Türk medyasında köşe sahibi, kanalda program sahibi, yayın yönetmeni vb. sıfatlarla yer alan şahsiyetler, ‘iç işlerimiz’ gibi kavramların bugünün dünyasında gitgide anlamsızlaştığının, hele Avrupa Birliği gibi ulus-aşırı birliklerde tamamen geçersizleştiğinin farkına varmamış olabilirler mi? Doğrusu buna ihtimal veremiyorum. Oysa, AB’nin Genişleme Süreci, dolayısıyla Türkiye ile ilgili konularında yetki verilmiş sözcülerine gösterdikleri tepkilerde, hâlâ, bu ‘İç işlerimize karışıyorlar’ havası hâkim.
Özellikle Karen Fogg’un elçiliği sırasında ‘sömürge valisi’ sıfatını da icat etmişlerdi ve ‘Sen karışma’ tavrıyla yazıp yazıştırıyorlar, ‘Senin gibi konuşan elçi var mı?’ demeye kadar vardırıyorlardı. Sanki AB’nin bir aday ülkeye gönderdiği elçinin işi, aynı ülkedeki Kanada veya Japonya elçisinin işiyle aynıymış gibi. AB’nin buradaki -herhangi bir aday ülkedeki- elçisinin görevi oraya karışmak.
Şimdi Barroso, Rehn, Lagedijk’la aynı komedya devam ediyor. Türkiye’deki ‘katı laikler’i eleştiriyorlarmış! ‘Laik’in ‘katı’sı, ‘yumuşak’ı mı olurmuş? Böyle konuşan adamı kim ciddiye alırmış?
Bunu diyen, Olli Rehn. Ama Bobby Behn de olabilir, Johnny Cahn da... O göreve getirilmiş herhangi bir Avrupalı, ’demokratik’ olmayan bir ‘laiklik’ anlayışı karşısında benzer bir şaşkınlık gösterecektir. ‘Ya laiklik ya demokrasi’ gibi bir ikilemden hiçbir şey anlamayacaktır. Sonuç olarak da, “Bizimle bir arada olmak istiyorsanız, bizim ‘laiklik’ anlayışımız böyle değil; onun için, demokrasiyle çelişen değil, demokrasiyle örtüşen bir laiklik anlayışı oluşturmaya çalışın” anlamında bir şeyler söyleyecektir.
Söyleyecektir, çünkü zaten görevi de bunları söylemektir.
Yemekte sıkıştırmışlar da, ‘Görülmekte olan davaya müdahale edilmez’ demişler, falan filan. Bu davanın nasıl bir dava olduğunu da, Olli Rehn veya Polly Mann veya her kimse, o makamı dolduracak Avrupalı bilir ve anlar. Avrupa Birliği’ne üye olabilmenin daha da önemli bir koşulu, bu mahiyette davaların açılabildiği bir ülke olmaktan vazgeçmektir. Dolayısıyla bunu söylemek, bu uyarıda bulunmak, gene o makamın görev alanı içine giren bir iştir.
Bizim bu köşe yazarlarımız, bu ‘kanaat önderleri’miz, yazdıkları ve söyledikleriyle AB’nin, önce şu somut konumlarda bulunan sözcülerini, sonra onları böylece yetkilendirenleri, en sonunda da Avrupa kamuoyunu, kendi savundukları ‘demokrasi ve laiklik’ anlayışına ikna edeceklerini mi düşünüyorlar? Karen Fogg’a sövüp saydılar, vaktinden biraz önce ayrılmasını sağladılar. Büyük zafer! Bu tuhaf episoddan sonra AB, Türkiye’nin AB içinde bulunmasına Fogg gibi taraftar olmayan ve çok az konuşan birini gönderdi. Buna da ‘zafer’ diyebilirdik, ama adam sonunda ağzını açtı ve ağzından çıkanlar bizim için sevindirici filan olmadı.
‘Kanaat önderleri’miz, herhalde, Avrupa’nın ‘kanaat’ine önderlik yapamayacaklarının farkındalar (‘iç işler’imizin ne kadar demode bir kavram olduğunu da aslında bildikleri gibi). Ve zaten, Avrupa Birliği’ne entegre olmuş bir Türkiye’de, herhangi bir şeyin önderi olamayacaklarının da farkındalar ve sorunları da bu. O halde, gene buradaki kanaatle işleri. Kamuoyunu AB fikrinden soğutmak, sabırla, istikrarla, Avrupa ilişkisini törpüleye törpüleye aşındırmak, bir yandan da ‘Batıcılık’ denen şeyi elden bırakmamak, ‘Beyaz Türk’ olmanın bu dönemdeki açmazı böyle bir şey.
Radikal, 10.5.2008
|