Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hep aynı filmi mi izleyip duracağız?

Yetti artık, yetti. Hep aynı senaryo, hep aynı film. Senaristler belli, figüranlar değişiyor. Önce “ekonomik istikrar” güme gidiyor, hemen peşinden “siyasi istikrar” kayboluyor.

“Etkili ve yetkili” çevrelerin borusu ötmeye başlıyor. Hele “demokrasi özürlü bir iktidar” iş başındayken, hemen şapkasını alıp kaçabileceği için, bırakın “siyasi istikrarı” ortada siyaset miyaset de kalmıyor. 27 Mayıs1960’’ta da, 12 Mart 1971’de de, 12 Eylül 1980’de de, hep “aynı senaryo” işe başlayan filmlerin sonunda, siyasi iktidarların “iktidarlarına son verildi”, ekonomi içinden çıkılmaz hallere düştü.

Türkiye’de “mafya bozuntusu” çeteler çökertildi ama, “devleti çökertmek üzere örgütlenmiş çeteler” her yerde cirit atıyor. 12- 13 yaşındaki çocukların eline molotof kokteyli tutuşturarak, gazete binalarının bahçelerine fırlattırıyorlar. İşin içinde çocuklar var diye, provokasyonu küçümsemeyin. Şu sıralar, Akdeniz Üniversitesi’nde, silahlı saldırı yapacak hasta beyinliler bile, çocuk zekaları ile hareket ediyorlar.

Gazetelere yansıyan “çete mensuplarının” telefon görüşmelerinde de, belirtildiği gibi, “karanlık güçlerin” ortaya çıkması için, toplumu karşılıklı kamplaşmaya iten gerginlikler körüklendi. Bu gerginliklerden beklenen “siyasi sonuç” gerçekleşmeyince, yeniden “12 Eylül öncesi” olaylar hatırlandı. Son bir kaç aydır, üniversitelerde çeşitli öğrenci olayları ortaya çıktı. Yine 12- 13 yaşındaki çocuklar ellerine verilen “el bombalarını”, Cerrahpaşa Caddesi üzerindeki bir cami önüne, savunma tipi bir el bombası attılar.

Üzerinden iki otomobil geçen, parça tesirli el bombası, Allah’tan pimi çekildiği halde, ateşleme mekanizması yerinden çıktığı için patlamadı. Bomba patlasaydı, bombayı atan çocuklar da bu olayda bombanın etki alanında kalmış olacaklardı. Tezgahladıkları olayları gerçekleştirebilmek için küçük çocukları bile ölüme yollayan gözü dönmüş canilerden bir an önce kurtulmak gerekiyor. Olay, eskiden olduğu gibi bir “sağ- sol olayı” değildir. Olay, halkın oyuyla iktidara gelen bir partiyi, halkın oyuna güvenemedikleri için, demokratik olmayan bir yoldan “al aşağı” etmek isteyenlerin kurguladığı bir olaydır.

Son zamanda tırmanan bu olaylar, Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında, “Meclis’in oturuma başlayabilmesi için 367 milletvekilinin hazır bulunması şarttır” düşüncesinden destek bulanların, daha da ileriye yürümesi için “karanlık çevreler” tarafından tezgahlanan olaylardır. Bu olaylar, yüksek yargı organlarında görevli hukukçuların, 27 Mayıs askeri darbesini ve biri Başbakan olmak üzere, “üç bakanın idam edilmesini” memnuniyetle karşılayanlara gösterdikleri bir çeşit sevgi gösterisidir. Dünya ekonomik krizi yaygınlaşırken, Türkiye’yi güvensizlik ve belirsizlik ortamına sürükleyenler ve ekonomik istikrarı bozarak, siyasi iktidarı “al aşağı” etmek isteyenler sırf “üç kuruşluk çıkarları uğruna” bir ülkeyi ateşe atmayı, ekonomisinin kriz içersinde batmasını bile göze alabiliyor.

“Türkiye’nin demokratik saygınlığına” gölge düşürerek, Türkiye’ye ve Türkiye’nin imajına çok ağır bir darbe vurabiliyorlar. “Biz görevimizin başındayız” diyen hükümetin, görevini yerine getirmesi ve ülkeyi “çetelerden temizlemesi” ilk işi olmalıdır. Eğer bunlar eski alışkanlıklarını sürdürerek ülkeyi “kan gölüne” çevirmeye göze alırlarsa, iş işten geçmiş olur. Onun için, üniversitelerimizi yeniden “silahlı çatışma” ortamına çeken, el bombalarını, molotof kokteyllerini attıranları, Türkiye’yi yeniden bir “darbe ortamına çekmek için tezgah kuranları” bir an önce ortaya çıkarmak gerekir. Bunun için hükümetin elinde hem yetki var, hem yeterli güç.

