Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hesap sormayı öğrenmeden demokrasi ve hukuk olmaz!

Geçmişle yüzleşmek ve hesaplaşmak bizim defterimizde pek yoktur. İç hesaplaşmadan da hoşlanmayız.

Belki bu yüzdendir, yıllar geçiyor ama hep aynı filmi seyrediyoruz alık gibi...

Neden, neyimiz eksik?

Bu sorular, 1999’da yazdığımız Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım isimli kitabımın omurgasını oluşturur. Bu açıdan, Murat Belge’nin bir yazısından kitabıma alıntı yapmıştım: “Toplumun temel yönelişi, bireyselleşmeden bireycileşmek olunca, her iyiliği kendine isteyen, ama hiçbir olumsuzluğun sorumluluğunu üstlenmeyen ‘birey’ler çoğalıyor. Bir iç hesaplaşma geleneği oluşamıyor. ‘Şu olmuş kötülüğün ne kadarından ben sorumluyum?’ sorusunu kimse sormak istemiyor.(...)”(Radikal, 11.08.98, s.9)

Geçmişi unutturmamak lazım.

Geçmişi unutmak, unutturmak isteyenler, ya da unutabileceğini, unutturabileceğini sananlar, hem kendilerine, hem yaşadıkları topluma fenalıklar yaparlar.

Çünkü, geçmişi unutmak bir yerde onu tekrarlamaya mahkum olmak anlamına gelebilir.

Hatırlamak zorundayız!

Yaşananları aydınlığa çıkarmaya çalışmak aynı zamanda tarihe karşı bir borçtur. Yaşananları olduğu gibi yazıp onladan ders çıkarmanın ortamını hazırlamak gerekir.(...)

Hayatta severiz yanılmazlık oyununu.

Nedense hep haklıyızdır.

Oysa ahmaklıktır bu.

Hatta yalanda yaşamaktır!

Gabriel G. Marquez, büyük romancı, şöyle der:

“Kendi kendisiyle çelişkiye düşmeyen kişi bağnazdır, dogmatiktir. Her bağnaz da gericidir.”(Seven Voices, Rita Guibert, 1971, s.322)

İç hesaplaşma şart.

Kendi huzurunu yakalamak için şart. Nasıl ki toplumların olgunlaşmak için kendi tarihleriyle barışık hale gelmeleri şartsa...

Toplum olarak olgunlaşamıyoruz!

Geçmişle yüzleşmiyoruz çünkü.

Korkuyoruz bundan.

Örneğin Kürt sorununda, Ermeni meselesinde gerçekleri anlatmaktan korkuyoruz. Ya da gerçeğin değişik yüzlerini tartışmayı yasaklıyoruz 301’lerle...

Bunun gibi Alevilik nedir, ne değildir, geçmişin ders kitaplarında, okullarda hiç yoktu, bugün de yok gibi...

Darbeleri demokrasi açısından adam gibi eleştirilmeyen, darbecilerden hesap sorulamayan, devletin yanlışlarından dolayı özür dilenmeyen bir ülkeye demokrasi ve hukuk devleti doğru dürüst gelebilir mi?

Alın ‘68 olayını, Gezmiş’leri...

Aradan kırk yıl geçmiş daha hâlâ dört başı mamur biçimde sorgulayarak, eleşirel yaklaşamıyoruz? Her şeyi idealize ederek, romantize ederek kendi siyasal anlayışlarımıza alet etmek istiyoruz. Öyle olunca da, yanlışlar tekrarlanıyor. Darbe süreçlerini kesemiyoruz.

Darbeciler hukuk üstü kalıyor!

Ve ne kadar zaman geçse de, hep aynı filmi alık gibi seyretmeye devam ediyoruz.

Ve ne kötü, zamanın derinliklerinden kopup gelen anılar insanın yakasını bırakmıyor.

Milliyet, 16 Mayıs 2008

Hasan CEMAL

17.05.2008


 

Kripto şifreleri

Kripto, Fransızca bir kelime...

