Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

12 Eylül ve Erdoğan

Türkiye’de 1980 darbesi ve 1982 Anayasası’yla bir “vesayet” rejimi kuruldu. Daha doğrusu, zaten yürürlükte olan vesayet sistemi daha da radikal hale getirildi.

Bu düzen, bürokrasinin siyasi hayat üzerindeki denetimini pekiştiriyordu. YÖK adı altında icat edilen bir “süper kurum” aracılığıyla üniversiteler birer yüksek liseye dönüştürülüyor, çok kritik ve stratejik iki yasayla, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’yla demokrasi ortadan kaldırılıyordu...

Recep Tayyip Erdoğan bu sistemin üzerine geldi oturdu.

Değiştirmeye gücü mü yetmedi, yoksa kurulu mekanizma “işine mi geldi” acaba?

Fakat bürokrasi de, “kendisi için dizayn etmiş olduğu” silahlar önce Özal’ın, sonra Gül ve Erdoğan’ın eline geçince, apıştı. Sonra da dellendi.

(...)

Şimdi Ankara’da gene büyük bir savaş yaşanmaktadır.

Bürokrasiyle halkın iki yüz yıllık zıtlaşmasında yeni bir perde açılmış, yeni bir adım atılmıştır. Fakat korkarım Erdoğan, 12 Eylül hukukunu, 12 Eylül “yapısını” değiştirmediği, kendine yontmaya kalktığı için pişman olmak üzeredir.

YÖK’ü yok etmek yerine kendi emelleri doğrultusuna çekmeye kalkıştığı için... Son derece sakat iki yasayı, Siyasi Partiler Kanunu’nu ve Seçim Kanunu’nu elinde güç olduğu halde tarihimizin çöp sepetine göndermediği için... Türban meselesini dar ufuklara tıktığı, şıpın işi oldu bittiye getirmeye kalktığı, yeni ve demokratik bir anayasa kapsamına sokup başka özgürlüklere bağlamadığı için...

Yenilirse, hatayı kendisinde de araması gerekecektir.

Bunu biz de söylüyoruz, her demokrat da söylüyor, Sami Selçuk da söylüyor.

Sabah, 20.3.2008

Engin ARDIÇ

21.03.2008


 

Artık Müslümanları rahat bırakalım

Beş sene oldu ve hâlâ öğrenemedik bir türlü. Her sene yıldönümünde Irak’ta nasıl bir felaket yaratıldığını görünce Churchill’i ve Filistin için kullandığı “cehennem felaketi” tabirini düşünüyorum.

Bu tür benzetmeleri daha önce de kullanmıştık ancak Dicle esintisi gibi bir anda kayboluvermişti. Irak bugün kana bulanmış durumda peki vicdani durumumuz ne durumda? Nasıl bir toplumsal sorgulama olacak. Yetersizliğimiz mi tek günahımız?

Bugün pek de faydalı bir tartışma içinde değiliz. Nerede hata yaptık? Dünyayı yönetenler kitle imha silahları konusunda yalanlar söylerken neden dünya ayaklanmadı, ya da Saddam’ın Osama bin Laden bağlantısı ve 11 Eylül olaylarında? Tüm bunların oluşuna nasıl oldu da izin verdik? Ve nasıl olur da savaş sonrası için bir plan yapamadık?

Evet, İngilizler Amerikalılara birşeyler anlatmaya çalıştı, Dowding Caddesindekiler şimdi bize diyorlar. Evet, ciddi olarak ve samimi olarak denedik bu yasadışı savaşa girişmeden önce. Bugün Irak savaşı konusunda geniş bir literatür var ve savaş sonrası için birtakım planlar söz konusu. Ama konu bu değil esasında. Irak konusundaki içler acısı durumumuz esasında çok daha geniş çaplı.

