1. Hiçbir büyük medya grubuna ait olmayan Nokta dergisi, şimdi emekli olmuş Deniz Kuvvetleri Komutanı’na ait “günlükler” olduğunu belirterek içeriklerini yayınladı.
2. “Günlükler” basbayağı “askeri darbe tasavvurlarına aitti.
3. Polis dergiyi bastı, yani dergiyi matbaada basmak manasında değil de, bürosunu basmak, her şeye el koymak manasında.
4. Komutan önce günlükleri reddetti; sonra yargı yoluna başvurdu.
5. Askeri, siyasi, polisiye, yargısal, ulusal, kamusal, “bir kısım medya”sal kuşatma karşısında, derginin sahibi Nokta’yı kapattı.
6. Derginin yönetmeni Alper Görmüş hakkında dava açıldı.
7. Böyle böyle günler geçti.
8. “Günlükler” in sahte olmadığı belirlendi.
9. Görmüş “iftira ve neşren hakaret” davasından beraat etti.
10. Belgelerde adı geçen eski komutanlar bir şey demedi. Onlara da bir şey diyen yoktu zaten.
11. Öyle öyle günler yine geçecekti sanki.
*
Hiçbir siyasetçiye memleket “al evine götür, eşe dosta dağıt, parselle, el koy, istediğin gibi oy” diye teslim edilmediği gibi...
Hiçbir komutana da, silahlar, silahlı kuvvetler, rütbeler, üniformalar ile memleket, “sizindir, kimseye yar etmeyin, biraz ters geleni indirin, müdahale edin, darbe yapın” diye teslim edilmiyor.
Her ikisi de kamuya karşı sorumlu kamu görevleridir. Kamuya karşı kullanılmak üzere değildir.
Ne babadan oğla, kıza, geline, damada geçer; ne Anayasa’da belirtilmiş “zümre egemenliği, imtiyaz yasağı” gibi çok önemli “Cumhuriyetçi ilkeler”i çiğneme hakkı verir.
Bir daha söyleyeyim:
Birisi, ne Ankara’da cumhurbaşkanı, başbakan olduğu için, ne karada, havada, denizde, jandarmada komutan olduğu için “zümre egemenliği ve imtiyaz” oluşturamaz.
(Parasıyla, servetiyle, medyasıyla da oluşturamaz tabii!)
*
Ama yaşayan en önemli darbecisini, cumhurbaşkanı yaptığı yetmeyip bizzat halk oyu ile anayasal korumaya almış memleketin dengesi bozuktur zaten.
Ne eylülün, ne şubatın, ne nisanın hukuki hesabı sorulmuştur.
Bunu ne askeri yargı ne sivil yargı, ne bir gün “demokratik Türkiye Cumhuriyeti”nin kurmayları, ne de “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ndeki millet temsilcileri sormuştur.
Burası, en büyük medyasının, güçlü darbecileri değil, korumasız, mütevazı ama gazetecilikte ısrarlı meslektaşlarını taşladığı demokrasi, hukuk ve gazetecilik kültürüne sahiptir.
Burada ya tezgah kurulur ya da gizli mutabakat vasıtasıyla gemi yüzdürülür.
Yiğitlikten, mertlikten bunca bahsedilen bu topraklarda, en resmisinden en hür teşebbüsüne, en devletlisinden en çetesine, sözde sivil toplum örgütlerine kadar, kalleşlik ile entrika hüküm sürer.
*
Mesele sadece “darbe niyetleri” değildir.
Hakiki bir Cumhuriyet ile hakikate düşkün bir demokrasi, öncelikle “zümre egemenliği ve imtiyaz” ın hukuki, siyasi, idari, ahlaki hesabını sorar.
Kamusal görevlerin, kamu kaynaklarıyla alınmış silahların, kamusal eğitimle edinilmiş diploma, unvan, rütbe ve makamların, kamusal seçimle gelinmiş mevkilerin, asker veya sivil şahıslar tarafından nasıl olup da “kendi malları, imtiyazları, egemenlik hakları” gibi tasavvur edilip kullanılmak istendiğinin hesabını sorar.
Ayırmaz...
Askere de sorar, sivile de sorar.
Türkiye’nin en büyük yalanı buradadır:
Kendine “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” derken, en büyük fırtına hep “laiklik” üstünde koparken...
“Cumhuriyet ve demokrasi”nin “zümre egemenliği ve imtiyaza karşı” sözü ve özü her gün, her an Ankara’dan başlanarak yurt sathında çiğnenir.
Sakat bir cumhuriyet ile yarım demokrasi, zaten sosyal devlet de olamaz, hukuk devleti de!
Altta kalanı asla koruyamaz!
Sabah, 15.4.2008
|