Ne demek? Birkaç anlamı var ama benim bu yazı için tercih ettiğim anlamı, ‘saklı yazı’...

Kimin saklı yazısı...

Bugün ülkemizden ayrılacak olan İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth’in...

Siz bunu kısaca İngiltere’nin ya da Kraliçenin şifreleri olarak da anlayabilirsiniz...

* * *

22-23 Ekim 2007’de İngiltere’ye bir çalışma ziyareti yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın davetlisi olarak Londra’ya gittiğimizde, ‘Türkiye-İngiltere Stratejik Ortaklık Belgesi’nin imzalanmasının ardından şunları yazmıştım:

‘Sabah, İngiltere başbakanının evinde, yani dünyaca ünlü ismiyle ‘Downing Street’de 10 numaradaydık.

Tony Blair sonrasında çok merak ettiğim yeni İngiliz Başbakanını da basın toplantısı sırasında görmüş oldum.

Mesafeli, Blair’in kişisel sıcaklığına oranla daha soğuk bir duruşu vardı. Olaylara hakim ve güven verici bir hali bulunuyordu.

Türkiye’ye eşine az rastlanır bir destek verdi.

Avrupa’da belki de bir tek İngiltere Türkiye’nin farklı kültür ve coğrafyalar arasında oynayabileceğe role vakıf... Türkiye’ye daha uzun vadeli ve küresel vizyonla bakan bir ülke İngiltere.’

İngiliz Kraliçesi’nin bu tarihi gezisini de İngiltere’nin küresel vizyonu ve farklı kültür ve coğrafyalar arasında oynayabileceği rolden ayrı değerlendirmemek gerek.

İngiliz Kraliçesi’nin gezisindeki simgeler de bunu bir kez daha göstermekte...(...)

Askeri bürokrasinin ambargo koyduğu türbana tacıyla Çankaya’da destek vermesi...

Ardından İpek’e olan özel düşkünlüğü ile ifade edilse de eski Osmanlı Payitahtı ve tarihi İpek Yolu’nun efsane kenti Bursa’yı ikinci durak yapması... Ayrıca burada da Yeşil Camii de ‘Rahman Suresi’ni dinlemesi... Dün gece emperyal konumuna yakışır bir şekilde davetini İngiliz uçak gemisinde gerçekleştirmesi...

Hem İngiltere’nin kendi duruşunu sergilemek... Hem de İngiltere’nin genç Dışişleri Bakanı David Miliband’ın deyimiyle ‘eski ve yeni Türkiye değerlerine vurgu’ yapmak anlamına gelmekte...

* * *

İngiltere, Türkiye’nin ‘ılımlı İslam ile demokrasi ve ekonomik gelişme arasında bir ahenk’ sağlayabileceğine inanıyor.

Dünkü ünlü İngiliz gazetesi The Times’ın da belirttiği gibi Osmanlı İmparatorluğu bütün İslam coğrafyasını yönetiyordu.

İngiltere bugün de ‘Türkiye’de olup bitenlerin hâlâ sınırların ötesinde önem’ taşıdığına inanmakta...

Ayrıca... Türkiye, huzursuz bir bölgede barışın ve istikrarın korunması ve gelişme için anahtar bir rol oynamakta...

Zaten İngiltere’nin ta baştan beri cansiperane bir şekilde Türkiye’nin AB Müzakere Sürecini desteklemesinin nedeni de bu...

Anglo-Sakson dünyasının amacı...

Müslüman bir ülkenin demokrat, çağdaş, zengin olabileceğini Türkiye üzerinden örnekleme hedefi...

İngiltere Kraliçesi’nin gezisindeki şifreler iyi okunduğu vakit bir kez daha görülmekte...

