I- Kelimenin terim olarak doğuşu Arapça’da irtica kelimesi bugün kullandığımız anlamda kullanılmıyordu. Kamus’da “irtica” geri dönme anlamındadır. Bir de “deveyi sattıktan sonra bedeli ile yararlı bir nesne alma” anlamına gelir.
Oysa biz irtica’ı duyduğumuzda nevrimiz döner, bu kelimeye hiç de iyi bir anlam yüklemeyiz. Dönme; her zaman kötü bir çağrışım yapmamalıdır: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’un” örneğinde olduğu gibi. Şu halde bu kelimenin özel bir anlamda terimleşmesi nasıl olmuştur?
1789’da Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren baskı grubu, diğer bir deyişle Mason örgütü; Anderson Nizamatı’ndan beri İslam’a iyi gözle bakmıyordu. Anderson Nizamatı’nda İslam’ın “barbarlığı” açıkça belirtilir. Tarihi sebeplerle bu örgüt Katolik Kilisesi’ni ve onun müttefiki olan dünyevi güçleri, özellikle Fransa Krallığı’nı, ikinci aşamada da Kudüs ve Filistin’e hükmeden Osmanlı hilâfetini hedef almış idi. Fransız devrimini gerçekleştirdikten sonra, Fransız Krallığı’nı yok edebilmek için giyotinleri çalıştırmaya, bunun için de muhafazakârları suçlayacak özel bir terim bulmaya ihtiyaç vardı. Gücü elinde tutan zevat; bunun için, “re actionnaire”, terimini kullanmaya başladılar (Devrimden bir yıl sonra). Bu terim Devrim hareketine karşı, karşı devrimcileri; tepki gösterenleri ifade ediyordu, yoksa özel olarak “Katolik dindar” anlamında değildi. Fransız Devrimi’nden sonra bu terimin “Osmanlı”da karşılığı bulunmak gerekti. 1831’de, Sultan Mahmut döneminde henüz “mürteci” terimi yerleşmiş değildir. Bianchi’nin (1831) Fransızca-Türkçe; (1850) Türkçe-Fransızca sözlüklerinde henüz “mürteci” terimi yoktur. 1881’de Wiesenthal sözlüğünde ise, artık reaksiyoner terimi karşılığında “istirca’-i ahval-i sâbıka dâiyesi, men-i hürriyet mesleği” denmiştir. “Men’-i hürriyet mesleği” deyişi özellikle ilgi çekicidir: Demek insan hak ve hürriyetini isteyenler değil, aksine “men’-i hürriyet mesleği”nden olanlar “reaksiyoner=mürteci” sayılmak gerekirler.
1891’de Tıngır/Sinapian Sözlüğünde de “reaksiyoner” karşılığında “muhalif-i terakki” taraftarı, terakki-şiken” (Terakkîyi kıran, kırıcı) denmektedir.
Merhum Ziya Paşa Terkîb-i Bend’inde: “İslâm imiş âleme pa-bend-i terakki/evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı” demekte idi. (İsnad-ı taassub olunur merd-i gayûra / Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı) Fakat henüz Müslümanlara “mürteci” denmeye başlanmıştır. “Mutaassıb” (Fanatique) denmekle yetiniliyordu. Şemseddin Sami Bey de (1901) Fransızca-Türkçe sözlüğünde; herhalde Tıngır/Sinapian ve Wiesenthal’den etkilenerek “reaksiyoner” karşılığında “terakkî-şiken” diyordu. Mürteci’ kelimesini kullanmıyordu. Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren baskı grubu on dokuzuncu yüzyıl sona erdiğinde, yeni bir örgütlenmeye daha kavuşmuş ve büsbütün güçlenmişti. Sultan Hamid ile giriştiği pazarlıkta emeline nail olamayınca Sultan Hamid’i bertaraf etmeyi düşündü ve “31 Mart İsyanı”nı “manipüle” ederek bu sonucu elde etti. Artık Müslüman “rakib”e “mürteci” denebilirdi. Böylece 1870 yıllarında “mutaassıp” diye adlandırılanlar nihayet önemli mevkilere erişememekle, “terakki edememek”le kalırlarken, 1909’dan sonra daha büyük bir tehlikeye maruz kaldılar. Arap ülkelerinin Devlet’ten kopuşu sağlandıktan sonra Moiz Tekin Alp benzeri Fransa’da görülmemiş şekilde, “Kahrolsun Şeriat!” sloganına yol açtı. Fakat bu slogan bir süre rafa kaldıracak, yine mürteci’ ve bunun “Türkçe’si” sayılan “gerici” terimi kullanılacaktır. 1868’den sonra Öğrenci Hareketleri’nde bu slogan tekrar piyasaya sürüldü. Özellikle 28 Şubat günlerinin hazırlığı sırasında, artık mürteci (gerici) yerine “şeriatçı” denmesi yaygınlaştı. Fransız Devrimi değil, 1917 Ekim Devrimi dahi Hıristiyan Dinini bu denli tahkir etmemiş ve inananları incitmemişti.