2003’te Bağdat’ta Filistin Oteli’nde bomba sesleri arasında uyuyamazken, o tehlikeli saatlerde kitaplar arasında geçişler yapardım karanlıktan gizlenmek için. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı çatışmanın nasıl duyarlılık, incelik ve korku ile tarif edildiğini hatırlatıyordu. Borodino savaş dosyasını şiddetle tavsiye ederim, ve yanında gazete kupürleriyle tabii. Bu dosyada Pat Buchanan’ın ilginç bir ifadesi var, beş ay önce yazılmış ancak hâlâ etkisini koruyan, tam bir tarihsel dürüstlük abidesi: “Pax Americana zirveye ulaşacak, ancak daha sonra med-cezirler, geri çekilmeler yaşanacak, İslam dünyası emperyal güçleri gerilla ve terörle kovacak.”

CHURCHİLL’DEN BUSH’A

İngilizleri Filistin ve Aden’den, Fransızları Cezayir’den, Rusları Afganistan’dan, Amerikalıları Somali ve Beyrut’tan, İsraillileri Lübnan’dan. Tarihten tek öğrendiğimiz, adeta tarihten bir türlü ders alamıyor oluşumuz. Peki nasıl oluyor? Kimse 1920’de Iraklıların İngiliz güçlerine olan başkaldırısını okumuyor mu, ya da Churchill’in ertesi sene haşin ve vahşi şekilde Irak’a yerleşişini.

Tarihsel radarlarımızda en varlıklı Romalı hükümdar olan Crassus’a bile rastlamıyoruz, hani Makedonya’yı fetihten sonra imparatorluk isteyen, görev tamamlandı nidaları atarak Mezopotamya’ya yola koyulan hükümdar. Bugün Iraklıların atası sayılan Parthianlar, Crassus’u Dicle kenarında yakalamış ve başını kesip içine altın doldurarak Roma’ya geri yollamıştı. Bugün olsa kesin videoya çekilirdi bu görüntüler. Antony Blair, kasaba avukatı, yalancılığından dolayı mahkemeye çıkarılmalı. Ya da hâlâ Arap-İsrail barışı için çalışmalı, çatışmaya yönelik daha çok faydası olsa da bugüne kadar. Ve bugün karşımızda savaş konusunda düşüncelerini değiştirmiş biri var. Tek sayfalık bir A4 kağıdında yaptı bunu hatta, ve önerdi ki göçmenleri test etmeliyiz İngiliz vatandaşlığı için. Evet katılıyorum, hatta sorular şu şekilde olmalı, hangi İngiliz general bir yalan uğruna 176 İngiliz askerin ölümüne yol açtı ve bu durumu nasıl kurtardılar? Bugün karşımızda duran esas büyük sorunlar, ister Irak diyelim ya da Afganistan, Amerikan ekonomisi ya da küresel ısınma olsun, ciddi siyasi zaman çizelgelerine göre değil, televizyon programlarına ve basın konferanslarına göre tartışılıyor adeta.

Irak’a ilk hava saldırısı Amerikan televizyonlarında tavan yaptı mı, işte esas konu bu. Sabah programları arasında Bağdat’taki Amerikan askerleri yer aldı mı? Elbette. Saddam’ın yakalanması Bush ve Blair tarafından simultane olarak basına yansıtıldı mı? Esasında tüm bunlar sorunun sadece bir parçası. Esas sorun Churchill ve Rooselvelt’in zamanında doğruları paylaşırken, artık bugün doğrulardan uzaklaşıyor olmamız. Neden Bush ya da Blair Iraklı direnişçilerin Batılı güçlere karşı koyduğunu açıkça söyleyemiyor.

Bugün tek bir Batılı lider bile gerçek bir savaş tecribesi yaşamış değil. Irak’ta Anglo-Amerikan işgali başladığında, en önemli Avrupalı karşı çıkan Chirac olmuştu, o da Cezayir çatışmasında yer alan birisiydi. Ya da Colin Powell, o da Vietnam tecrübesi yaşamıştı. İşte bugün garip olan, ne Cheney’nin ya da Bush’un, Rumsfeld ya da Wolfowitz’in bir silah ateşlenmesi bile görmemiş olmaları ve ülkerleri için savaşmamış olmaları. Filmler çatışma konusunda onlara deneyim kazandıran tek kaynak.

KAÇ İNSAN ÖLDÜ?