* * *

İngiliz Dışişleri Bakanı David Miliband’ın dün hem Sabah, hem de Taraf gazetelerine manşet olan ‘hükümeti yargı değil halk seçer’ cümlesini de İngiltere’nin bu vizyonu içinde algılamak gerekmekte... İngiltere AK Parti’nin kapatılması ve bunu ertesinde Türkiye AB ilişkilerinin çıkmaza girmesinden, bölge ve dünya açısından ürküyor.

Müslüman bir ülkenin AB değerleriyle evlenerek yeni çağın önemli bir sentezini oluşturması Türkiye’deki iç kavga nedeniyle çıkmaza girebilir.

Nitekim, Miliband’ın bu endişe nedeniyle ‘Britanya ve AB ile Türkiye, seçilmiş hükümet döneminde yakınlaştı, umarım böyle sürer’ demekte...

* * *

İngiltere’nin Türkiye’ye yüklediği rol sadece kimi Avrupalı siyasetçiler tarafından değil, bizzat Ankara tarafından da yeterince algılanmıyor.

AB’ye girmiş... Demokrat... Zengin...

Ve Müslüman bir ülke olarak alt-süper olma imkanımızı biz kendi ellerimizle yok edip duruyoruz.

İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth’in aristokratik bir zarafetle bizlere yolladığı kripto şifrelerini okuyup, algılayabilmek bile bir anda çok daha üst bir role ulaşmamız için yeterli.

Türkiye’nin ‘eski ve yeni değerleri’ni sahiplenerek gaza basıp tam yol süratlenmek bu kadar zor mu?

Star, 16 Mayıs 2008

Mehmet ALTAN

17.05.2008


 

“Açık ve net olma” özgürlüğü

“Açık ve net söylüyorum; PKK Kürt halkına zarar veriyor” Ahmet Türk’ün bu cümlesini duyduğumda epey şaşmıştım doğrusu. Dediği gibi gayet açık ve net bir ifadeydi ve bizler DTP’li siyasetçilerin PKK konusunda bu kadar açık ve net konuşmasına alışık değildik. Ama söylemişti işte; Kürdistan Yurseverler Birliği’nin (KYB) resmi internet sitesine verdiği özel demeçte gerçekten de açık ve net olarak şöyle demişti: “PKK’nın silahlı mücadelesi Kürt halkına zarar veriyor, Askerin elini güçlendiriyor.

Ama onlar da bu sorunun çözümü için bir proje ortaya konulmasını istiyorlar. Böyle bir proje konulmadığı, barışçıl adım atılmadığı için fazla etkili olamıyoruz.

Eğer bu konuda fazla ısrarcı olursak halkımızdan koparız” Ne var ki aradan 24 saat geçmeden yapılan yalanlamayla hep birlikte gördük ki, DTP’li politikacıların açık ve net olma gibi bir özgürlükleri yok. Onlar, her zaman dillerini tutmak, demeçlerinde flu alanlar bırakmak, nereye çeksen oraya gidecek lastikli bir dille konuşmak zorundalar.

Örneğin, “şiddetin çıkar yol olmadığını düşünüyoruz” dediklerinde, hangi şiddeti kastettikleri belli olmadığı için, PKK sıkıştırdığında “devletin şiddetini kasdetmiştik”; devlet sıkıştırdığında ise “PKK şiddetini kasdetmiştik” diye idare edebiliyorlar.

Aynı belirsizlikten dolayı “şiddeti devreden çıkarıcı çabalar içerisindeyiz” deme özgürlükleri de var. Ama PKK’ya gözünün üstünde kaşın var deme özgürlükleri yok...

Hayatları hem PKK’yı kızdırmayacak, hem de bizleri teröre karşı olduklarına inandıracak cümle kalıpları üretmeye çalışmakla geçiyor. Esasen, siyaset adına bu laf cambazlıklarından başka bir şey yaptıkları da yok...

Peki onların bir şey yaptığı yok da, hükümetin var mı? Hükümetin de bir şey yaptığı yok. PKK’yı Kuzey Irak’tan sürmek için giriştiği diplomatik atak dışında; öze ilişkin, yani Kürt sorununun bütününe ilişkin ne bir siyasi proje var ortalıkta, ne bir reform paketi...