Bugün, 8.4.2008

Can Aksın

09.04.2008


 

Biz bu filmi görmüştük

Farklı gruplardan genç arkadaşlara aynı şeyi söylüyorum: “Siyasetle ilgilenin ama birbirinizi düşman görmeyin. Tartışın, fikirlerinizi savunun ama kavga etmeyin, şiddetten uzak durun.”

Akdeniz Üniversitesi’ndeki eli silahlı provokatör görüntüleri tüm gençlere ders olmalı. İşte böyle kışkırtıyorlar: Birine ateş ettiriyorlar. Bunun üzerine taraflar “kendimi korumalıyım” kaygısına düşüyor.

Biz bu numarayı 12 Eylül 1980 öncesinde çok gördük. Aynı tabanca, sabah bir solcunun eline verilerek bir ülkücü öldürülüyordu. Akşam saatlerinde aynı tabanca bir ülkücüye teslim edilerek bir solcunun öldürülmesi sağlanıyordu.

Gelişigüzel bir örnek değil bu... Aynen vakidir. Saptanmıştır. İspatlanmıştır.

Bir başka örneği Star gazetesinin Ankara temsilcisi olan Şamil Tayyar, Zaman gazetesinden Nuriye Akman ile yaptığı röportajda anlattı. Bakın neler diyor:

“Hayatımın dönüm noktası bir olayı anlatayım. Gaziantep’in İslahiye ilçesi doğup büyüdüğüm yer. Babam kasaptır. İslahiye’deki subay ve astsubay gazinosunun et ihtiyacını biz karşılıyorduk. 12 Eylül’den kısa bir süre sonra, bir gün alaya et götürmüştüm. Dönerken... Naci binbaşı diye çok meşhur bir istihbaratçı vardı. Naci binbaşı bir gencin omuzlarına elini atmış, çok samimi bir şekilde yolda yürüyorlardı.

O genç, bizim ağabey diye hitap ettiğimiz ve ülkücü hareket içerisinde son derece önemli isimlerden biriydi. İslahiye’de eğer on bombalama eylemi olmuşsa dokuzunu o gerçekleştirmiştir. Tırmanan eylemlerin baş aktörlerinden birisini, o istihbaratçı subayla sarmaş dolaş görmek bende bir travma yarattı. Ondan sonra bunları sorgulamaya başladım. MHP davasında ortaya çıkan bazı gerçekler de sorgulayıcı yanımı tetikledi. Açıkçası kandırıldığımızı düşündüm.”

O tezgâhı kuranlar, bugün Ergenekon adını verdiğimiz teşkilatın atalarıdır.

Şimdikilerin de birçok şehirde örgütlendiklerini, çevrelerine topladıkları insanlara “ ölme ve öldürme üzerine “ yeminler ettirdiklerini biliyoruz.

Tasfiye sürecine girildiği için direnecek, kışkırtma dozunu artıracaklardır. Sakın kanmayın. Tuzağa düşmeyin.

Sabah, 8.4.2008

Emre Aköz

09.04.2008


 

Bozkurt, çağdaş hukuk ve Cumhuriyet

Mahmut Esat Bozkurt türk hukuk tarihinde çok önemli bir isim, Atatürk dönemi Adalet Bakanı ve bugün hala devletler hukuku derslerinde örnek vaka olarak okutulan uluslararası Lotus davasının altında türk tarafı olarak imzası bulunan kişi.

1920’ler, 30’lar, 40’lar hem Türkiye’nin hem de dünyanın çok farklı siyasi dengeler içinde bulunduğu dönemler ve ciddiyeti elden kaçırmamak için de bu dönemleri kendi kavramsal çerçeveleri içinde ele almak, öyle değerlendirmek belki daha doğru bir tutum.

Cumhuriyet dönemi uzmanları, tarihçiler bu konu etrafında zaten çalışıyorlar ve çalışacaklar ve tarih içinde de insanlar kararlarını verecekler ve muhtemelen insanların bu kararları da birbirlerinden çok farklı olacak ama bu farklılıklar da günümüzü ancak marjda ilgilendirecek.

