Gelişen bilim ve teknoloji ölüme çare bulabilecek mi?
Ölüme çare bulmak mümkün mü? Her şeyimizi alıp götüren, lezzetlerimizi acılaştıran, o en büyük dert olan ölüme bir dur denilecek mi?
Eminiz ki böyle sorular insanı biraz tebessüm ettirir. Öyle açık bir cevaba sahip ki bu soru, ‘malûmu i’lâm’ kabilinden bir durum ortaya çıkar. Üstelik her gün gördüğümüz cenazeler ve mevtler, haberlerden duyduğumuz ölümler, kazalar, felâketler de böyle bir soruyu daha tuhaf hale getirir. Şimdiye dek yaşayan var mı? Yok elbette.
Şöyle bir bakalım tarihe. En çok yüz yıl içinde nesiller mazi ülkesine göçüp gitmiş. Muhakkak ki insan bir gün ölecek. Bundan kurtuluş yok. En azından şimdiye dek bir örneği de yok. Şayet bir tek kişi bile yaşamaya devam etse idi, “ikincisi ben olacağım” diye ümitlenebilirdik. Yani, sözün kısası “Ölüme çare bulunacak mı?” sorusunun cevabı açık: Hayır. Ölüme çare yok. Böyle bir cevap hiç kuşkusuz çok makul gözüküyor, mantıklı ve kabul sınırları içinde.
Ancak Bediüzzaman Hazretleri böyle mukadder bir suâle “Ölüme de geçici bir hayat rengi vermek mümkündür” diyor. Durun, hemen “Nasıl olur böyle şey” diye itiraz etmeyin. Gelin, önce Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerine kulak verelim, sonra bu sözler üzerinde yorum ve izahlarımıza devam edelim ve “ölüme nasıl bir hayat rengi verilecek” daha iyi anlamaya çalışalım. İlgili ifade 20. Söz’de geçiyor:
“Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim. (Al-i İmrân Sûresi: 49.)
“Kur’ân, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarîhan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen terğib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: ‘En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musîbetzede benîâdem! Me’yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermânı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hattâ, ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” (Sözler, s. 232)
Burada geçen ifade de, Hz. İsa’nın (as) tıp konusundaki mucizelerinden yola çıkılarak iki önemli hususa dikkat çekiliyor. Birincisi: Her ne dert olursa olsun, bu dertlere ve hastalıklara çare bulunacağı. İkincisi: Dertlerin derdi olan ölüme de bir çare bulunacağı. Bu da, “ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür” cümlesi ile ifade ediliyor.
Bu iki prensip, birbiri ile doğrudan alâkalı. Önce birinci prensip üzerinde duralım ki, ikinci prensipte anlatılmak istenen husus daha da netleşsin. Çünkü ölüm dediğimiz hadiseye sebep olan hususlar birinci prensip içinde saklanmış. Yani hastalıklar, musibetler, felâketler en müzmin dertler içinde yer almakta.
Birinci cümleye göre insan için yol açıktır. Yani insan her türlü dert, belâ ve musibetlere çare bulabilecektir. Bugün için çaresiz gibi gözüken kanser, AIDS gibi hastalıklara çare bulunacak demektir. Felâketlerin neticeleri ile ilgili tedbirler alınabilecek, musibetlerin tesiri en aza indirilebilecek demektir. Hatırlayın, eskiden bir kolera hastalığından binlerce insan ölebilirdi. Veba türü hastalıklar insanlığı topyekûn tehdit ederdi. Ama bu gün bir çok ilâç ve aşı keşfi ile bu tür musibetlerin önü kesilmiş durumda. Deprem gibi umumî musibetlere de yeteri derecede güçlü binalar yapılarak mukavemet edilebiliyor.
İnsanlık gün geçtikçe ölüme sebebiyet veren hastalık ve musibetlere çare bulmaya devam ediyor. Bugün en büyük teknik ve teknolojik gelişmelerin tıp alanında olduğu göz önüne getirilir ise, gelecekte ne gibi ileri seviye tekniklerin kullanılacağı net olarak gözükür. İşte bu teknik gelişmelerden dolayı öyle bir zaman gelecek ki, “ölüme de bir çare bulunacak”, Bediüzzaman Hazretlerinin tâbiri ile “ölüme de bir hayat rengi verilecek.” Ancak bu noktada Bediüzzaman “muvakkat” tâbiri ile “ölüme çare bulmanın” bir sınırını çiziyor.
Evet, ölüme bir çare bulunacak ama bu, muvakkat, yani geçici, sınırlı, bir müddet, belli bir zaman dilimi içinde olacak. Peki muvakkatlığın ölçüsü ne? Nereye kadar muvakkat? Muvakkat tâbirini, ölüme çare bulunmasının ne kadar zaman dilimine uygulayacağız? Yani ölüme çare, ne kadar süre için geçerli olacak? İşte bu ve benzeri suâllere doğru ve net bir cevap bulabilmek için biraz zihin egzersizi yapmak gerekiyor.
Öncelikle “ölüme bir hayat vermek” tâbiri üzerinde duralım. Bu tâbir yazıldığı yıllarda pek de anlaşılmamıştı belki. Çünkü o yıllarda ölüme bir hayat rengi vermenin misâlleri çok net olarak gözükmüyordu. Ne zaman ki dünyada ilk kalp nakli yapıldı, o zaman bu tâbirin ifade ettiği mânâ ortaya çıkmaya başladı. Bilindiği üzere, “İnsandan insana ilk kalp nakli ameliyatı, Güney Afrikalı kalp cerrahı Dr. Christian Barnard tarafından 1967’de Cape Town’da yapıldı.” ‘Modern tıbbın en yüksek başarısı’ olarak nitelenen ameliyattan 18 gün sonra hasta zatürreden öldü. Evet, muvakkatlığın ilk süresi burada ortaya çıkmakta. Ölmesi kesin olan bir kalp hastasına, kaza geçirmiş ve ölme noktasında olan başka bir kişiden kalp nakli yapılmış ve kalp nakli yapılan hasta 18 gün sonra enfeksiyon kapmış ve ölmüş. Yani ölüme 18 gün süre ile geçici bir hayat rengi verilmiştir.
O zamanlar teknik ve tekniğin yetersiz olması, muvakkatlığın sınırını 18 gün olarak belirlemiştir. 1980 sonrası bulunan yeni tekniklerle bu süre çok daha fazla seviyeye çıkartılmıştır. Bugün açık kalp ameliyatları ile damarları tıkanmış ve kesin ölme sınırına gelmiş hastalar uzun yıllar yaşamaya devam ediyor. Yani ölüme muvakkat hayat rengi vermenin sınırı yıllar olmaktadır. Organ nakilleri, yeni tıp teknikleri bu süreyi daha da uzatmakta.
Hatta geçenlerde, anti-aging uzmanı Hong Kong asıllı ABD’li 59 yaşındaki Dr. Edmund Chein, hormon tedavisiyle yaşlanmanın durdurulabileceğini, hatta giderek gençleşmenin mümkün olduğunu ve insanların yakında 200 yaşına kadar yaşayabileceklerini iddiâ etmişti. Chein, “Meselâ genetik olarak 90 yaşına kadar yaşaması mümkün olan birini ele alalım. Bu süreci 120, 150 hatta 180 yaşına kadar çekebiliriz. Yani ölümü erteleyebiliriz” diyordu. Habere göre, hastalarına büyüme hormonu veren Chein, Allah’ın insanlara doğuştan verdiği hormonları kendisinin hap olarak sunduğunu söylüyordu. (Yeni Asya, 2.1.2008)
İşte günümüzde teknik ve teknolojinin gelişmesi “ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür” ifadesindeki muvakkatlığın, yani geçiciliğin sınırını on, yirmi, hatta yüz yıla kadar genişletmiştir.
Peki bu sınır nereye kadar devam edecek? Bizler bu gün için şahit olduğumuz teknolojik gelişmelere göre elli-yüz yıllık bir süre tayin ediyoruz. Acaba ileride bu süre ne kadar artacak? Veya organ nakillerinin ötesine geçilip, başka teknolojik keşifler gerçekleşecek de bu ‘muvakkatlığın’ sınırı sınırsızlık noktasına kadar gidecek mi? Yani insanlar “ölüme kalıcı olarak çare bulduk” zannına mı kapılacaklar? Evet, bu ve benzeri suâllere yine Risâle-i Nur’dan bir nakille cevap vermeye çalışalım. “Elbette nev-î beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”
İfadeye dikkat edelim. İnsanlık kıyamete yakın, yani âhir vaktinde her şeyiyle ilim ve fenne dökülecek. Bütün kuvvetini ilim ve fenden alacak. İlim ve fen insan hayatında en belirleyici bir noktaya gelecek. İşte bu noktada bütün fen ilimleri gibi, tıp bilimleri de çok ileri seviyelere çıkacak. Tıp ilimi öyle bir noktaya varacak ki, bütün dertlere bir çözüm bulunduğu gibi, ölüme de bir çare bulunacak. Ölüme çare bulunması da çok ileri seviyelere taşınacak, öyle ki insanlar “ölüme kalıcı bir çare buldukları” zannına kapılacaklar. İşte zannımıza ve tekniğin gelişim seyrine göre “muvakkatlığın” sınırı bu. Yani insanlar “ölüme kesin olarak çözüm bulduk” zannına kapıldıkları zaman.
Şimdi düşünün bir kez “Ölümü yendik” diyen insanların durumunu. Eğer inanç noktasında eksik iseler, bu insanların yapacağı taşkınlık ve zulümleri şöyle bir göz önüne getirin. Demek ki kıyametin mühim bir sebebi belki de bu insanlar olacak. Hatta insanlık bir noktadan sonra mezardaki insanları tekrar hayata döndürmek için teşebbüste bulunursa şaşırmamak lâzım. “İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor, fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tâbir edilen küçük bir cüz’ü bâkî kalıp, Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir” ifadesinde geçen ve insanın mühim bir cüzü olan “acbü’z-zeneb” denilen kısmı yaşamaya devam ettiğine göre ve yine gen teknolojisinin de olabildiğince ilerleme kaydedeceğine göre niçin olmasın?
Belki bu son yorum biraz ütopik gözüküyor, ama teknolojideki baş döndürücü gelişmeler bizi böyle sesli düşünmeye sevk etti. Son söz Hazret-i Üstadın:
“Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisân-ı işaretiyle mânen diyor ki: ‘Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: Biri mânevî dertlerin dermânı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalpler nur-u hidâyetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifâ buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine devâ bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette, ararsan bulursun.’ İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.”
(Sözler, 232)
|