Kapatma Davası açılmasından önce de yoktu; şimdi zaten hiç yok...

Uzun zamandır AK Parti’nin Güneydoğu’ya ilişkin tek projesi, önümüzdeki yerel seçimlerde bölge belediyelerini kazanmak; sonra onlar eliyle bölgeye hizmet ve refah götürmek...

Bu yolla da bölgedeki varlığını, oyunu, gücünü daha da pekiştirerek etnik temelli politik hareketleri çökertmek...

Yani Kürt meselesini Güneydoğu’yu AK Partilileştirerek “çözmek”. Bunun daha ötesinde bir politik proje geliştirmeye ne kendi vizyonları müsait, ne de anlaşıldığı kadarıyla pozisyonları...

Özellikle kapatma davasından bu yana, hassas konularda belirlenmiş devlet politikalarının dışına çıkmamaya özen gösteren bir AK Parti’den kısa vadede Kürt meselesinde herhangi bir açılım beklemek boş...

Özetle, Türkiye’nin Kürt sorunu, her ikisi de icazetle hareket eden iki politik aktörün çözebilecekleri çapta bir sorun değil. Bu sorunu çözmeye soyunanların, her şeyin başında kendi siyasi ve fikri özgürlüklerini savunacak cesarete sahip olmaları gerekiyor.

Bugün, 16 Mayıs 2008

Gülay GÖKTÜRK

17.05.2008


 

Paksüt olayının önemli ayrıntıları

Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt, gündeme bomba gibi düştü. Kendisini takip ettiğini sandığı sivil polis arabasının başka görev için bölgede bulunduğuna ikna olup şikâyetçi olmadı. Emniyet de Paksüt’e yaptığı izahatla yetinmeyip yazılı açıklama ile kamuoyunu bilgilendirdi. Fakat konu kapanmadı. Başkan Vekili ve eşi Ferda Hanım ‘biz paranoyak değiliz, somut belirtilerden hareket ettik’ savunması içinde konuyu uzattı. Söylemek bile abes, en küçük şüphe takipsiz bırakılmamalı. Yüksek mahkeme üyesi dahi kendini güvende hissetmezse, biz sade vatandaşların hali nice olur! Madem bu kadar tartışılıyor, Paksüt’ün hatalı davranışlarını da dile getirmeliyiz.

Paksüt istihbarata karşı koyma (İKK) eğitimini diplomat olarak Bağdat’ta görev yaparken almış. Sanırım bu eğitim sırasında güvenliğinin öncelikli olduğu kendisine anlatılmıştır. Paksüt ve eşi, adı geçen arabaya bizzat müdahale ederek büyük riske girdi. Sivil aracın dinleme maksatlı polis arabası olduğu üzerinde yazmıyor. Araçta bir suikast timi olabilirdi. Hudson senaryolarını çerçeveletip görünür bir yere asmak gerekiyor. Türkiye’yi karıştırmak isteyenlerin yapabilecekleri en büyük provokasyonlardan biri Yüksek Mahkeme üyelerine suikast olur. Paksüt ve eşinin araçtakilere fiili müdahalesi yanlıştı. Lahmacun tartışmasından ya da yol verme kavgasından adam öldüren magandaların bol bulunduğu bir ülke olduğumuz düşünüldüğünde bile riskin boyutu ürpertiyor.

Başkan Vekili’nin diğer hatası, belki de çok önemli bir operasyonun deşifre edilmesine sebep olmak. Paksüt’ün şüphelendiği aracın bölgede takip yapan Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele ekibine ait olduğu açıklandı. Operasyonun muhatapları herhalde tedbirlerini alıp, kendilerini kurtaran Paksüt’e dua ediyorlardır. Başkan, son aşamada yaptığını başta düşünebilse ve doğrudan emniyet müdürünü arasa, hem devam eden takibe zarar vermemiş olurdu, hem de kendisini yıpratmazdı. Bu yanlışların toplumdaki güvensizlik ortamına ve bir anlamda paranoyaya yaptığı katkıyı da ihmal edemeyiz. Gölgesinden korkan, evinde eşiyle bile fısıldayarak konuşan bir toplum haline geldik.