II- Bu gibi terimlerin kullanılmasının hukukî
sakıncaları
1) Her şeyden önce; Ceza Hukuku alanında terimler çok önemlidir. Siyasi polemik dilinin terimleri ceza hakimini etkilememelidir. Fransızca’da “reaksiyoner” terimi hiç değilse bir “eylem” arandığını, bu eylemin de devrim eylemine karşı bir eylem olması gerektiğini gösteriyordu. Bizde mürteci-gerici terimlerinde bu “eylem” unsuru dahi belirgin değildir. Üstelik gitgide palazlanan hakim güç bir leviathan haline çoktan gelmiştir ve dıştan gelen bu etken ülkemizde “gerici” denince Müslüman anlaşılması vahim sonucunu ortaya çıkarmıştır. Özellikle 1997’den sonra bundan yararlanan diğer dış etkenler de Türkiye’de çeşitli bâtıl protestan tarîkatlarının, bu arada Hz. Mesih ile hiç ilgisi olmayan Moon Kilisesi gibi bâtıl dinlerin meydanı boş bulmasına ve birçok Müslüman genci avlamasına yol açmıştır.
2) Şu halde Ceza Hukuku’nda “Kanunsuz suç olmaz” ve “Düşünce suç sayılmaz” Hukuk Devleti İlkeleri; 1725 yıllarından başlayıp iki yüz elli yılı aşan bir süre sonucunda ve Müslümanlar söz konusu olunca “ihlal edilebilir” sayılmaya başlanmıştır.
3) Anayasa’ya göre Diyanet İşleri Genel İdare’ye bağlı bir kamu hizmeti halinde düzenlenmiş iken, bu sakîm ve çarpık zihniyet yüzünden, sarsıcı ve çarpıcı bir çelişki ortaya çıkmıştır: Anayasa’nın Başlangıcı’nda “manevi değerler”i okuyan, İstiklâl Marşı’nın değişmezliğini gören, İstiklâl Marşı’ında “Hakkıdır Hakka Tapan Milletimin İstiklal” mısraıyla göğsü kabaran, gözü yaşaran masum bir vatandaş, bir süre sonra, “dinci vakıf kurucusu”, tâbir-i ahar ile “tehlikeli bir gerici” gözü ile görülebilmektedir. Bu çelişki; toplumsal ve siyasi bir şizofreniye sebep olmaktadır.
4) Alevi vatandaşlar bu şizofreniden kendilerini kurtarabilmek için bu kez “cemevi”ni ayrı bir dinin tapınağı haline getirmekte, bir süre sonra onların dernek ve vakıfları da kapatılma tehlikesi ile karşılaşmaktadır.
5) Demokratik Hukuk Devleti düzenine ulaşmış Batı ülkelerinden birçoğunun anayasalarında dînî göndermelere yer verildiği ve herkes meselâ “İsviçre Hıristiyan bir ülkedir” diyebilmekte iken, bizde Devlet bir taraftan İslam Konferansı’na katılmakta, diğer taraftan da Müslüman bireylerin “Müslüman Türkiye” gibi nitelemeleri bile kaygı veya şüphe uyandırmaktadır.
6) Fransız Devrimi’nin ilk çalkantılarından sonra Fransızlar kısa bir zaman sonra sağduyuya tekrar döndükleri halde, bizde sağduyudan sapma açısı gitgide büyümektedir.
III- Sonuç
1) Zararın neresinden dönersek kâr demektir. Kanunlara, Anayasa’nın temel ilkelerine aykırı düşen, kanunları ihlâl eden bir “eylem” bulunmadıkça kimse cezalandırılamaz.
2) “Gerici” olduğu isnadı ile kimsenin örgütlenme hürriyeti elinden alınamaz.
3) TCK. 312’nin, kaldırılan TCK. 163’ü mumla aratan ve rahmet okutan uygulamasına da son verilmeli, TCK. 312 bir “tehlike” suçu olarak değil, bir “zarar” suçu olarak düzenlenmelidir.
4) Bütün bunlar yapıldığı, başörtüsü örtmeye de, örtmemeye de karışılmadığı, eğitim ve öğrenim hürriyeti de engellenmediği takdirde Laiklik ve Demokrasi’nin tehlikeye düşeceğini, şu halde Türkiye’de “militan demokrasi” uygulanması gerektiğini ileri sürenler, Laiklik ilkesinin de demokratik Hukuk Devleti’nin de ya farkında olmayan gafil ve cahillerdir, yahut bu iddiayı kötü niyetle ileri sürmektedirler. Ülkemiz artık bu görmezler dövüşü ve duymazlar diyalogundan kurtarılmalıdır. Bu sebeple; herkesin kendi çıkarınca yorumlamaya çalıştığı “Laiklik” terimi yerine, Anayasa’da bu ilkenin doğru anlamına yer verilmelidir: Türkiye Cumhuriyeti; Hukuk Devleti’nin evrensel, temel ve genel ilkelerinden hiç bir felsefi ve dini görüşe ödün vermeyen, Demokratik ve Sosyal Hukuk Devletidir.
|