İnternet ortamında Mahmut Esat Bozkurt ismini yazdığınızda karşınıza gelen bilgilerden rahmetli Bozkurt hakkında çok farklı kanaatlere ulaşabilirsiniz.

Meseleye daha iyimser bir gözlükle bakıyorsanız Türkiye’nin ilk uluslararası hukuk davası olan ve Türkiye’nin kazandığı Lotus davası üzerinden Mahmut Esat Bozkurt’u hatırlayabilirsiniz; o tarihlerde Lahey Adalet Divanı’na gitme konusunda ısrarcı olmak, bu konuda Atatürk’ü ikna etmek çok kolay şeyler değil.

Bugün dahi hala devletlü zihniyetin bir dizi konuda Lahey Adalet Divanı’na gitmede saçma sapan ulusalcı korkular nedeniyle ne kadar çekingen davrandığını da hatırlayalım.

1943 senesinde vefat eden Mahmut Esat Bozkurt’u başka türlü hatırlamak da mümkün.

İnternet ortamlarında genellikle ‘türkçü Bozkurt’ diye adı geçen eski Adalet Bakanı’nı 7 Nisan tarihli Star gazetesinde Ahmet Kekeç’in köşesinde yazdığı ve Ağrı kürt isyanından sonra söylediği ‘Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman hatta dağlar bu hakikatı böyle bilsin.’

Bu ifade de Mahmut Esat Bozkurt’a ait ve bugün dinlediğiniz zaman, şayet aklınızı peynir ekmekle yememişseniz, tüyleriniz diken diken oluyor.

Mahmut Esat Bozkurt’un Ağrı kürt isyanı sonrası verdiği bu demeçle dağlara yani kürtlere, yani saf türk soyundan olmayan bu insanlara bu ülkedeki gelecekteki konumları çok net bir biçimde hatırlatılıyor, gösteriliyor.

Mesele 1930’larla da sınırlı değil; Mahmut Esat Bozkurt’un demeci üzerinden çok net bir biçimde yine saf türk soyundan olmayan başka bir yurttaşımızın, Hrant Dink’in de macerasını okuyabilirsiniz.

Yazının başında da vurgulamaya çalıştığım gibi Mahmut Esat Bozkurt’u çağı içinde ele alalım, eleştirelim, beğenelim ama bugüne yönelik örnekleri, dersleri Bozkurt üzerinden üretmeyelim, ancak meselelere 2008 senesinde başka türlü bakmanın da artık çağdaşlığın, hukukçu olmanın bir gereği olduğunu unutmayalım.

Geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul Barosu Yönetim Kurulu her sene çağdaşlaşmayı savunan bir hukukçuya verdiği ‘Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü’nü bu sene Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’na düzenlenen bir törenle verildi.

İstanbul Barosu’nun bu ödülü neden Sayın Eminağaoğlu’na verdiğini bilemem, mutlaka anlamlı bir nedeni vardır ama benim aklıma takılan konu 2008 senesinde bir hukuk ödülünün yukarıdaki demecinde görüldüğü gibi yurttaşları saf kanları üzerinden değerlendiren, bu saf kana sahip olmayanlara da hizmetçiliği, köleliği uygun gören bir tarihi şahsiyetin adıyla verilmesinin tuhaflığı.

Çağdaşlık için hukuk ödülünü Bozkurt anısına ve adına vermeyi sürdürdüğünüz sürece bu ülkede anayasal yurttaşlık kavramına, hatta mevcut kötü Anayasa’nın yine çok kötü formüle edilmiş 66. maddesine bile inanmadığımız biraz da fazla açık bir biçimde herkesin, özellikle de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kürtlerin, ermenilerin, rumların, süryanilerin vs. yüzüne vurulmuş oluyor.

2008 senesinde tenkit edilmesi gereken Mahmut Esat Bozkurt’un 1930 senesinde söylediği değil de, bugün hala bu isimde ödül verme zihniyeti olmalıdır.

Yargıtay’ın girişinde hala Bozkurt’un sözleri, İstanbul Barosu’nda ise adına ödüller varsa hukuk süreci içinde AKP davasına da, Hrant Dink davasına da, Vakıflar Yasası davasına da insanların kuşkulu bakmaları çok doğaldır.

Benim kaygım Bozkurt’un 1930 tarihli değerlendirmesinin bugün hala yüksek yargı organlarının bilinçaltında mevcut olduğu ihtimalidir.