Beyaz Saray’a hitap eden çok film başlığı gördük son dönemlerde. Savaşın başından beri geçen beş senenin ardından artık geçerli bir toplantı, gözden geçirme yapmak mümkün, hatta 2. Dünya Savaşı ışığında. İstatistikler en değerli yardımcılarımız bu konuda, karanlık odada yolumuzu bulmak için. Öyle ki, toplam ölen Amerikalı asker sayısı (3978), 6 Haziran 1944’teki Normandiya’dan daha fazla (3384), ya da aynı sene Arnhem’de ölen İngiliz askerlerinin üç katı (1200). Irak’ta ölen İngiliz asker sayısı (176), 1944-45’teki Bulge savaşında ölen ölenlerle nerdeyse eşit. Yaralı Amerikan askeri sayısı 29365, 1944’e göre nerdeyse üç kat daha fazla, ya da toplam Kore’de yaralanan asker sayısının çeyreği nerdeyse. Evet, bir açıdan, tüm bunlar bizleri, acı gerçeklerin neden saklandığı konusunda bilgi veriyor, Buchanan’ın uyarısında olduğu gibi. İslam’ın vatanına ordularımızı sevkettik, İsrail’in desteğiyle, halbuki onların Irak konusundaki yanlış istihbaratı başkanlarımız tarafından yalanlanmıştı, yüzbinlerce Iraklı timsah gözyaşları içerinde ölürken.

Amerika’nın devasa askeri prestiji artık çok azaldı. Hatta, 11 ve 12. yüzyıldaki Haçlı Savaşları’nın tam 22 katı kadar askeri güç var bölgede. Ne yapıyoruz diye bir sormalıyız. Demokrasi için mi, petrol için mi oradayız? İsrail için mi? Kitle imha silahları için mi? Ya da İslam korkusu için mi? Ve kötü bir tahmin yapmak istiyorum. Afganistan ve Irak’ı kaybettiğimiz gibi, Pakistan’ı da kaybedeceğiz. Varlığımız, gücümüz, ve terörümüz evet terörümüz bizi uçuruma itiyor. Artık Müslüman dünyasını yalnız bırakmadan Ortadoğu’daki felaketi önleyemeyeceğimizi anlamamız gerekiyor. İslam ve terör arasında bir bağlantı yok. Ancak Müslüman topraklarını işgalle terör arasında bir bağlantı var. Ve de çok komplike bir denklem değil. Ve illa da bir toplumsal sorgulamaya gerek yok bunu doğru anlamak için.

The Independent, 19.3.2008

(Yeni Şafak, 20.3.2008, Çev. Evren Tok)

Robert FISK

21.03.2008


 

Hırvat savcı

Bilim ve Araştırma faslı, İşletme ve Sanayi Politikası faslı, İstatistik faslı, Mali Kontrol faslı, Tüketici ve sağlığın korunması faslı, Trans Avrupa ağları faslı... Bunlar ne? AB ile 2005’den beri müzakereye başlayabildiği fasıllar.

Toplam müzakere edilecek fasıl ne kadar? Otuz beş.

* * *

Peki, bizimle birlikte AB ile müzakereye başlayan Hırvatistan’ın durumu ne?

Hırvatistan başbakanı bir hafta önce Brüksel’deydi.

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile birlikte ortak bir basın toplantısı düzenlediler.

Barroso, Hırvatistan ile teknik müzakerelerin Kasım 2009’a kadar tamamlanacağını söyledi.

Ayrıca, Hırvatistan’ın kriterleri karşılayacağına güveninin tam olduğunu da belirtti.

Kısacası Hırvatistan 2010 yılında AB’nin muhtemelen 28. üyesi olacak.

* * *

Hırvatistan’ın AB ile sorunları yok mu?

Olmaz olur mu? Tonla...

Örneğin, Hırvatistan’ın kıyı şeridindeki avlanma bölgesi hem İtalya’yı hem de Slovenya’yı rahatsız ediyor. Hırvatistan da buna tepki gösterip, kendisine önerilen ekolojik bölge uygulamasını askıya almıştı.

Ama, bunlar kararlı bir siyasi irade sayesinde müzakerelerin önünü kesecek bir soruna dönüşmüyor.

Nitekim AB Komisyonu, Hırvatistan’la müzakereleri daha da hızlandırmak için önümüzdeki Kasım ayında yeni bir ilerleme raporu yayınlayacak.

