Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Darbecilikten, cuntacılıktan demokrasi kahramanlığına...

İLHAN Selçuk gözaltına alınınca neredeyse kırk yıl öncesine gittim. 1969’u, 1970’i, 1971’i düşündüm. Darbeci ya da cuntacı yıllarımı...

Bu işlerin içindeki bir çoğumuz gibi ben de mesleğimi o zamanlar devrimci diye tarif ediyordum. Bir araç olan askeri darbe ile ‘devrim’in önünü açacaktık çünkü...

Öyle inanıyorduk.

Gözümün önünden geçip giden filmin karelerinde kimler yoktu ki. Doğan Avcıoğlu’yla İlhan Selçuk vardı, İlhami Soysal‘la Uğur Mumcu vardı, Cemal Madanoğlu Paşa’yla birlikte daha nice general ve asker kişi vardı.

O tarihlerde ‘darbe’nin peşindeydik. Özellikle Ankara’da askerle ‘organize işler’in içindeydik.

Bize çalışan bazı devrimci gençler sağda solda bomba patlatarak asker için darbe ortamı oluşturuyordu. “Ordu-gençlik el ele, milli cephede!” mitingleri düzenleniyordu.

Bir keresinde, bir arkadaşı tarafından kazayla öldürülen devrimci bir genci, “Ülkücüler vurdu!” diyerek neredeyse bütün Ankara ayağa kaldırılmış, büyük bir gösteri yapılmıştı.

Başbakan Demirel‘le hükümetini ve ‘faşizm’i protesto ederek Ankara’da Tandoğan Meydanı’na yürüyenler, aslında neye alet olarak yürüdüklerini bilmiyorlardı tabii...

Dergimizin adı Devrim’di.

Doğan Avcıoğlu yönetiyordu.

İki hedefimiz vardı:

Biri Demirel, öteki Ecevit.

İkisini de düşman görüyorduk. İkisi de umut olmaktan çıkarılmalı, ikisi de siyaseten yıkılmalı, inandırıcılıkları beş paralık edilmeliydi.

AP lideri ve Başbakan Demirel, ‘Amerikan emperyalizmi‘nin uşağı idi. Ayrıca bir ‘yobaz‘dı, ‘gizli gündem’ sahibi; ‘Nurlu ufuklar’ diyerek Türkiye’yi irtica karanlığına çekmek isteyen Said Nursi cemaatindendi çünkü...

Ecevit ise çok partili demokrasiye sahip çıkan bir ‘romantik’ti. Demirel’e alternatif oluşturduğu için de demokrasiye umut bağlanmasına neden oluyordu.

Oysa, demokrasi bize yaramazdı.

Halk cahildi!

Bizde seçim sandığından hep Menderes, Demirel gibi emperyalizmin işbirlikçileri, bir de ‘şeriatçı gericiler’ çıkıyordu.

Ne mi yapmak lazımdı?

Önce askeri bir darbeyle parlamentonun ve partilerin kapısına kilit vurulacaktı. Ve Moskova’da pişirilen ‘kapitalist olmayan yol‘dan devletçi bir düzene doğru yol alacaktı Türkiye...

Devrim dergisinde, bir yandan demokrasinin bizim gibi ülkelere neden yaramadığını anlatan yayınlar yaparken, öte yandan ‘kapitalist olmayan yol’a girmiş ülkelerle ilgili yazıları hiç eksik etmiyorduk.

Irak’ta Saddam Hüseyin’i, Suriye’de Hafız Esad’ı, Libya’da Kaddafi‘yi, Sudan’da General Nimeyri‘yi ya da Mısır’da Nasır’ı sahneye çıkaran Batı karşıtı, Baasçı, otoriter rejimlerin propagandasını yapıyorduk.

Herşey darbe içindi!

Herşey, ‘cahil halk‘ın oylarıyla seçim sandığından çıkan işbirlikçi, yobaz, gerici düzene son vermek içindi.

Herşey, cici demokrasi diye yerin dibine batırdığımız çok partili demokrasinin çanına ot tıkamak içindi.

Ama olmadı.

9 Mart değil 12 Mart kazandı!

Biz değil onlar kazandı.

1971’de askerden darbe geldi ama bizim istediğimiz darbe değildi bu. 12 Mart, demokratik hak ve özgürlüklerin, insan haklarının canına okudu. Deniz Gezmiş’leri idam sehpasına gönderdi. Ziverbey Köşkü adındaki işkence evinden geçirdi, Doğan Bey’i, İlhan Abi’yi, İlhami Abi’yi...

9 Mart’a karşı ünlü Madanoğlu davası açıldı. Ama sonunda beraat çıktı.

Masum muyduk?

Darbeye karışmamış mıydık?

Askerle organize işler içinde olmadığımız için mi, 12 Mart’ta Madanoğlu Davası beraatle sonuçlanmıştı?

Sanmıyorum.

Çünkü, işin aslı ‘hukuk’la pek fazla ilgili değildi. Delillerde yetersizlik olabilirdi. Ama beraat konusunda işi aslı daha çok darbe hukuku ile ilgiliydi.

Madanoğlu davası beraatle sonuçlanmak zorundaydı. Zira aksi halde, işin ucu ordunun en tepesine, örneğin Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler Paşa’ya, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur Paşa’ya kadar uzanacaktı.

Bunu kimse göze alamadı.

Madanoğlu davasında beraat kararı böyle geldi.

İlginç olan bir nokta daha vardı. 9 Martçılar bu beraat kararıyla sanki ‘demokrasi kahramanı’ oldular.

Evet, 12 Mart 1971 askeri rejimi, ülkede demokrasi ve insan haklarının canına okudu. Ancak, 9 Mart da bir ‘demokrasi hareketi’ değildi ki.

Tam tersine çok partili demokrasiye paydos için yola çıkmış, Türkiye’nin Batı’ya sırtını dönerek başka sulara açılmasını öngören, askerci-cuntacı bir gizli örgütlenmeydi.

Ancak cuntacı takımı, ‘Bolşevik’ metotlardan da bir şeyler kaptığı için, bu işleri ters yüz etmekte mahirdir.

Demokrasinin köküne kibrit suyu ekmek için yola çıkmışsınızdır, ama burası Türkiye’dir, zaman geçer demokrasi kahramanı da olabilirsiniz.

12 Mart’ta böyle olmuştu(H).

Tarih tekerrür edebilir mi?

Bilemiyorum.

Ama Shakespeare’in sözü aklımda:

“Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.”

Milliyet, 25.3.2008

Hasan Cemal

26.03.2008


 

Yargı reformu olmadan olmaz

Belli ki Hükümet, Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatmasını güçleştirici bir düzenleme yapmak zorunda kalacak. Çünkü kendisini güvende hissetmiyor.

Sebep elbette savcının iddianamesinin hukuki değeri falan değil; orada yer verilen sözlerin çoğu suç olmadığı gibi, liberal demokrasinin de gerekleri. Zaten savcı da bunun farkında olduğu için, kapatmayı gerektiren eylemlerin ‘ceza hukukunda mutlaka suç olarak düzenlenmiş ve bu konudaki davaların da mahkumiyetle sonuçlanmış olması gerekmemektedir’ diyor. Türkçesi, ‘hukuka göre suç olmayabilir, ama ben suç görüyorum’ demiş oluyor.

Ama Hükümet yine de korkuyor, çünkü Anayasa Mahkemesi’nin adil karar vermeyebileceğine inanıyor. ‘367 Kararı’ndan sonra her şey mümkün’ diye düşünüyor; CHP’nin duyduğu güven ölçüsünde o güvensizlik duyuyor.