Ferda Hanım, aracın lastiklerinin yükünü taşımakta zorlandığını ileri sürüyor. Başkan Vekili Paksüt, aldığı İKK eğitiminden dinlemenin eskisi gibi hantal cihazlarla yapılmadığını öğrenmiş olmalıydı. Artık teknoloji çok gelişti. Edirne’de Hanefi Avcı’nın Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi’ye yaptığı operasyonda görmüştük. ‘Lazer pointli çanakla’ başkanın makam odasını rahatlıkla dinleyip kayıt altına almıştı. Kurtlar Vadisi kültürüyle bile böyle bir takibin olamayacağını söyleyebiliriz. Neredeyse eskortluk yapmışlar. Paksüt’ü tatmin eden ‘başka operasyon’ açıklaması gelmese, ekiptekilerin ya çok acemi veya yakalanmak üzere yola çıkmış olduklarını düşünürdük. Paksüt’ü bu hatalara zorlayan şey, yanlış zamanda yanlış kişiyle görülme endişesi olabilir mi? Turan Çömez, bir dönem Tayyip Erdoğan’ın en yakınında bulunmuş, şu anda ‘kanlı bıçaklı’ durumuna gelmiş biri. Normalde hâkimler önlerindeki dosyanın selameti açısından davalının dostlarıyla olduğu kadar düşmanlarıyla da mesafeyi korur. Paksüt, diplomasiden geldiği için bu hassasiyeti ihmal etmiş olabilir. Zaten görüşmeyle ilgili rivayetler de muhtelif. Kimine göre eşli bir yemek, kimine göre Çömez’in arkadaşlarıyla tesadüfen bulunduğu mekânda bir karşılaşma. Olayın sıcaklığı devam ederken ilk haberi yapan internet sitesi ‘eşli yemek’ alternatifini tercih etmişti. Turhan Çömez’in tuzu kuru. Hatta daha bu tartışmalar devam ederken, üstüne CHP lideri Deniz Baykal’ı ziyaret ederek, ‘önemli adam’ pozunu pekiştirmeye çalıştı. Ancak Paksüt’ün konumu her şeyi kaldırmaz. Biraz daha özen...

Zaman, 16 Mayıs 2008

Bülent KORUCU

17.05.2008


 

68’li darbeciler kuşağı

40. yılında 68 kuşağı konuşuluyor. Yaşları 60-65 civarında olan “eski tüfekler”, “bizim gençliğimizde...” diye başlayan ve gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan masallar anlatıyor.

Tarih, kocamış bir neslin nostalji arayışlarına feda edilemez. Çünkü bu masalı dinlerken Hasan Cemal’in dün yazdığı gibi “Alık gibi hep aynı filmi seyretmek zorunda mıyız?” sorusunu sormak zorunda kalıyoruz. Masal, adı üzerinde sahte ve uydurma. Ama çocuklara anlatılanlar gibi masum değil. Bu masal, Türkiye’nin 70’li yıllarda cinnet halinde yaşadığı 5000 insanın hayatına mal olan şiddetin arkasında duruyor. Üstelik Türkiye’nin kirli darbe tarihi bu masalla aklanıyor ve yeni darbelerin önüne halı gibi seriliyor.

Hasan Cemal’in devamı geleceği anlaşılan dünkü yazısını herkes dikkatle okumalı. Çünkü söyledikleri, her şeyden önce bir şahitlik. 68’i tam göbeğinde dolu dolu yaşayan Hasan Cemal bu şahitlikle, önümüze masalları değil gerçekleri koyuyor. 68 kuşağını, onun yalın biçimde anlattığı gibi, darbecilerin piyonları olarak tanıdığımız zaman bugün için çok önemli bir sonuca ulaşıyoruz: Bugün aynı filmi yeni bir isimle vizyona sokmaya çalışan darbecileri nerede görsek tanıyacak hale geliyoruz.

NATO’ya girdikten sonra ordunun, Türkiye’nin güvenliğini sağlamak gibi bir sorumluluğu kalmadı. NATO şemsiyesi altında, Soğuk Savaş’ın irademizi aşan gergin ortamında cuntacılık modası başladı. 27 Mayıs, cuntaların gelişip serpildiği toprağı verimli hale getirdi. Ordu içinde, ordu imkânlarını kullanan sol tandanslı bir cunta, iktidara çok yaklaştı. Bu yakınlığı kurabilmek için, Özel Harbin psiko-ideolojik teknikleri kullanıldı. 68 Paris Mayıs’ının verdiği ilhamla, gençler sokağa sürüldü. Şiddet ortamı tırmandırıldı. Amaç darbe şartlarını oluşturmaktı. Şiddet olayları ile darbe arasındaki ilişkiyi kurmakta zorlananlara, bu dönemde banka soygunları ve adam kaçırmalarla tırmanan şiddetin, 12 Mart’a yaklaşılan günlere tesadüf ettiğini hatırlatalım. Kısaca birileri darbe hesabı yapıyor, gençler de bu hesaplara uygun olarak adam kaçırıp banka soyuyordu.

Hasan Cemal’in dünkü yazısında verdiği örnekleri, Zaman okuyucularının mutlaka okuması lâzım: “12 Mart öncesindeki cuntacılık faaliyetlerine katılmış, o tarihlerde bizim gruba yakın duran, emekli deniz subayı Erol Bilbilik, İrfan Solmazer’i şöyle anlatır: “...Bir ara İrfan Solmazer bana, ‘Erol, sen denizcileri ihmal etmişsin’ dedi. Kimi ihmal ettiğimi sorunca, Sarp Kuray’ı, Deniz Gezmiş’i ihmal etmişsin, hiç temas kurmamışsın. Ama ben onlara İstanbul’da, Ankara’da mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum’ dedi. ‘Başka ne yapıyorsunuz?’ diye sorunca, İrfan Solmazer’in yanıtı şu oldu: ‘Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı filan oturtuyorum. Amerikan Büyükelçiliği’nin ön kapısının kurşunla taranmasına demokratik olarak karar veriyoruz. Emri ben veriyorum. (Deniz Gezmiş, ABD Büyükelçiliği’ni tara ve yok ol!) diyorum. Sarp Kuray’a, (Git şurayı bombala!) emrini veriyorum. Bu işlerden Orhan Kabibay’ın mutlaka bilgisi vardı. Dolayısıyla Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı kullandılar. İrfan Solmazer 12 Mart’a 24 saat kala Almanya’ya uçuruldu. Devrimci gençler kullanıldı. “

Bu satırlar, aslında 68 Masalı’nın en yalın özeti. Che Guevara’yı hâlâ ermiş zannedenler, Deniz Gezmiş’lerin verdiği kavganın, cunta hesaplarının esaslı bir ayrıntısı olduğunu fark edemeyenler, bizi aynı filme mahkûm ediyorlar. Doğrusu bu masalı bir kenara atıp, Hasan Cemal’in kurduğu şu köprü üzerinden etrafa bakmak. Geçmişle bugün arasında Hasan Cemal’in kurduğu köprü sağlam bir köprü: “...darbe süreci kesilecek mi, yoksa AKP kapatılarak başarıya mı ulaşacak, bilemiyoruz. Kırk yıl önce Deniz Gezmiş’lerin devrimci heyecanını kullanarak,’Onlara mısır patlatır gibi bomba patlattırarak’ darbeye ortam hazırlamak isteyenler, bir süredir yine sahnedeler...

Zaman, 16 Mayıs 2008

Mümtazer TÜRKÖNE

17.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler