin başında geliyor. Bunlar bir solukta saydıklarımız. Daha nice olay var bu türden. Şimdi bunlara bakarak “ yüksek yargı tarafsız bir biçimde davranıyor “ diyebilir miyiz? “ Yüksek yargının kararları nesneldir, adildir, siyasi görüşlerden muaftır “ diye düşünebilir miyiz? Bu ve benzeri örnekler, “eleştirenlerin” değil, “ eleştirilenlerin “ siyasi niyetlerle hareket ettiğini, kararlar aldığını göstermiyor mu? Özetle: Yargının “ tarafsız ve nesnel “ yani “ adil “ olmasını istiyoruz. Bu basit talebi, “ siyasi çıkar ifadesi “ sayanların bizzat kendisi siyasi çıkar peşindedir. Başka sözüm yok!
Sabah, 18.5.2008
|
Emre AKÖZ
19.05.2008
|
|
|
Şemdinli’den Ergenekon’a |
Epeydir ‘Ergenekon Terör Örgütü’ konusunun gündemden düştüğüne. Hatta kimilerine bakılırsa ‘düşürüldüğüne’ hayıflanıyordum. Dedikodulara göre, davada bir üst noktayı oluşturan çok önemli 4 isme ulaşıldı.
Ama gel gör ki, Şemdinli türü eski alışkanlıklar, davaya gaz verecek bir iradeyi tazeleyecek yerde, bunu lehte bir koz olarak kullanma hesabında... Kamuoyunda, ilk başta bu işin üzerine giden takipçiliğe de bu nedenle son verildiği söylenip durmakta...
Son zamanlarda böyle bir duraksama gözlesek de...
İddia ve dedikoduların doğru olup, olmadığını kestirmek zor... Eğer söylentiler doğruysa yeniden böylesine ölümcül bir yanlışa düşülür mü, bilmiyorum... Umarım asılsız söylentidir...
(...)
Bağlantıların...
Sürpriz isimlerin bu kadar olmadığı...
Amacı ‘darbeye zemin hazırlamak’ olan bir girişimin bildiklerimizden ibaret olamayacağı çok yazıldı, çok söylendi...
O noktaya kadar gidilecek mi, yoksa alışageldiğimiz gibi gerekli ‘mesaj’ veridi denerek, iş kapatılacak mı?
Doğrusu insan en son Şemdinli’yi yaşayınca korkuyor...
Tüm Türkiye’nin gözleri önünde yaşanan bir olay ‘yok’ sayıldı... Görüp izlediğimiz manzaralar, ‘yok, siz öyle bir şey görmediniz’ denerek neredeyse zorla örtüldü...
Sivil mahkemenin kırk yıl verdiğine, askeri mahkeme ‘salıvermeyi’ uygun gördü...
* * *
Türban...
AK Parti Kapatma davası...
Dilerim, bunlar Ergenekon sürecini unutturmaz...
Ayrıca...
Şemdinli gibisinden, siyasal bir cin fikirliliğin kurbanı olmaz... AK Parti kapatma sürecine Şemdinli’de yaptığı hata nedeniyle geldi...
Ergenekon’daki benzeri bir tekrar, vahameti daha da artırır...
Star, 18.5.2008
|
Mehmet ALTAN
19.05.2008
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|