Bu ihtimal ise çağdaş, laik, demokratik, hukuk devleti esaslarına dayalı Cumhuriyet için en büyük tehlikedir.

Star, 8.4.2008

Eser Karakaş

09.04.2008


 

AKP, AB’ye sırt dönmenin faturasını ödüyor

Şu soru hemen hergün soruluyor: “Eğer Ak Parti, Avrupa Birliği reformlarını sürdürebilmiş olsaydı. Müzakerelerde mesafe alınabilmiş olsaydı. Bugünkü gerilimler yaşanabilir miydi ?”

Ben, en sonunda vereceğim yanıtı baştan vereyim: Hayır, eğer AB ile ilişkiler gerektiği gibi gelişmiş olsaydı, bugün ne AKP davası açılır, ne de bu gerilimlerin içine düşülürdü.

Şimdi gelin, işin başına dönelim ve bugüne nasıl geldiğimize bakalım.

2004 aralığında, Türkiye ile AB arasında katılma müzakerelerin açılma kararının çıkmasıyla birlikte, Ak Parti ilgisini kaybetti. Gerçekten de büyük reformlar yapmış, yorulmuştu. Belki de bu başarıyı beklemiyordu. Neyse, dosyayı kapattı. 2006 yılından itibaren hemen hemen hiçbir şey yapmadı.

Hareket etmemesinin birçok gerekçesi vardı.

Limanlarımızı Kıbrıs gemilerine açmadığımızdan dolayı, AB konseyinin 8 müzakere paragrafını askıya almasından tutun, Sarkozy-Merkel ikilisinin çıkardıkları engeller ve 2007’deki seçim sürecinin krize dönüşmesine kadar bir dizi sorunlarla karşılaşıldı. Ancak bütün bunlara rağmen, AKP iktidarı istese, yine de gereken adımları atabilirdi.

Örnek vermek istiyorum:

1. Limanlarımızı açmamamız, kimse kızmasın, bizlerin yanlış politikalarımızın sonucunda kendi tuzağımıza kendi kendimize düşmemizden başka birşey değildir. Türkiye iyi bir planlama yapabilmiş olsaydı, limanlarını açabilir ve bu adım Kıbrıs’ı resmen tanıma anlamına gelmezdi. Bu konu başından itibaren son derece hatalı biçimde ele alındı.

2. Sarkozy-Merkel ikilisinin Türkiye’nin işini zorlaştırdığı ve bundan dolayı da AKP’ nin gereken adımları atamadığı söylemi de son derece yanlış. Zira unutmamamız gerekir ki,tüm olumsuz konuşmalarına, Türkiye’ye tam üyelikten çok İmtiyazlı Ortaklık verilmesi gerektiğini söylemelerine rağmen, bu iki lider Türkiye ile müzakereleri durdurmadılar. Durdurulması için kampanya açmadılar. İç politik nedenlerle ağızlarına geleni söylediler, ancak müzakerelere hep yeşil ışık yaktılar.

3. En önemli sorun, AKP’ nin seçim sürecinde MHP’den ve Ulusalcılardan korkup AB’yi rafta bırakmasından kaynaklandı. Örneğin, 301’in değişmesi için yapılan tüm iç ve dış çağırılara ve baskılara rağmen, kıpırdamadılar.Bu süreci bizzat yaşadığımdan dolayı çok iyi biliyorum.

İşte bu şekilde bu noktaya geldik.

Şimdi, bu filmi geriye çevirelim ve aynı süreçte nelerin yapılabilineceğine bakalım:

Askıya alınmış olan 8 paragrafın dışında kalanlarda gelişme yaşanabilirdi.

Türkiye’nin bir yüz karası durumuna giren 301’in madde tümüyle kaldırılabilir veya değiştirilebilirdi.

En önemlisi, AB komisyonunun, geri kalan paragraflar için koyduğu ve sayıları 50’yi aşan Açılış Kriterlerinin hiç değilse yarısı düzenlenebilirdi.

O zaman ne olurdu ?

O zaman, bakın neler olurdu:

O zaman, Avrupa Birliğinde Türkiye’nin tam üyeliğini destekleyen 22 ülkenin yaklaşımı çok daha kesinleşirdi. Türkiye’ye destek ve güven daha da artardı. Daha önemlisi, AKP hakkındaki kuşku ve kaygılar büyük oranda azalır, ülkenin islamlaştırılacağı korkusu bu kadar büyümezdi.

Türkiye’nin Avrupa Birliğine daha fazla yakınlaşması sağlanırdı. Bağlar daha da güçlenirdi.

Türkiye, Avrupa Birliğinin gündeminden düşmezdi.

Böyle bir durumda da, bugün yaşadıklarımız bu noktaya gelmezdi.

Avrupanın sistemine girmiş , müzakerelere asıldığını gösteren bir Türkiye’nin üzerindeki Avrupa şemsiyesi tartışmaların büyük bölümünü engelleyebilirdi.

Sadece bununla da kalmayalım.

Eğer müzakerelerde ilerleme sağlanabilmiş olsaydı, AKP de yüzde 47 oy aldıktan sonra böylesine hoyratça hareket edemezdi. Birden bire türban konusunu atamazdı. Kapatma davası çıkmazdı. Muhalefette böylesine sert tepkiler göstermezdi.

Neden biliyor musunuz?

Zira gündemimiz Avrupa ‘ya kayacaktı.

Avrupaya doğru yürüdüğünü ispatlayan bir AKP’nin, laik sistemi değiştiremeyeceği bilineceğniden dolayı AB güvencesi yaygınlaşacaktı.

Avrupa’nın şemsiyesi demokrasimizi korumaya alacaktı.

Gündemimiz ekonomik sorunlara dönecek, bambaşka konuları tartışılıyor olacaktı. Türkiye öylesine büyük bir reform fırtınasına girecekti ki, bugünkü konular küçük kalacaktı.

Bugün artık Türkiye’nin adaylığı sadece kağıt üzerindedir. Hele AB Komisyonunun çabaları olmasa, müzakere sürecinin tümüyle durduğu dahi söylenebilir.

Böyle bir Türkiye’nin AB çıpası yok olmak üzeredir. Çıpayı denize bıraktığımız taktirde de, ülkemizin hangi denizlere kayacağını bilemeyiz.

Posta, 8.4.2008

Mehmet Ali Birand

09.04.2008


 

Garabet

Askerî Yargıtay 94. kuruluş yılını kutluyor.

Kara Kuvvetleri 2217. kuruluş yılını kutlayacak.

AKP 7. yılında.

Polis teşkilatı 163. kuruluş yılını kutladı.

Cumhuriyet 85 yaşında.

Sayıştay 146 yaşında

Fenerbahçe 101 yaşında.

Danıştay 104 yaşında.

Anayasamız 26 yaşında.

Bu çelişkileri bugün açıklamak kolay.

Yarın yeni nesillere nasıl anlatacaksınız?

Kürt nedir, sorusuna cevap arayan akademik makalelerdeki gibi, “Kürt yoktur. Onlar karda yürürken kart kurt sesi çıkaran Türklerdir” gibi bilimsel araştırmalar yaptırmaya ihtiyaç duyulacak mı?

Çelişkidir, kabul edin.

Çelişkidir ama şimdilik yapacak bir şey yok, demek dururken açıklamaya uğraşmak..Tutarlı gerekçeler aramak garip oluyor.

Kıdem sırasına dizsek.. Anayasamız bile sondan ikinci oluyor.

980’de bütün partiler kapatılıp normal döneme geçildiği zaman kıdemli siyasetçiler en yaşlı partimiz 5 yaşında.. Gerisini varın siz hesap edin, derlerdi.

2002’de sayacı bir de seçmen sıfırladı..şimdi iktidar partisi bile 7 yaşında.

Biz niye bu işleri yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Çok zor bir iş mi, biz mi beceriksiziz? Yoksa ha bire dışardan parmaklayanlar mı var?

Yap-boz.

Yap boza bir de isim bul.

...

Şimdi yeni bir kavram bulundu:

“Kurucu irade” diyorlar.

Bu kavram tam açılmıyor ama özelleştirilen şirketlerde kamunun altın hisseyi elinde bulundurması gibi.

Yani şirketin yüzde 98’i özel sektöre devredilse dahi, yüzde 2’nin onayı olmadan önemli kararlar alamaması gibi.

Bunda bir anormallik yok.

Birçok ülkede örtülü şekilde zaten böyle bir uygulama var.

Anormal olanı altın hisseyi kimin temsil edeceği.

Bunu netleştirin, bitsin iş.

Türkiye, 8.4.2008

Ahmet Sağır

09.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri