Bir alıntıyla başlayalım… “Büyük devlet, hatalarıyla yüzleşebilen bir devlettir. Geçmişte idari ve siyasi hatalar yapılmıştır, bunlar yok sayılamaz. Kürt sorunu sadece bölgenin değil, tüm Türkiye’nin, herkesin sorunudur. Benim de sorunumdur… Kürt sorunu ne olacak, nasıl çözülecek? Anayasal düzen, toplumsal bütünlük içinde daha çok hukuk, daha çok demokrasi ve daha çok refahla çözülecek...”
Tarih: 12 Ağustos 2005. Yer: Diyarbakır. Sözlerin sahibi: Başbakan Tayyip Erdoğan.
2005 sonbaharı uzun süre sonra terör eylemlerinin yeniden boy gösterdiği, çatışmaların yeniden yoğunlaştığı bir dönemdi. AK Parti, PKK kaynaklı yoğun terör hadiseleriyle ilk kez tanışıyordu. Bu ilk temas ilk anda siyasi iktidarın Kürt sorununa ve şiddete farklı bir açıdan baktığı izlenimini vermişti. Başbakan’ın arka arkaya yaptığı konuşmalar, “geçmişe yönelik eleştiri, hatta dolaylı özür”, “sorunun varlığının ve farklılığının kabulü”, “çözüme demokrasi ve hukuk vurgusu” üçlüsü üzerine oturuyordu…
Bu “demokratik meltem” uzun sürmedi…
Hükümet bu sözlerin altını dolduracak adımlar atmadığı gibi, gün geçtikçe sertleşti, devlet ve asker dili ve bakışının benimseyeceği bir çizgide ilerledi ve bugünlere gelindi… Hem ciddi bir fırsat harcanmış, hem AK Parti “keskin bir siyasi dönüş” yaşamıştı..
Nitekim zamanla Erdoğan’ın Kürt sorununda “siyaset”e biçtiği rolün, DTP’nin oylarının AK Parti’ye kayması olduğu anlaşıldı. DTP’yi yenilgiye uğratmak halkın PKK’ya verdiği desteğin sona ermesi olarak düşünülüyordu. Bu hayalci mantık aslında asayiş politikalarından kopamamak anlamına geliyordu.
Tüm bunlara rağmen arada başka fırsatlar da yakalandı…
Örneğin Dağlıca baskını sonrası Türkiye’nin diplomatik başarısı ve PKK karşısındaki askeri hamle üstünlüğü, böyle bir fırsata “yeni bir zemin” hazırlamıştı…
Daha doğrusu PKK zora düşürüldükçe, buna paralel olarak “Kürt meselesinin normalleşmesi”yle ilgili adımların atılabilmesine uygun bir iklim oluşmuştu. Bu iklim toplumu, hatta devleti kuşatmıştı. Bir yanda toplumsal meşruiyet diğer yanda üstün bir durumda adım atmaya gelecek siyasi meşruiyet söz konusuydu…
Terörü bitirmek için yapılması gereken ana hatlarıyla belliydi:
1. Barzani’ye, Irak Kürtleri’yle “yakınlaşma” sağlamak, Irak Kürtlerinin hakkını teslim ederek PKK’nın Ortadoğu’da erimesine giden kapıyı zorlamak…
Diğer bir ifadeyle fiili yaşam alanı olan bölgenin diğer güçleri tarafından kabul gören ve kurumlaşan Kürt gerçeğini görmek, sindirmek ve iyi kullanmak…
2. PKK’nın silah bırakmasını sağlayacak adımlar atmak, özellikle bir “af ve yüzleşme politikası” mekanizmasını hızla devreye sokmak…
Diğer bir ifadeye sorunun siyasal ve toplumsal niteliğini dikkate alarak “psikolojik bir blokaj”ı kırmak, Kürt sorununun tartışılması ve çözümüne doğru “barış ve uzlaşı iklimi” doğurmak…
“Kürt meselesinin normalleşmesi” bugün de bu iki yoldan geçiyor…
Açık: Kürt sorununu sadece asayiş meselesi sanmak, sadece ekonomik yolla çözmeye kalkmak azgın terörü, silahlı çatışmaları, şehit cenazelerini azaltmaz…
Dün olduğu gibi…
Bugün olduğu gibi…
Gazetelerde “dağılan PKK” haberlerinin hemen ardından, “100-200 kişilik terörist grupların karakol baskınları ve onlarca şehit” haberlerini daha çok okumak zorunda kalırız…
Bu konuda umutlu olmak için belki ortada neden yok…
Ama sözün hâlâ hükmü var…
Yeni Şafak, 14.5.2008
|