Bu, yeni bir yol haritası anlamına geliyor.

* * *

Biz ise muhalif Avrupalı siyasetçiler yetmezmiş gibi kendi ayağımıza ateş ediyoruz.

Örneğin liman ve havaalanlarının Kıbrıs Cumhuriyetine kapatılmasından dolayı 8 dosyanın müzakeresi askıya alınmıştı.

Halbuki bu, genel seçimlere yaklaşırken siyasal milliyetçilik yarışına giren iktidarın biraz da zoraki çıkardığı bir krizdi.

Neden mi? Çünkü, limanlarımız ve hava alanlarımız Kıbrıs Cumhuriyeti’ne 98 yılına kadar açıktı.

Kim mi kapattı?

28 Şubat süreci...

AK Parti, bu politikayı devralmasa şimdi en azından müzakerelerin bu gereksiz sorunu aşılmış olacaktı.

* * *

Aslında söylemek istediğim şu:

Hırvatistan kadar bir iradeye sahip olsaydık, halkının yüzde 56 oy vererek desteklediği partileri kapatmaya çalışan bir devletimiz olmazdı..

Demokrasinin gereği etkin ve geçerli hale gelirdi...

Vatandaşlara karşı devlet korunmaz...

Devlete karşı vatandaş korunurdu...

AB süreci de bunun tavizsiz güvencesi olurdu.

* * *

Bakın, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendıjk, AK Parti’ye karşı açılan kapatma davasını dünkü yazısında şöyle eleştiriyordu: ‘Şu anda şahidi olduğumuz darbe, geleceğin getireceklerinden korkan umutsuz insanların bir eylemi. Devletin vatandaşlarına karşı korunması gerektiği fikrine dayanan mevcut anayasanın yerine yakında, vatandaşları devlete karşı koruyan sivil ve demokratik bir anayasanın konulacağını biliyorlar.

Bu girişim tarihi durdurmak yönündeki son gayret. Mevcut yüksek hákimler aynı kafa yapısını paylaştığından, bu gayret kısa vadede başarılı olabilir. Uzun vadede ise Türk halkı bu darbeyi destekleyen siyasetçi, asker ve hukukçuları cezalandıracağından, başarısızlığa uğrayacak.’

* * *

Cuma akşamüstü Ankara’da birden hortlayıveren tek parti rejimi zihniyetine karşı en büyük tepki dünyadan geldi.

(...)

Almanya’dan tutun da Baltık ülkelerine kadar bir çok başkent halk iradesine karşı, Lagendijk’in deyişiyle, bu garip darbeye isyan etti.

Çağdaş dünya, Ankara’daki tek parti zihniyetine karşı halk egemenliğini savunuyor. Demokrasiyi ‘koruma ve kollama’ görevi yapıyor.

Keşke biz de buna cevaben gerekli olan toplumsal ve siyasi iradeyi göstererek AB Müzakere Süreci’ni Hırvatistan düzeyine çıkarabilseydik.

O zaman Hırvat yargıçların aklına gelmeyen, Ankara’daki yargıçların da aklına gelmeyecekti.

Star, 20.3.2008

Mehmet ALTAN

21.03.2008


 

AKP’ye kapatma dersleri...

Tamam, bu ülkede hukuka pek aldırmayan bir ordu-yargı işbirliği var. Biz bunu, 12 Eylül’de Anayasa’yı ortadan kaldıran darbecileri kutlamaya giden Anayasa Mahkemesi üyelerinde gördük, 28 Şubat’ta Genelkurmay salonlarını dolduran yüksek yargıçlarda gördük, 27 Nisan’da gördük, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararında gördük, Danıştay Başsavcısı’nın “darbeleri öven” konuşmasında gördük.

Gördük bunları.

Bu iki gücün ülkeye gerçek bir demokrasinin gelmesine direndiklerini de biliyoruz.

Bu da kimse için bir sır değil.

Ama sistemin temellerini oluşturan bu iki güç bile daha sekiz ay önce halkın yarısının oylarını almış bir partiyi kapatmaya öyle kolay kolay karar veremez.

Peki, nasıl oldu da Yargıtay Başsavcısı böyle bir kapatma isteğiyle ortaya çıktı?

Bunu anlamak için biraz da AKP’ye bakmak lâzım bence.

Halkın yarısının oyunu almış bir parti neden böyle itilip kakılıyor?

Çünkü AKP’nin bu güçleri cesaretlendiren “titrek” bir yanı var.

Bastığı yere sağlam basmıyor.

Yaptığı her şey “yarım” neredeyse. Avrupa Birliği’ne üye olmak istiyor ama bunun gereklerini bütünüyle yerine getirmek konusunda isteksiz.

Fırsat bulduğunda hemen savsaklıyor.

“Hukuk” diyor ama Şemdinli’nin üstünü örtüyor... Hrant’ın katillerini araştırmıyor.

“Özgürlük” diyor ama “türbanı” özgürleştirirken üniversiteyi bütünüyle özgürleştirmek fikrinden uzak duruyor.

“Eşitlik” diyor ama DTP’nin kapatılmasına karşı ciddi bir mücadeleye girmiyor, sadece kendini kurtarmaya çabalıyor.

“Demokrasi” diyor ama 301. maddeyi kaldırma işini erteledikçe erteliyor.

“Halkı kucaklıyorum” diyor ama kadrolara hep kendine benzer insanları yerleştiriyor.

Net, açık, aydınlık bir görüntüsü yok AKP’nin.

Bu belirsizlik yüzünden kendini toplumda “saygıdeğer” bir konuma yerleştiremiyor, güvensizlik uyandıran bir kuşku bulutuyla dolaşıyor hep.

Ne zaman Avrupa Birliği yolunda attığı adımlar gibi demokratça davranacak, ne zaman Şemdinli’de olduğu gibi hukuku da bir kenara iterek “sistem”le bir ittifak arayacak, kimse bilemiyor.

Çok akıllıca bulduğu bu “belirsizlik” yöntemi sanırım AKP’nin en güçsüz yanı.

Zaten darbeyi de hep aynı yerden alıyor.

“Avrupa Birliği’ne gireceğim” diyerek “Kemalist baskıyı” sürdürmek isteyenleri tedirgin ederken, o baskıcı güçleri zapturapta alacak gerçek bir demokrasi ve hukuk sistemini oluşturmayınca, hukuksuz bir ortamda kendisini devirmek isteyen güçlerle yüz yüze geliyor.

Avrupa Birliği üyeliği, demokrasi, evrensel hukuk... Bütün bunlar, buranın gizli egemenlerini çıldırtıyor.

Siz hem bunları hedef diye söyler hem de gereğini yerine getirmezseniz, elinizde sizi koruyacak hiçbir alet olmadan vahşi ve öfkeli aslanlarla dolu bir arenanın ortasında çırılçıplak kalırsınız.

Arkasındaki bütün oy desteğine rağmen AKP’nin yaşadığı da bu zaten.

Sağlam bir demokrasi ve evrensel hukuk kuralları olmazsa, AKP kendini hukuksuzluktan beslenen bir büyük güce karşı nasıl savunacak?

Ne kadar denerse denesin, onlarla anlaşamaz.

Hukuksuz bir ortamda, ne kadar oy alırsa alsın onlar kadar güçlü olamaz.

Dünya standartlarında bir demokrasiyle hukuk dışında, AKP’yi saldırılardan koruyacak hiçbir zırh yok. AKP ise kendi zırhını kendi deliyor bu kararsız, belirsiz, titrek duruşuyla.

Bütün bu muhtıralar, “darbe övgüleri”, iddianameler, zırhın o yırtık yerinden mızraklıyor bu partiyi. Üstelik güven yaratmayan bu kaygan duruş, AKP’li olmadığı halde bu partiyi korumaya koşacak milyonlarca demokrat insanı da bu kavgadan uzak tutuyor.

AKP’nin yanında yer almayan insanların hepsinin “Kemalist” olduğunu, “darbe istediğini” sanmak ciddi bir yanılgı olur bence.

Onlar AKP’ye güvenmedikleri için bu kavgaya karışmıyorlar.

Demokrasi isteseler de “AKP’yi demokrasinin temsilcisi” olarak görmedikleri için seslerini gerektiği kadar yükseltmiyorlar.

AKP’ye bu titrekliği nedeniyle saygı duymuyorlar. Sanırım, AKP yöneticileri demokrasiyi ve evrensel hukuku kendileri açısından bir “tercih” olarak değerlendiriyor.

Bu, ne onlar için ne de bu ülke için bir “tercih”, bu bir “mecburiyet”.

Avrupa Birliği üyeliğine atılan adımla birlikte bu ülke aslanlarla dolu bir arenaya girdi.

Ne oradan geri dönebilir ne de çıplak elleriyle aslanlarla başa çıkabilir.

O aslanları kafeslerine sokabilmek için eldeki tek silah, demokrasi ve hukuk.

Onları sağlam bir şekilde tutmazsanız...

Ne kadar oy alırsanız alın kendinizi darbelerin, pençelerin, dişlerin açacağı yaralardan kuıtaramazsanız. Sonunda birileri o aslanları kafeslerine sokar ama...

O arada herkes de bitap düşer.

Taraf, 20.3.2008

Ahmet ALTAN

21.03.2008


 

Türkün demokrasiyle imtihanı!

Türkiye bir kez daha ‘28 Şubat süreci‘nin içine itilmek isteniyor. Bunun ilk denemeleri 2002 seçimleri sonrasında, AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte yapılmıştı. Şöyle deniyordu askerin tepelerinde: “AKP, Kıbrıs’ı satacak! AKP, AB yolunu açarak, demokrasi falan derken Türkiye’yi bölmenin ve şeriatlaşmanın kapısını açacak!”

Zamanın Kara Kuvvetleri Komutanları, Jandarma Komutanları Aytaç Yalman Paşalar, Şener Eruygur Paşalar bu yüzden hareketlenmişlerdi.

Zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa bu nedenle sıkıştırılmıştı. Yeni bir 28 Şubat için ‘büyük medya‘nın desteği bu yüzden aranmıştı. Ama ne var ki, Özkök Paşa’dan da, ‘büyük medya’dan da umduklarını bulamamışlardı. Zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı Örnek Paşa’nın günlüklerine kadar yansıyan -ve Hilmi Özkök Paşa tarafından da reddedilmeyen- darbe tertipleri (Nokta dergisinin kapatılmasına ve hakkında dava açılmasına yol açan tertipler) daha sonra Sarıkız, Ayışığı operasyonları diye basına yansımıştı.

Ertesi yıl, 2007’de ise Çankaya Savaşları başlatıldı. Cumhuriyet mitingleri, Anayasa Mahkemesi’nin tam bir hukuk skandalı olan 367’si, 27 Nisan muhtırası...

Hepsi aynı zincirin halkalarıydı.

Belki de bu zincirin adı, -demokrasi adına halen aydınlanmayı bekleyen- Ergenekon’du, kim bilir.

Evet, hukuka saygı...

Evet, yargı yıpranmasın... İyi güzel!

Ama hangi hukuk, hangi yargı?

Bunu iyi düşünün.

Siyasallaşan, siyasete alet edilen, hukuktan çok ideolojiye itibar eden, demokrasiye müdahalenin altyapılarını oluşturan yargı ve hukuk mu?..

Türkiye’de çok yaşandı bu.

Bakın, bu ülkenin yeni bir 28 Şubat’a değil, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler düzenine ihtiyacı var. Cumhuriyet Başsavcısı’nın davasını kabul ederek ve AKP’yi kapatarak Türkiye’de yeni bir 28 Şubat’ı başlatmak isteyenler şunu çok iyi bilmek zorundalar:

Bu yolla Türkiye siyasal kaosa itilir; bu yolla Türkiye daha beter bölünme tehlikesi içine atılır; bu yolla Türkiye radikal İslamcılar için çok daha kolay bir oyun alanı haline gelir. Bu tehlikelerin farkında mısınız? Türkün demokrasiyle sınavı işte bu tehlikelere karşıdır.

Bu demokrasi sınavından geçemeyen Türkiye’de ne ekonomi dikiş tutar, ne de aş ve iş sorunu çözülür.

Bunu da hiç unutmayın.

Milliyet, 20.3.2008

Hasan CEMAL

21.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri