|
|
|
Başbakana çok açık bir mektup... |
Sayın Başbakan, partinizin kapatılmasıyla ilgili şunları söylediniz: ‘Türkiye’nin demokratik saygınlığına gölge düşürenler, siyasi ve ekonomik istikrarını gözü kapalı tehlikeye atanlar bunun vebalini de taşıyacaklardır. Bu millet ne badireler atlattı, demokratik kazanımlar için ne bedeller ödedi. Ekonomik enkazların altından kalkarak bu günlere geldi. Bu millete böyle bir haksızlığı kimse reva göremez.”
Sayın Başbakan, demokrasiye gerçekten inandığınızı düşünenlerdeniz. Ancak demokrasi bir sistemler bütünüdür. Öyle vebal taşımakla filan korunamaz. Ankara Kriterleri’yle hiç korunamayacağını ise, sanırız 27 Nisan bildirisi, Ümraniye’de yakalanan bomba(cı)lar, Ergenekon çetesi ve en son olarak da bu dava size, bakanlarınıza ve partinize bir kez daha açık ve seçik göstermektedir.
Soru şu: Bu ülkenin en büyük problemlerinden birisi olan Kürt sorununa, uyguladıkları yanlış politikalarla yangına karşı körük kullananlar, sizce bunca insanın öldüğü bu olayın vebalini taşıyorlar mıdır? Kaldı ki kendi itiraflarıyla yanlışlar yaptıklarını söyleyenlere karşı, birisi çıkıp ‘kardeşim devlet deneme tahtası mı babanızın şirketi mi de böyle hoyratça konuşuyorsunuz’ diyebiliyor mudur? Bu işleri vicdanlara veballere bırakırsanız bu ülke demokrasi de göremez adam da olamaz...
Sayın Başbakan, bunun için bir sistem kurmanız gerekiyor. Bunu da yalnızca Avrupa Birliği süreciyle sağlayabilirsiniz. Ne acıdır ki başka bir seçeneğimiz de yok. içeride demokrasiye kastedenler açısından bakınca, sizce vatandaş zerre-i miktar önemli mi? Sizce yurdun en ücra köşesindeki bir karakolda şapkasını eline alıp, hazırolda beklediği halde, oğlu yaşındaki görevliden azar işiten yurttaşın ıstırabı / sancısı ile empati yapabiliyor mu onlar? Ya da hastanede doğum yapan bir annenin parası olmadığı için doğan çocuğunu esir bırakması karşısında çektiği acıyı hissediyorlar mı?..
Sizce neden böyle oluyor? Devleti şeffaflaştıramadığımızdan, hesap verilemez devlet yapısından, devletin putlaştırmasından, yargının özgürce işlememesinden kısacası demokrasinin kurallarının işlememesinden ve memura dokunamamamızdan oluyor değil mi? Demokratik ve şeffaf bir sistem kur(a)madığınız sürece bizim göremediğimiz demokrasi ve huzuru, torunlarımız ve hatta onların da torunları bile göremeyecek...
Sayın Başbakan, diyorsunuz ki “Bu millet ne badireler atlattı, demokratik kazanımlar için ne bedeller ödedi”. Üzgünüz, ama bir başbakan milletin atlattığı badireleri öne süreceğine o badireleri milletin başına saranlara ne yapıldığını hatırlatmalıydı. Demokratik kazanımlar için ödenen bedellere elbette saygımız var ama o bedelleri ödetenler ellerini kollarını sallaya sallaya hâlâ utanmadan / sıkılmadan ortalıkta dolaşıyorlarsa, yeni bedeller ödetmek için şeytanın aklına gelmez planlar yapıyorlarsa, siz iktidar olarak ödenen bedelleri değil, bundan sonra ödenecekleri önlemek için ne yaptınız diye sorarlar insana. Kanımızca siz de bunları anlatmalısınız.
Hiçbir şey yapmadınız deme insafsızlığını göstermeyeceğiz elbette. Bu ülke için reformlar yaptınız ama kabul edin ki son bir kaç yıldır demokrasinin sağlamlaşması için sizin partiniz içinde bile boşluklar / zaaflar, boş vermeler / köşe dönmeler baş göstermeye başladı. En azından yurt dışından bakılan Türkiye ve AKP algısı bu. Otokratik düzenlerin ertesinde demokratik bir sistem yaratmak azgın bir nehrin önüne baraj kurmaya benzer. İşte bu nedenle de boşluklara asla yer verilmemelidir. Sağlam temellere ve dayanaklara gereksinim vardır. Boşluklarla inşa edilmiş bir baraj, verdiğimiz onca emeğe rağmen yıkılması nasıl kaçınılmazsa, demokrasi projeleri de boşluk kaldırmaz ve kaldırmıyor da zaten. Tıpkı son yaşadığımız gelişmeler gibi, bakarsınız harcadığın(m)ız emeklerin hepsi birden boşa gitmiş.
“Oh olsunculara” zaten diyebileceğimiz bir şey yok. Onlar demokrasiyi hiç bir zaman sevemediler. Onlar hak arayan gençlerin idam fermanlarını imzalarken “Asmayıp da besleyelim mi!” diyebildiler. Öldürülenin bir insan olduğunu bile anlayamadılar... “Analar çok ‘Mehmet’ler doğurur” anlayışından bir adım öteye geçemediler, geçmediler.
Sayın Başbakan, bu millet badireler atlatmadı. Badire dedikleriniz sadece hız kasisleriydi. Bu millet direksiyonda kendisi otursa bile, uzaktan kumandayla kontrol edilen bir otobüsün içinde seyahat ediyor. Sözünü ettiğiniz badireler hep vardı ve maalesef sizin iktidarınız zamanında da süregeldi.
Mükemmel bir demokrasi mi sundunuz da “Badireler atlatıldı” diyebiliyorsunuz. Bu millet bu acıyı hep yaşadı, azıcık umut gördüğünde kelebekler gibi ışığa koştu ama umut bağladıkları insanlar iyi niyetle dahi olsa onlar için kalıcı bir demokrasi inşa etmedi / edemedi. Zaten ‘Cehenneme giden yolun taşları iyi niyetle döşenir’ denilmemiş mi? Maalesef bunun son halkası da, yaptığınız onca güzelliklere rağmen sizin iktidarınız oldu. Bir günde her şeyin değişmesini beklemiyoruz ama son iki yıl içerisinde iktidarınızın ilk iki yılında demokrasi adına yaymayı başardığınız sinerjiden eser var mı? Yoksa ortada kalan yalnızca günü gün eden ve ‘lay lay lom’ ile caka satan bir mezarın enkazı üzerinde kurulan yapı mı?
Sizce neden?.. Her şeye rağmen, demokrasimiz adına acı bir durum ama yine de sizden başka bir umut yok. Zaman zaman ortaya atılan “küheylanlar” sivrisinekler kadar bile cesaretli olamadılar. Umarız bu dava bir dönüm noktası olur da şu demokrasinin sallanan, gıcırdayan, dökülen duvarlarını tamir edersiniz. Etmezseniz ve emniyete güvenmezseniz öncelikle bu duvarın yıkılmasının altında siz kalacaksınız... Ve keşke ‘Ertuğrul Günayların sayısını çoğaltabilseniz...
Taraf, 17.3.2008
|
Önder Aytaç & Emre Uslu
18.03.2008
|
|
|
Haydin imzaya... |
22 Temmuz seçimlerinde...Yüzde 47 oy oranına rağmen... Aradan bir yıl bile geçmeden... Bulunduğumuz noktaya nasıl geldik? Halkın yarısının oylarını yok saymaya çalışan bir hukuk darbesine nasıl cüret edilebildi?
Bunun cevabını iyi düşünmeliyiz. ‘Herkese özgürlük’ anlayışından, Avrupa yolundaki reformlardan vazgeçer gibi gözükmek, acaba onları cesaretlendiren bahaneler mi yarattı?
* * *
Şimdi sorun...
Bu ideolojik tek parti refleksine karşı...
Özeleştiriyle birlikte ne yapılacağı.
Kaotik bir ortama yuvarlanmanın önünün nasıl kesileceği.
Soruya cevap olabilecek ‘hükümeti uyarıyor ve göreve çağırıyoruz’ başlıklı şu metni beraberce okuyalım:
‘Genel seçimler geçti.
Cumhurbaşkanlığı seçimi bitti.
Öncelikli gündeminiz, türban dahil tamamlandı.
Son üç yıldır ihmal edilen AB projesine, dört elle sarılmamak için artık hiç bir bahane kalmadı.
‘2008 AB yılı olacak’sa eğer...
Sizden söz değil, somut adımlar bekliyoruz.
AB sürecine layıkıyla sahip çıkmanızı, kaybedilen zamanı telafi etmenizi istiyoruz.’
* * *
‘Özgürlük anlayışınızın sadece türbanla sınırlı olmadığını...
Çoğulcu demokrasinin gereği olan tüm hak ve özgürlüklere sahip çıktığınızı...
Bunları belirli hedeflere ulaşmak için bir araç değil, amaç olarak gördüğünüzü...
Laiklikten taviz verme, Türkiye’yi Batı’dan ve dünyadan uzaklaştırma niyetiniz olmadığını kanıtlayacak icraat bekliyoruz.’
* * *
‘Ve hatırlatıyoruz!
İçeride ve dışarıda, Türkiye’nin Batı’dan ve dünyadan uzaklaştığı izlenimini silecek...
Kaygıları giderecek tek yol AB çıpasıdır.
AB üyeliği, Türkiye’de laik demokrasinin, ekonomik ve siyasî istikrarın, sosyal refahın güvencesidir.
Böyle olduğu için 50 yıldan beri bir devlet politikası olarak varlığını sürdürmüştür.
Ancak bugün, bu çıpanın zayıfladığı, Türkiye’nin başka mecralara kaymakta olduğu görüşü hakimdir.
Her ne kadar aksini iddia etseniz de bu görüş içeride ve dışarıda giderek yaygınlaşmaktadır.
AB çıpasına tutunmanın yolu, AB yolunda kararlılıkla ilerlemektir. İcraattır.
İcraatın ölçüsü, bakanların Avrupa’da kaç el sıktığı, bürokratların Brüksel’de kaç toplantıya katıldığı değil...
Hükümetin attığı adımlar ve aldığı sonuçlardır.’
* * *
‘Son üç yıldır olduğu gibi, ‘önce iç politika, sonra AB’ anlayışı ile bu sürecin ilerlemesi mümkün değildir.
AB’yi bir dış politika meselesi olarak görmekten vazgeçilmelidir.
AB, toplumsal yaşamın tüm alanlarını düzenleyen bir yeniden yapılanma sürecidir. Başlı başına bir iç politika meselesidir.
Ve sadece 2008 yılında değil, üyeliğe kadar her yıl için öncelikli gündem maddesi olmalıdır.
Siyasi reformlar hızla hayata geçirilmeli, ifade özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmalı, 301 gibi sembolleşmiş demokrasi ayıplarından kurtulunmalıdır.
Aşağıda imzası olan bizler, hükümeti göreve çağırıyoruz.
Kamuoyunun geniş desteği ile iktidara gelmiş, Meclis’te çoğunluğa sahip bir hükümetin, verdiği sözleri tutmamasının hiçbir izahı olamaz.
Eğer AB üyeliği hedefini gerçekten benimsiyorsanız, bunu kanıtlamanın tam zamanıdır.
Sözünüzü tutun, 2008’i ve takip eden yılları birer AB yılı yapın.’
* * *
Özgür...
Zengin...
Huzurlu... İstikrarlı...
‘İnsan odaklı ‘ bir ülkede mi yaşamak istiyorsunuz?
Ankara’ya esir düşmemiş bir Türkiye mi istiyorsunuz?
O halde ‘[email protected]’ adresine girin ve bu bildiriyi imzalayın.
Türkiye’yi demokrasi dışı darbelere sürüklemek isteyenleri önleyebilecek tek çare dünyayla bütünleşmek...
Evrensel hukuku bu ülkeye yerleştirmektir.
Ülkenin nerdeyse yarısının desteğine sahip siyasi iktidarın hem kendini, hem Türkiye’yi bu kaostan kurtarmasının başka yolu olmayacağını hep birlikte bir daha hatırlamamızı sağlayacak atacağınız bu imza.
Star, 17.3.2008
|
Mehmet Altan
18.03.2008
|
|
|
Mağduriyet çekirgesi üçüncü defa sıçrar mı? |
Peşinen söylemeliyim. AKP’nin kapatılması girişimine kesinlikle karşıyım. Tıpkı DTP’nin kapatılma girişimine karşı çıktığım gibi.
“Türkiye’de artık siyasi parti kapatma dönemi bitiyor” denildiği sırada gelen bu iki girişim, Türkiye’nin demokrasi yolunda bir arpa boyu bile yol almadığının somut göstergesi oldu.
Sorun aslında AKP kapatılır mı kapatılmaz mı tartışmasından çok özgürlüklerle, demokrasinin yaygınlaştırılması ile ilgili.
Bence meselenin bu noktaya gelmesinin en büyük sorumlusu bu davaya muhatap olan AKP.
Sebebi de dinciliği, laiklikten sapması ya da şu bu değil.
Türkiye’nin böyle bir rezaletle bir kere daha karşı karşıya gelmesinin tek sorumlusu, 22 Temmuz’dan sonra demokrasiye ve özgürlüklere boş veren yaklaşımı ile bizzat AKP oldu.
Bu nedenle AKP’yi eleştiriyorum.
AKP seçimlerden hemen sonra söz verdiği gibi sivil ve demokratik bir anayasanın çıkması yolunda israrcı olsaydı, AB reformları konusunda samimiyetini sürdürebilseydi, özgürlükleri genişletmeye devam edebilseydi, başına bunlar gelmezdi.
Mesele sadece, Başbakan ve AKP sözcülerinin, yine bu meseleyi kendilerine yontan mağduriyet edebiyatına sapmalarına rağmen, AKP’nin aldığı yüzde 47 oyla da ilgili değil.
Başbakan’ın kapatma davasının açıldığı günün ertesi Siirt’te yaptığı konuşmayı baştan sona dikkatli bir şekilde dinledikten sonra edindiğim izlenim şu oldu:
Başbakan meseleyi sadece kendi yüzde 47’sine yönelik bir tasallut olarak görme eğiliminde. Başkası onu ilgilendirmiyor.
Maalesef o konuşma, Başbakan’ın hâlâ, rahatsızlığın temelinde demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesi meselesi olduğu gerçeğini anlamak istemediğini göstermesi açısından hayal kırıcıydı.
Ne yeni anayasadan, ne özgürlüklerden, ne siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması ve diğer değişiklikler için faşizan şu Siyasi Partiler Kanunu’nun değiştirileceğinden bahsetti.
Ne de, artık zorunluluğu tartışılmaz hale gelen yargı reformuna değindi.
Üstelik başka partiler için de kapatma davası açılmış olması Başbakan’ı hiç ilgilendirmiyordu.
Mevcut yasalar kendisi ve AKP’ye karşı kullanılmışsa onlara karşı çıkan, ama kendisine ve AKP’ye dokunmuyorsa bundan pek rahatsız olmayan bir hava içindeydi.
Zaten ne zamandır Başbakan bu yaklaşımı kendisine politik bir çizgi olarak kabul etmiş görünüyor.
Genelkurmay Başkanı, neredeyse Meclis’i oluşturan iradenin tamamına yönelik ağır isnatlar da bulunuyor. Bu iradenin temsilcileri olarak Meclis’te bulunan vekillerin bir kısmını PKK’li, bir kısmını hain olarak damgalıyor. Başbakan, kendisiyle ilgili olmadığı için buna ses çıkartmıyor.
AKP aslında 27 Nisan muhtırası ile bu muameleye ilk muhatap olan siyasi parti. Ona karşı ertesi gün yayınladığı bildiri ile karşı çıkmasını da bilen bir parti üstelik.
Buna rağmen iş diğer partilere gelince AKP vurdumduymaz oluveriyor.
AKP’nin milli irade anlayışında, tıpkı demokrasi ve özgürlükler konusunda olduğu gibi bir sakatlık var. Bir demokrasiyi yanlış anlama, hatta anlamama durumu var.
Başkasının özgürlükleri ve başkasına yönelmiş milli irade AKP’yi ilgilendirmiyor.
Mesela, DTP’nin parti olarak çalışamaz hale getirilmesi için yapılanların Türk siyasal hayatına ağır bir müdahale olduğu, bu engellemelerle bir kısım milli iradenin Meclis’e yansımasının da engellediği gerçeği AKP’yi fazlaca rahatsız etmiyor.
İşin bir de mağduriyet boyutu var.
Siirt konuşmasında ve daha sonra Batman’da yaptığı konuşmada Başbakan, yeniden o eski mağduriyet havasına döndüğünü gösterdi.
Halka, “Bakın rejimin içinde hâlâ size karşı, sizin iradenize karşı çıkanlar var, onların hesabını da önümüzeki yerel seçimlerde görüp bizi iyice bir rahatlatın” der gibiydi.
AKP ve Erdoğan bunu iki kere yaptı. İkisinde de bürokrasi AKP’nin yelkenine rüzgar taşıdı. İlkinde iktidara gelmelerine yardım etti. İkincide iktidarlarını güçlendirdi.
Şimdi üçüncü kere, bürokrasinin de ahmaklığı ile yerel seçim öncesine denk gelen bu yeni tasallut AKP’nin yeni bir mağduriyet rolüyle halkın karşısına çıkıp olağanüstü bir zafer kazanmasına hizmet eder mi?
Ben pek sanmıyorum. (Ekstra zafer anlamında. Yoksa yerel seçimlerde de AKP’nin şimdilik bir alternatifi yok)
Daha şimdiden dönüp soranlar var. “Şimdiye kadar bazı yasaları değiştirip, demokratik açılımlar yapmak için aklın neredeydi?” diye.
Üstelik milli iradeyi sadece yüzde 47 gibi görüp geride kalanı yok saymak da neyin nesi?
Tekrarlıyorum, parti kapatılmasına kesinlikle karşıyım. AKP’nin kapatılacağını da sanmıyorum.
Ama mağduriyet çekirgesinin bir üçüncü defa daha sıçrayacağına da pek ihtimal vermiyorum.
Ya AKP bu son durumdan esaslı bir demokrasi dersi çıkarmalıdır. Ya da o küçümsediği yüzde 47’nin dışındaki irade AKP’ye yerel seçimlerde esaslı bir demokrasi dersi verebilmelidir.
Yeni Şafak, 17.3.2008
|
Koray Düzgören
18.03.2008
|
|
|
İddianame çok zayıf |
Cumartesi günü öğleden sonra nihayet Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Adalet ve Kalkınma Partisi için Anayasa Mahkemesi’nde açtığı kapatma davasının iddianamesi elimize geçti.
Kâğıda döktüğünüzde 162, benim bilgisayar ekranımda 338 sayfa tutan, boşlukları dahil 430 bin 77 vuruş, bir başka deyişle 53 bin 453 kelime uzunluğundaki metni okumam birkaç saatimi aldı. Okuyup bitirdiğimde içimde ciddi bir boşluk hissettim. Boşluk, bana kalırsa iddianamenin zayıflığından ileri geliyordu.
Bendeki bir hastalık. Bir metin okuduğumda kendimi hep, belki de o metni daha iyi anlamak amacıyla, metni yazan kişinin yerine koyuyorum, onun gibi düşünmeye ve onun gibi akıl yürütmeye çalışıyorum, onun yerinde olsam nasıl bir argümantasyon kullanacağımı sorguluyorum.
Bir kere şunu söyleyeyim, iddianamede hafızası kuvvetli iyi bir gazete okuyucusunun bilmediği, ilk kez duyduğu hiçbir delil yok. ‘Delil’ olarak kullanılan şeylerin büyük çoğunluğu zaten demeç, miting konuşması, yazılı açıklama türünden şeyler.
Savcının bu denli çok demeç ve konuşmayı iddianamesine almasının nedeni, Anayasa’da ayrıntılarıyla tanımlanan ‘odak’ olma kriterlerinin yerine getirildiğini, yani bir anlayışın parti başkanı ve önde gelenleri tarafından yeterince çok kez tekrarlandığını göstermek.
Ancak bazıları gerçekten çok iyi hatırladığım, bazılarını ise kontrol etmem gereken kimi demeçler var ki, bana göre savcı bu demeçleri özgün bağlamından kopartıp kendi amacı için yorumlamış.
Mesela meşhur ‘beyaz çarşaf’ sözleri... Hepimiz biliyoruz ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu sözleri CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, ‘Anayasayı değiştirmek isteyen ihtilali göze alır, idamını göze alır’ sözlerine cevaben söyledi, bir şeriat çağrısı olarak veya dini göndermeli bir şey olarak değil. Ama savcı bu sözleri de iddianamesine almış.
Bunun gibi pek çok örnek sayabilirim, özgün bağlamının dışında kullanılmış.
Her neyse, dedim ya okurken kendimi, savcının yerine koyup okudum diye, o bakışla devam edeyim.
Savcının amacı ne?
Demokrasi için tehdit olarak gördüğü AKP’nin kapatılmasını sağlamak.
Esasen eğer savcı samimi olarak AKP’nin laikliği ortadan kaldırıp şeriat düzenini Türkiye’ye getirmek istediğine, yani demokrasiyi ortadan kaldırmak istediğine inanıyorsa, daha dikkatli davranmalı, delillerini daha iyi toplamalı, işin özeti davayı açmak için zamanlamasını daha iyi yapmalıydı. Sanki iddianame biraz aceleye gelmiş gibi duruyor.
Çünkü savcının hem kişisel hem de kurumsal prestiji söz konusu. Eğer bu davanın sonunda AKP kapatılmazsa, savcı açısından bakıldığında büyük bir ‘fırsat’ kaçmış olacak. Bu denli önemli bir konuda savcının tek atımlık barutu olabilir ve o da bütün barutunu bu iddianamede harcamış gibi gözüküyor. Fakat bana soracak olursanız o barut, savcının amacına ulaşmasına yeterli değil!
Yine savcı açısından, kendimi onun yerine koyarak düşündüğümde, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ BOP’un amacının ‘ılımlı İslam modeli’ olduğu gibi komplo teorilerine sanki mutlak gerçeklermiş gibi inanmak çok da hukukçu tavrı gibi gelmezdi bana. Ben olsam iddianameme kanıtlayamayacağım hiçbir şeyi koymaz, davamla doğrudan ilişkisi olmayan psikolojik faktörleri kullanmayı düşünmezdim bile.
Radikal, 17.3.2008
|
İsmet Berkan
18.03.2008
|
|
|
İttihatçı kafası |
Bunu nasıl özetleyelim, “istim arkadan gelsin” tavrı mı diyelim, “hele bir iktidar değişsin, gerisi kolay” basitliği mi?
“Hele bir hürriyeti ilan edelim, gerisi kolay” diyenler, 1908 yılında apışıp kalmışlardı... Hürriyet, “imparatorluğun bütün halkları için eşitlik ve özgürlük” anlamına geliyordu, buna yanaşmaya hiç niyetleri yoktu.
İster istemez diktaya yöneldiler.
Cumhuriyeti ilan edenler de kısa sürede başlarına nasıl bir dert aldıklarını gördüler: Cumhuriyet olsa da olmasa da, “farklı fikirler, hatta zıt fikirler” vardı.
Onlar da ister istemez diktaya yöneldiler.
Çok planlı ve programlı oldukları sanılır, hayır, değildiler.
Buna Atatürk de dahildir.
Öyle olsaydı, fikirleri ve tutumu şartlara göre değişmezdi... (Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk” kitabını okumadınız mı? Çok ayıp.)
Komünist partisi kurdurup kapatmalar, muhalefeti yasaklayıp sonra izin verip sonra tekrar yasaklamalar... Ülkenin kurtuluşu için aklında en başından çok açık seçik bir plan olsaydı, İstanbul hükümetine Harbiye Nazırı olmak için uğraşmazdı... (1918 sonbaharı... Anadolu’ya geçip ayaklanmaya daha sonra, altı ay sonra karar verdi.)
1960 yılında da, bazı bürokrat hanımların “coşkuyla karşıladıkları” darbeyi yapanlar, gazetecileri toplayıp sormuşlardı: “Eee, söyleyin bakalım çocuklar, sağcı mı olalım, solcu mu?”
Yaaa, okullarda öğretmiyorlar bunları...
Şimdi de bürokrasi, iktidar partisini kapatmak istiyor.
Seçimle gönderemeyeceklerini, bu “konjonktürde” darbe marbe de olamayacağını anladılar, bunu son çare olarak görüyorlar.
Onlara çanak tutan üçbeş de basın puştu var, öyleyse iş kolay.
Sanıyorlar.
Arkadan nasıl bir “kaos” geleceğini, ne müthiş bir kargaşa, nasıl korkunç bir boşluk doğacağını hiçbiri düşünmüyor.
“Kaç partiyi kaç kere kapattınız da ne oldu?” sorusunun yorucu gerçeği de vız geliyor olmalı.
Laikliği kurtaralım, gerisi kolay... Hükümeti devirelim, gerisi kolay...
Yerine koyabilecekleri hiçbir örgüt, lider, ya da program yok.
1908 yılında da yoktu... El yordamıyla buldular... 1923 yılında da yoktu... Zart zurtla buldular... 1960 yılında da yoktu... Aydınlara danışıp buldular... 1971 yılında da yoktu... “İstikrarsızlığa” yol açtı.
Haa, bakınız, 1980 yılında vardı. İşte bugün geldiğimiz nokta da, parti içi diktası, seçim sistemi sakatlığı, vesaire, o planın ve programın eseridir!
İmparatorluğu kurtaralım diye gelip imparatorluğu batırmışlardı.
Şimdi de cumhuriyeti kurtarmak amacıyla çok yanlış işler yapıyorlar, umarım cumhuriyet onların ellerinde can vermez.
Çünkü vebali çok ağırdır. Her zaman da arkalarından gelip bıraktıkları enkazı temizleyecek, ortalığı süpürecek bir önder çıkmayabilir.
Sabah, 17.3.2008
|
Engin Ardıç
18.03.2008
|
|
|
|