Duyuyor, çünkü Anayasa Mahkemesi üyelerinin yüzde sekseninin CHP’li olduğu yazılıyor, ‘Sezer’in atadığı üyeler şu yönde oy kullanacak’, ‘Özal’ın atadığı üyeler şu yönde’ diye yazılıyor; ‘bu karar 9’e 2 çıkar’ diye yazılıyor. İşin daha kötüsü, gerçekten de öyle çıkıyor!

Böyle bir ortamda, ‘lütfen yargıya müdahale etmeyelim!’ veya ‘herkes yargı kararlarına saygı duymak zorundadır’ sözünü DP geleneği değil, sıklıkla CHP’liler söylüyor. Yargının verdiği kararlar, sıklıkla onların altına imza atacağı yönde oluyor.

Bu neden böyle? Neden yüksek yargı CHP gibi karar veriyor? Yoksa kadrolaşma sadece hükümetlerin işleyebileceği bir suç değil mi? Neden her adli yıl açılış törenlerinde, ‘son zamanlarda laiklikten uzaklaşan siyasi iktidar’ uyarılır? Nasıl olur da bu ülkede çoğunluğun seçip iktidara getirdiği insanları katleden darbecileri açıktan açığa öven ve darbeyi destekleyen bir Danıştay Başsavcısı görevde kalabilir?

Çünkü yüksek yargının demokratik meşruluk sorunu çözülmemiştir.

Çünkü Türkiye’de evrensel anlamıyla bir kuvvetler ayrılığı yoktur. Kuvvetlerin ikisi (yasama ve yürütme) kaynağını halktan alırken, biri (yargı) kendinden alır. Demokratik rejim için bu kuvvetlerden hepsinin oluşumu ve sorumluluğu bakımından halka dayanması gerekir.

Oysa Türkiye’de öyle değil. Tersine, yargı oluşumunu ve yetkisini toplumdan almayan toplumdan bağımsız, kendi kendisini üreten bürokratik bir varlık. Böyle olunca da, bütün kavramlar bambaşka anlamlar kazanıyor. Örneğin, bu haliyle ‘yargı bağımsızlığı’ diyenler, yargının demokratik süreçlerden bağımsız olmasını ifade ediyor. Yargı kararlarını tartışma dışı tutmak için ‘hukukun üstünlüğü’nü öne sürmek de, çoğu kez ‘bürokratın üstünlüğü’ anlamına geliyor.

Sorun derin. Eğer demokrasicilik oynamaya devam edip, halktan korkup, onun üstüne, onun yetkilendirmediği bürokratları koyacaksak, bunun adına demokrasi demeyelim. Eğer diyeceksek, çağdaş demokrasilerde olduğu gibi, yargı erkini de seçimle göreve getirmek zorundayız.

Hükümet kapatma davasını aşsa bile, yüksek yargının yapısı değiştirilip üyelerinin belirlenmesinde seçilmiş organlar yetkili kılınmadıkça, sorun bitmeyecek.

Bazı siyasetçiler yargıdan korkmaya, bazıları da güvenmeye devam edecek.

Star, 25.3.2008

Berat Özipek

26.03.2008


 

Dick’s war

WWW.politicalcortex.com adlı siyasi yorum sitesi, Cheney ve Irak Savaşı hakkında bir film çekilse ne olur diye dalgasını geçmiş: ‘Acaba Hollywood yapımcıları, ‘Bush’un Irak savaşı’ filmini ne zaman çevirecek? Düşünsenize: Dünya prömiyerinin finansmanını vatansever Halliburton şirketi yapabilir. Ne de olsa savaştan kazanılan rantın vergisini ödememek için Halliburton, Dubai’ye taşındı. Acaba saygıdeğer Dick Cheney’nin bu kararda rolü neydi?’

HALLIBURTON VAKASI

Hazır Dick Cheney, Afganistan’a asker istemenin yanı sıra, kendi deyimiyle ‘müthiş çok’ konuyu tartışmak için’ Türkiye’ye gelmişken kendisini biraz tanıyalım...

Cheney, kamuoyu anketlerine göre Amerikan tarihinin en etkili ve güçlü Başkan Yardımcısı. Irak ve ‘teröre karşı savaş’ı sonuna kadar yürütmeye kararlı olan Cheney’in savaşkanlığı kadar ‘iş’ bağlantıları da tartışmalı. Halliburton adlı uluslararası şirketle halen süren bağlantısı ise pek enteresan...

Körfez Savaşı’nda Baba Bush’un Savunma Bakanı olan Dick Cheney, Pentagon’dan Halliburton’a 8.5 milyon dolarlık bir araştırma bütçesi ayırdı. Araştırmanın konusu, savaş bölgesinde özel askeri birliklerin kullanılmasıydı.

2000 yılında W. Bush’un kampanyasına destek olmak için Halliburton’dan istifa etti. Ayrıldığında toplam değeri 34 milyon dolarlık ‘tazminat paketi’ne hak kazandı.

Halliburton, Usame bin Ladin’in 2004 yılında yayınladığı videoda yine gündeme geldi. Bin Ladin, “Irak Savaşı bazı büyük şirketlere milyarlarca dolarlık kazanç getiriyor’ diyordu.

Asıl işi petrolle gaz arama ve üretimi için teknolojik destek sağlamak olan Halliburton, 1 yıl önce operasyon merkezi olarak Dubai’ye taşındı. Cheney’in şirketle hukuki bağlantısı sürüyor.

Politika uzmanı John Burnett, Cheney’in Halliburton’daki iş bağlantılarını, Vietnam dönemindeki Başkan Johnson’ın karanlık işlerine benzetiyor.

Dick Cheney, Beyaz Saray’da istediği gibi at koşturmuş bir politikacı. Savunma Bakanı yaptığı Donald Rumsfeld, sonunda istifa etti. Bush’un ilk dönemindeki Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın itirazına rağmen Paul Wolfowitz’i Pentagon’un iki numarası yaptı... Yine Powell’ın itirazlarına rağmen ultra-milliyetçi Joun Bolton, uluslararası güvenlik ve silah kontrolünde sorumlu ikinci isim oldu. Irak Savaşı öncesinde sık sık CIA’i ziyaret ederek Saddam’ın El Kaide ile bağlantısı hakkında yetkililere baskı yaptığı iddia edildi.

Cheney’nin sağ kolu Lewis Scooter Libby, Colin Powell’ın 2003’te BM’de yapacağı konuşmayı değiştirmeye çalıştı. Libby, CIA görevlisi Valerie Plame’in işten çıkarılması hakkında yürütülen soruşturmanın neticesinde 2005’te istifa etmek zorunda kaldı. Cheney’nin CIA skandalıyla doğrudan bağlantılı olduğu iddia edildi.

Akşam, 25.3.2008

Mehveş Ekin

26.03.2008


 

Ergenekon’un sonu Susurluk gibi olmasın

ORTADA bir terör örgütü var. Savcılar aylardan beri titiz bir çalışma içinde. Kanunların kendilerine verdiği yetki çerçevesinde işlerini yapıyorlar. Ancak, son operasyon birilerini tedirgin etti.

Bu güne kadar her soruşturmada (Susurluk skandalında olduğu gibi) ‘Ucu nereye varırsa varsın’ diyenler, şimdi hep beraber ‘Artık bitsin’ noktasında. İdeolojik yakınlık ve eski arkadaşlık dayanışması, görülmez bir dokunulmazlık zırhı olarak karşımıza çıktı. Soruşturmanın başında ‘Ergenekon terör örgütü’ tanımını yapan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, dün ‘sürecin sonuna yaklaşıldı’ğını bildirdi.

Başka ülkelerde örneği görülmeyen bir süreç yaşanıyor. Savcı, sağlam deliller bulmak için çaba sarf ettikçe, birileri ‘Neden uzatıyorsun?’ diye soruyor. Şimdi olduğu gibi dün de aynı şeyler söylendi. Örneğin Kemal Kerinçsiz. Tutuklanmadan önce, ‘Davayı uzatıyor’ diye savcı için demediğini bırakmamıştı. Hatta, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na şikayette bulunmuştu. Bununla yetinmeyip soruşturma savcısını tam 7 ayrı adrese şikayet etmişti. Şark kurnazlığı içine girip, ilgisi olmamasına rağmen aynı şikayet dilekçesini Genelkurmay Başkanlığı’na göndermişti.

Bunlar yıldırma taktikleri. Emniyette yapılan sorgu sırasında, şüphelilerden biri avukatı aracılığı ile kamuoyuna duyuru yaptı. Neymiş efendim, ‘askere ikinci çuval geçirme girişimi’ yaşanıyormuş. Adam en zor zamanında bile, tahrikçi sözler söylemeden edemiyor. Farkında değil, sorgu anında bile isnat edilen suçu işliyor.

Başsavcı, dünkü açıklamasında ‘Ergenekon adı verilen soruşturma kapsamında yapılan operasyon ve işlemlerin, kamuoyu gündeminde yer alan diğer davalarla hiçbir ilişkisi bulunmadığını’ belirtiyor. Yani, son gözaltıları kapatma davasının rövanşı olarak değerlendirmek yanlış. Ancak gazetelere yansıyan başka iddiaları da görmek gerekiyor. Örneğin İlhan Selçuk, sorgu sürecini anlatırken, kendisine sorulan sorular için, ‘Çoğu telefon dinlemelerine dayanıyor.’ diyor. Sabah ve Star gazeteleri önceki gün telefon konuşmalarında neler olduğunu yayınladı. Selçuk’un oradaki sözleri şöyle: “Bugüne kadar ekonomik kriz çıkmadı. Davayı açtırıyoruz. Kapatma davasından sonra mutlaka kriz çıkar. Ak Parti’den kurtulmak lazım.”

Büyük bir soruşturmayı tek bir kişiye indirgeyerek karşı çıkmak yanlış. Yoksa millet, örgütün liderini o kişi sanacak. Yargıyı rahat bırakalım, en doğru kararı onlar verecek.

Zaman, 25.3.2008

Ali Akkuş

26.03.2008


 

“Büyük Resim” ortaya çıkacak diye korkuyorlar!

SON gözaltılara “Anti-AKP temizliği” refleksiyle tepki gösterenler, “Ulusalcı-Darbeci” Ergenekon çetesinin üzerine kararlılıkla gidiliyor olmasından rahatsızlık duyuyorlar.

Ergenekon örgütünü imal eden gizli ellerin Susurluk mekanizmasının da yapımcısı olduğu aşikardır…

Buradaki bağlantı sadece Veli Küçük değildir…

Küçük Paşa’nın “büyükleri” de “büyükbabaları” da biliniyor!

Perde arkasındaki büyük resmin tamamına ulaşılmış olduğunu daha önce vurgulamıştım…

* * *

Geçmişte Susurluk skandalının üzerine gidilmesini istiyormuş gibi yapanlarla, şimdilerde Ergenekon yapılanması aleyhinde olumsuz tek kelime sarf etmeyenler aynı kişiler!

“Sekiz ay oldu hâlâ Ergenekon hakkında iddianame bile yok” diyenler, “Ulusalcı Bomba Kardeşliği”nin Ümraniye Cephaneliği ekseninde ispatlanmasıyla bunca zamandır neden ilgilenmediler, dersiniz?

Ergenekon çetesinin Danıştay saldırısı ile bağlantısı net bir biçimde ortaya çıkmasına rağmen darbeci çetenin konumunu hiç sorgulamadılar…

Son iki yıldır Türkiye’yi sarsan provokasyonların neredeyse hepsinin Ergenekon kapsamında tutuklanan isimlerle bağlantısı çoktan açığa çıktığı halde, bu vahim gerçeği yok farz ettiler…

Göz altılara tepki gösteren laikçiler; saksıda yetiştirdiği gençlere silah üzerine ölme-öldürme yemini ettiren, BÇG’nin fişlemelerini güncelleyerek emrindekilere kaos antrenmanı yaptırtan Emekli Albay Fikri Karadağ’ın görüntüleriyle de hiç ilgilenmediler!

Bütün bunlar tesadüf olamaz…

* * *

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gerçekleştirilen Ergenekon terör örgütü soruşturmasının Haziran 2007’de Ümraniye’de ele geçirilen el bombaları ile başlamış olduğunu hatırlamakta fayda var…

O cephanelikteki bombalarla Cumhuriyet’e atılan bombaların ikiz kardeşliği; Danıştay saldırısı ile Ergenekon çetesi arasındaki ilişkinin Ümraniye cephaneliği sayesinde netleşmesi “derin çeteler” filminde “yerkürenin merkezine seyahat”in başlangıç noktası olmuştu…

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, dünkü açıklamasında Ergenekon soruşturmasının uzun sürmesinin doğal nedenlerini şöyle izah ediyordu:

“Soruşturmanın kapsamı, elde edilen deliller, bilgi ve belgelerin yüz binlerce sayfayı oluşturması, bunların incelenmesi, tasnifi ve analizinin uzun süreyi gerektirmesi, bu belgelere istinaden ek operasyonlar yapılması gibi zorunlu sebeplerle soruşturma uzamıştır...”

Açıklamada “Bu süreçte tutuklu bulunanların hukuki durumları hakkında en geç bir aylık sürede yenilenen kararlar verildiği” vurgulanıyor ve “Soruşturma sürecinin sonuna yaklaşıldığı”na dikkat çekiliyor…

Hal böyle iken “Bu nasıl soruşturma, daha iddianame bile yok” diyerek zihinleri bulandırmaya çabalayanlar…

Ergenekon çetesine karşı düzenlenen yerli “Temiz Eller” operasyonunun “büyük resmi” işaretleyecek noktaya gelmesinden çekiniyor olmalılar!

* * *

İşçi Partisi’nin genel merkezinde yapılan aramada el konan CD’lerden birinde Yargıtay binasının ayrıntılı krokisinin çıkmış olması son derece dikkat çekicidir…

İP’te bulunan başka bir CD’den ise Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesinin bir nüshasının çıktığından söz ediliyor: İddianame metninin, davanın açıldığı tarihten iki gün önce bilgisayara kaydedildiği belirlenmiş!

İP Genel Başkanı Doğu Perinçek de tutuklananlar arasında…

Avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada Perinçek Ergenekon soruşturmasının kaynağı ve hedefi hakkında gözbağcılık yapıyor, kamuoyunu “ters köşe”ye yatırmaya çabalıyordu…

Beş yıl önce “Ordu Göreve” pankartları altında yürüyüş düzenleyen ulusalcı derneklerin baş destekçisi eski rektör Kemal Alemdaroğlu ise serbest bırakıldı, tutuksuz yargılanacak…

Alemdaroğlu’nun adı Sarıkız ve Ayışığı kod adlı darbe girişimlerinin anlatıldığı malum günlüklerde de geçmişti…

Ruh çağırır gibi darbe çağırmaya meraklı rektörümüz, o dönemde askerlere “Artık sizlerin de sesiniz çıksın, çok yalnız kalıyoruz paşam!” diye seslenmişti…

* * *

Sarıkız ve Ayışığı operasyonlarının uzantısı olan Ergenekon örgütlenmesinin darbe planları berhava edildi…

Bugünlerde “Ergenekonculara toz kondurmayanlar” elbette darbeci olmuyorlar!

Peki, ya neci oluyorlar?

Yeni Şafak, 25.3.2008

Tamer Korkmaz

26.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri