|
|
|
Din dersi |
Düşünüyorum da... Yeniden ortaöğrenim öğrencisi olsam ve zengin bir kültüre sahip öğretmenlerim olacağını bilsem...
Hangi dersleri almak isterdim?
Müfredatta neler olsun isterdim?
Genetik Biyoloji, Bilgi Teknolojileri, Çağdaş Edebiyat, Davranış Bilimlerine Başlangıç gibisinden yeni dersler de içeren uzun bir liste yapmayayım şimdi... Ama listemin başlarında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi olacağı kesin...
Günümüzde ortaöğrenimdeki bir öğrencinin alabileceği en değerli ve sözcüğün gündelik anlamıyla “yararlı” derslerden biri budur.
Ayrıca toplumların kültürel boyutları ve ahlâkın sosyolojik özellikleri hakkında genç dimağların düşünmeye kışkırtılmasında böyle dersler önemli rol oynar.
Hepsi bir yana...
Dinleri bilmeden, kendi dini kültürünü önyargısız biçimde kucaklamadan hayatı ve dünyayı kavrayabileceğini sanmak sersemce bir yanlıştır.
İyi de... Bizim ülkemizde, bizim eğitimimizde hiç böyle bir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi oldu mu?
Ne gezer!
Devletin hem laik olup hem de laiklik kavramının en temel özelliğine aykırı biçimde, kendi Diyanet’i eliyle toplumun ve eğitimin din düzenini kontrol ettiği bir ülkede...
Dindar olmayanların halkın dininden, dindarların da başka dinlerden ve dinsizlerden korktuğu bir ülkede...
Yani Türkiye’de çocuklarımızın hak ettikleri gibi bir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi almaları mümkün mü?
Hayır. Kesinlikle hayır.
O zaman ne oluyor?
Ya baştan savma bir tavırla ya da zorbaca bir katılıkla aktarılan dar kapsamlı bir “din öğrenimi” dersine dönüşüyor Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi..
***
Biliyorsunuz; Diyanet ile Danıştay arasında bir kavga var. Danıştay bu ders eğer mevcut içerikle okutulacaksa isteyen öğrencilerin muaf tutulmasına hükmetti.
Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu da “bu konuda en yetkili ve bilgili kurum biziz, kararı da biz vermeliyiz” düşüncesiyle dersin zorunlu olmasında ısrar etti.Yukarıda da söyledim; iyi ve sağlam bir eğitimin müfredatının zorunlu olarak bu dersi içereceğini düşünüyorum. İçermeli!
Ama Din Kültürü dersi...
Bütün inanışları, bütün mezhepleri ve hem diğer dinlerin hem de bizim dinimizin tarihini açıklıkla anlatan ve çağımızın ahlak meselelerini olgun din bilgisiyle harmanlayabilen öğretmenlerin okuttuğu bir ders... Yoksa şimdi okullarımızda olduğu gibi bütün yurttaşlar, bütün aileler, bütün öğrenciler aynı mezhebe mensuplarmış; dünyaya ve hayata aynı gözlerle bakıyorlarmış gibi hazırlanmış ve kendini “ilmihal” bilgisiyle sınırlamış bir ders değil benim kastettiğim!..
O halde...
Artık yapılması gereken, bu dersi gerçekten zorunlu olmaktan çıkartmaktır.
Maalesef...
Maalesef ama böyle!
Vatan, 14 Mart 2008
|
Haşmet BABAOĞLU
15.03.2008
|
|
|
Türk’ün Türk’e propagandası |
Birkaç gün önce başbakan İzmir’e gitti, kendisine tepki göstermek amacıyla evlere bayraklar asıldı... Bayrak dediğim, Türk bayrağı.
Dikkat isterim: Adı, “Türkiye Cumhuriyeti bayrağı” ya da “Türkiye bayrağı” değildir, “Türk bayrağı”.
Bir parti simgesi, devrim simgesi, düzen simgesi, demokrasi simgesi, kalkınma simgesi, çağdaşlık simgesi, falan filan, hiç değildir.
Gene bunun gibi, geçen yıl seçimlerden önce çeşitli illerimizde düzenlenen şu ünlü “cumhuriyet mitinglerinde” de binlerce Türk bayrağı dalgalanmıştı.
O kadar ki, Dünya Kadınlar Günü kutlamalarında da yüzlerce Türk bayrağı kullanıldı. Bilmem farkında mısınız, evlerine “sürekli” bayrak asanlar, yani bayram ve resmi günler dışında, herhangi bir gün, ne günü yahu, günler ve haftalar ve hatta aylar boyunca bayrağı penceresinde tutanlar var... Gece olunca da indirmiyorlar.
Yani 2893 sayılı kanunu çatır çatır çiğniyorlar!
Çünkü bayrak ancak kamu kurum ve kuruluşlarında sürekli çekili ya da asılı kalır.
Fakat “hamaset gayretiyle” bunlara kimse ses çıkarmıyor.
Yeni çıkan bir modaya, bayrağın üzerine “Atatürk resmi yapıştırmaya” da kimsenin ses çıkarmadığı gibi... Bu yeni bayraklarda Atatürk ille de kalpaklı... Şapkalı değil...
Oysa kıyafet kanununa göre 1926 yılından beri kalpak giymek de yasaktır!
Bayrakta herhangi bir şekilde “tahrifat” yapılması “caiz” midir, düşünmesi gerekenler otursunlar düşünsünler...
Örneğin, yarın biri çıksa da, bayrağın üzerine Atatürk’ün Florya’da küçük Ülkü ile birlikte denize girerken çekilmiş fotoğrafını koysa, hakkında işlem yapılacak mıdır?
Peki manyağın biri çıkar da Atatürk’ün yanına İnönü’yü de eklerse buna kızılacak mıdır, hoşgörüyle mi bakılacaktır?
Ben Celal Bayar’ı koysam kodese girer miyim? (Üçüncü cumhurbaşkanımızdır.)
İşin beri yanı şu: Türk bayrağı asılarak protesto edilen kişi, yok canım, Papadopulos falan değildir... Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıdır!
Ne demektir bu? Bu adam başka bir ülkenin bayrağına mı bağlıdır, vatan haini midir?
Peki Osmanlı İmparatorluğu hangi bayrağı kullanmaktaydı?
O bir Türk devleti değil miydi?
Siyasi protesto sergilemek isteyen, siyasi simge kullanır: Altı oklu bayrak çeker, üç hilalli bayrak çeker, kır atlı bayrak çeker, arılı petekli bayrak çeker, isterse orak çekiçli bayrak çeker, tamam mı arkadaşlar?
Türk bayrağı, sizin maaş farklarınızın, kıdem tazminatınızın, köprü geçişlerinizin, iş arama çabanızın, türban meselenizin simgesi değildir ve olamaz.
“Türk’e Türk propagandasını” hep biliriz de, “Türk’e Türk bayrağıyla protesto” yeni bir yaklaşım olsa gerek.
Her iki seçmenden birinin Türk olmadığını, “kökü dışarıda” olduğunu falan mı ima ediyorsunuz yoksa? (...)
Sabah, 14 Mart 2008
|
Engin ARDIÇ
15.03.2008
|
|
|
‘Toplumun din algısı’ |
Ferhat Kentel ve Ahmet Demirel ile birlikte yürüttüğümüz “Toplumun din algısı” başlığını taşıyan araştırma, Star Gazetesi’nde yayımlanmaya devam ediyor. Araştırmanın bugüne kadar yapılan araştırmalardan farklı bir tarafı var.
Her şeyden önce araştırma, dinden ve dinden korkanların dünyasını ve korkularının sebebini araştırdı. Aynı zamanda bu korkuların, dindarlarda gerçek karşılığının olup olmadığı test edildi. Bugüne kadar kural olarak sadece dindarların araştırma nesnesi olarak kabul edilmesi dikkate alınırsa, dine mesafeli ve soğuk duranların dünyasına nüfûz etmenin yeni bir anlama çabası olduğu ortada.
% 5 civarında seyreden marjinal bir grup dışında, toplumun yaklaşık % 75 ila 80’ini oluşturan dindarlar, farklı olana hoşgörülü, barış içinde birlikte yaşamaktan yana. Dine ve dinin her türlü tezahürüne iflah olmaz bir düşmanlık gösteren, diğerinin simetriği olan % 5’lik marjinal kemik bir grup da dahil olmak üzere dinden korkanlar toplumun genelinin % 15-18 bandına yerleşiyor.
İslâm inancı ve dindarlık toplumun bu kesimi için korku kaynağı. Bu insanlar dinin yükselişinin, onların profan (dindışı) dünyalarına yönelik bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorlar. Dinî inancın tezahürlerinin, onlara da dayatılacağı, bireysel tercihlerini özgürce yaşayamayacakları endişesi taşıyorlar. Siyasal alandaki gelişmeleri de, bu hayat biçimlerini muhafaza etmeye, kendi kalelerini korumaya odaklıyorlar. Üniversiteli kız öğrencilerin, üniversitelere başörtüleri ile girebilmelerinin, bir gün kendilerine veya yakınlarına başörtüsünün dayatılması ile sonuçlanacağından korkuyorlar. Bu yüzden, başörtüsü sorununun bir özgürlük sorunu olduğuna inanmıyorlar. Ramazan’da umuma açık yerlerde yemek yemelerinin, içki içmelerinin engellenmesinden, bu engellemenin de zamanla bütün hayatlarına yayılmasından endişe ediyorlar. Bu insanlar, hangi kaynaktan gelirse gelsin bu korkulara sahipler. Korku, korkunun sebepleri ortadan kaldırılana kadar bir saplantıya dönüşür. Korku, beraberinde nefret ve düşmanlık getirir. İslamofobya denilen şey, büyük ölçüde dünya çapında büyüyen bu akıl dışı korkuyu ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu insanların korkularını anlamak ve gidermek, dindarların görevi olmalıdır. % 15-18 oranı azımsanacak bir oran değildir. Sebebi ne ölçüde makul olursa olsun ciddi bir sorun olduğunu göstermektedir.
Bu % 15-18’lik grup içinde, özgürlüklerin gelişmesi durumunda, toplumda din eksenli kutuplaşmaların ve çatışmaların artacağı endişesi taşıyanlar da var. Bu düşüncede olanlar, toplum düzenini ve ülke güvenliğini koruma adına dindarlık ve tezahürlerine bazı sınırlamalar getirilebileceğini düşünüyorlar. Şayet sosyal barışa yönelik, dinden kaynaklanan bir tehdit algılamasalar daha demokrat ve özgürlükçü bir tavır içine girecekler.
Bu grup içinde dine, dini inanca ve kutsala küçümseyerek bakan, dinin dışarıdan yapılan müdahalelerle reforma tabi tutulabileceğini düşünen ve bu haliyle Cumhuriyet’le yaşıt din üzerinden modernleşme projelerinin devam ettirilmesini savunan jakoben bir azınlık da bulunuyor. % 15-18 oranına yerleşen İslamofobya grubu, üstelik toplumun kaymak tabakasını oluşturuyor. Toplumun seçkinleri dinden ve dindarlıktan korkuyor.
Her din, müntesibi için dokunulmaz, tartışılmaz olanların, yani kutsalın alanı. Din üzerinden toplumu hizaya sokmak, din üzerinden iktidar mücadelesine şekil vermek, dinî inancı yüzünden insanları aşağılamak ateşle oynamak gibi. Dün halkın şalvarlı ve poturlu olduğu için giremeyeceği yerlere bugün dinî inançlar yüzünden yasak konuyorsa, dinî inançların profan bir hayatı tercih edenler tarafından istismarından söz etmemiz gerekir.
Kamu düzenine, toplumsal barışa yönelik dinden ve dindarlardan kaynaklanan bir tehdit nesnel olarak yok. Ama bu tehdidin varlığına inanan, üstelik seçkin sınıf içinde yer aldığı için sesi daha çok çıkan azımsanmayacak bir kesim var. Bu kesimin korkularıyla yüzleşmesi, dindar olan toplumun da bu yüzleşmeye yardımcı olması lâzım...
Zaman,14 Mart 2008
|
Mümtaz’er TÜRKÖNE
15.03.2008
|
|
|
Türkiye’nin rehabilitasyonu |
“Bizim rehabilitasyona ihtiyacımız var” diyor Azad. Azad, Bejan Matur’un, “Dağdakiler” in dünyasına ilişkin yaptığı araştırmada konuştuğu kişilerden biri.
Ailesi Mardin’li. Araştırma, dünden itibaren Zaman’da yayınlanmaya başlandı. Dün, bir de Adıyamanlı Ferhat’ın hikayesi vardı. İki hikaye de “Dağa çıkış”a yol açan travmayı anlatıyordu. Onları okuyunca, Türkiye’de bazı sorunların çözülmesi için çok şeyler yapılması gerektiğine bir kere daha inandım. Azad “Bizim rehabilitasyona ihtiyacımız var” diyordu ama gerçekte Türkiye’nin rehabilitasyona ihtiyacı vardı. Belki Cumhurbaşkanı Gül’ün, DTP’lileri kabulden sonra yaptığı değerlendirmede vurgu yaptığı “normalleşme ihtiyacı”, bu rehabilitasyonun bir başka ifadesiydi. Yaşanan travmadan kesitlere bir bakalım: “Hayatının dönüm noktası olan o olayı şöyle anlatıyor Azad: Bizim mahallede 450 kişi gözaltına alındı. Özel Tim evimize postallarla girdi. Küfürler, bağırmalar arasında babamı aldılar.
Babam kapıdan apar topar götürülürken dönüp ‘bir saniye’ dedi. Üzerinden bir milli piyango bileti çıkardı ve anneme ‘bunu al’ dedi. O an babamın bir daha dönmeyeceğini düşündüm. 36 gün işkencede kaldı. 5 yıl hapis yattı. Çıktığında asosyal, içe kapanık, ürkek bir adamdı. Beni dağa çıkaran, babamın acılarına ettiğim bu tanıklıktır.” Şunlar da Ferhat’ın hikayesinden Bejan Matur’un yazı dizisine yansıyanlar: “Annesinin bir gün onu görmek için okula gelişini içi ezilerek anlatıyor:
‘Çamurlu olduğu için ayakkabılarını çıkarıp girmişti sınıfa. Herkes güldü anneme. Çok utandım. Oysa herkesin annesi aynıydı.’ Bir çocuk olarak annesinden utandığı o yılların izini belli ki hiç atamamış üzerinden. Yıllar sonra üniversite yurdundan aylardır haber almadığı annesiyle konuşmak üzere telefon sırasına yazılmış. Annesi köyde telefondan Ferhat’la konuşurken bağlantıyı kuran kadın ‘Yasaklı bir dil konuşuyorsunuz. Devam ederseniz keserim’ demiş.
Ferhat, ‘O an bilemedim ama düşününce, evet dedim yasak dil Kürtçeydi! Kadın tekrar kabini açtı ve ‘Siz yasak bir dil konuşuyorsunuz, keseceğim’ dedi. Gözlerim doldu. Anneme anlatmaya çalışırken telefon kapandı. Ağlıyordum. Öyle bir zoruma gitti, öyle içim ezildi ki.’ Üniversite yıllarında yaşadığı bu çatışmalar ve boşluk duygusu öfkesini daha da görünür kılmış. O boşluğu doldurmayı vadeden bir ideoloji, insanı ‘Dağa çıkayım kahraman olayım noktasına getirir’ diyor.” Serbesti dergisinin Diyarbakır Cezaevi özel sayısındaki tanıklıkları okuduğumda da bu “travma”yı gördüm, Abdülmelik Fırat’ın hatıralarının yer aldığı Ferzende Kaya’nın “Mezopotamya Sürgünü” isimli kitabını okuduğumda da... Çok acılı şeyler yaşandığı ve bunun, ruhlarda derin yaralar açtığı kesin. Nasıl iyileştirilecek? Meselenin öteki boyutu da var. 25 yıllık ateş hattında can veren Anadolu’nun gençleri, geride kalanların yürek yangınları... Delikanlıların bir sır gibi gidişi...
Ayrı bir travma... Evet, nasıl iyileştirilecek? Tartışıyoruz: Önce ekonomik, sosyal, kültürel adımlar mı atılsın, yoksa kimliğe ilişkin düzenlemeler mi yapılsın? Şehit analarının yüreği nasıl soğusun? İki uçtan çekiştirerek varılacak bir çözüm olmadığı o kadar açık ki... Ya da iki uçtan çekiştirerek çözümde ısrar etmenin, sonunda bu ülkeye ve bu ülkede yaşayan Türk, Kürt herkese ağır bedeller ödeteceği o kadar açık ki... Sanki bir el, hem Kürt’ün omzuna dokunacak hem Türk’ün... Sizi anlıyorum, diyecek. Acınızı anlıyorum. Acınızı asla yok farz etmiyorum. Ama gelin yaraları saralım. Daha fazla acı olmasın. Başka çocuklar ölmesin. Başka analar-babalar yanmasın. Bu ülkeyi çocuklarımız için cennete çevirelim. DTP siyasi çözümde ısrar ediyor. Kürt aydınlar siyasi çözümde ısrar ediyor.
Olmazsa olmaz sesleri yükseliyor. Hükümet ise sanıyorum işe ekonomiden, kültürden, sosyal vasatın iyileştirilmesinden başlamak istiyor. Yani, “Devlet”in imajının düzelmesinden. Fiilen çatışma ortamından çıkılmasını istiyor hükümet. Çatışma ortamından uzaklaşalım, konuşabilmeye başlayalım, yüreklerdeki ateş birazcık sönsün, yüz yüze bakalım, birlikte su içelim, yemek yiyelim, konuşalım, sohbet edelim... Bir ara dedim ki, -Başbakan bir mezraya gitsin, Kürtçe selam versin, mezradaki yaşlı Kürt anası da Türkçe selamını alsın... -Selamünaleyküm.
Ve aleyküm selam...
Ortak dünyalarımızın altını çizelim. Sonra Türkçe veya Kürtçe konuşmak hiçbir tehlikenin işareti olarak algılanmayacak, emin olunuz. Türk veya Kürt gerçeğini kabul etmek asla risk anlamına gelmeyecek. Türkiye’nin rehabilitasyona ihtiyacı var. İslam’la ilişkileri normalleştirmek, Kürtler’le ilişkileri normalleştirmek, Aleviler’le ilişkileri normalleştirmek, gayrı müslimlerle ilişkileri normalleştirmek... İnanın zor değil. Bunun formülü bizim köklerimizde mevcut. Onu bulmak için hepimizin rehabilitasyona ihtiyacı var.
Bugün, 14 Mart 2008
|
Ahmet TAŞGETİREN
15.03.2008
|
|
|
Konuşun Paşalar, konuşun... |
(...) Kaç gündür gazetelerde ‘Paşa itirafları’ okuyoruz.
28 Şubat sürecinin ‘kudretli’ ama ikinci planda kalmayı tercih etmiş generali, meğer birçok konuda, sürekli muhtıralara ve tazirlere maruz kalan Mesut Yılmaz gibi düşünüyormuş.
Bu Paşa, 28 Şubat’ın darbe olmadığı görüşünde...
Hiyerarşide alt sıralarda yer alan ama güç sıralamasında tepeye oynayan bir diğer Paşa da ‘Bu bir postmodern darbedir’ diyor ve asker müdahalesini zımnen kabul ediyor.
Bazı generaller arasında da ‘Hilmi Özkök korkusu’ varmış. Bunu da yeni öğrendik.
Mesela, Kıvrıkoğlu, Özkök’ün önünü kesmek istemiş.
Özkök, ‘tamam, başarılı bir asker’miş ama, irticayla mücadelede ‘yetersiz’ bir görüntü veriyormuş; onun yerine Aytaç Yalman’ın getirilmesi daha uygun olurmuş.
Kıvrıkoğlu bu önerisini Milli Savunma Bakanı’na götürmüş.
Koalisyonun diğer ortağı Devlet Bahçeli de sıcak bakıyormuş.
Fakat olmamış...
Ecevit de, Hilmi Özkök’le ilgili sakıncayı ortadan kaldırmak için, Kıvrıkoğlu’nun görev süresini uzatma önerisini gündeme getirmiş.
Bahçeli ve Milli Savunma Bakanı Çakmakoğlu destek vermesine rağmen, bu iş de Mesut Yılmaz engeline takılmış.
Kıvrıkoğlu, Hürriyet’ten Şükrü Küçükşahin’e yaptığı açıklamada diyor ki, ‘Ben zamanında Mesut Yılmaz’ı rahat ettirmedim. Bunu ona kabul ettiremeyeceklerini biliyordum. Nitekim kabul etmedi.’
Eh, konuşun Paşalar, konuşun...
Konuşun ki, siyaset üzerindeki ‘asker ağırlığı’ iyice açığa çıksın ve bu halk demokrasinin nasıl direkten döne döne bugünlere geldiğini bir kez daha idrak etsin.
Hazirun ne der bilmiyorum ama, ben Mesut Yılmaz gibi düşünüyorum: ‘Eski bir Genelkurmay Başkanı bugün, hálá eski bir Başbakanı rahat ettirmemekle övünüyorsa, orada konuşacak fazla bir şey yok. Bu durum demokratik de değil, sağlıklı da değil.’(...)
Star, 14 Mart 2008
|
Ahmet KEKEÇ
15.03.2008
|
|
|
Plân var mı yok mu? Varsa ne biçim bir plân bu? |
Başbakan Erdoğan’ın geçen yıl Aralık ayında Portekiz’e yaptığı resmi gezi sırasında uçağında bazı gazetecilere, PKK’lı militanların dağdan indirilmesine ilişkin bazı yasa değişikliklerinden söz ettiğini hatırlıyoruz. Bu açıklamanın, Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’de ABD Başkanı Bush ile yaptığı görüşme sonrasında ortaya çıkan, ‘Kürt meselesinin çözümü için Kapsamlı Plan’ tartışmalarını daha da yoğunlaştırması bekleniyordu.
Ama öyle olmadı.
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, Başbakan henüz Portekiz’deyken ve bu açıklamaya muhatap olan gazetecilerin yazdıkları ‘Kapsamlı Plan’ haberlerinin, yorumlarının mürekkebi kurumadan yaptığı açıklamalar bu konuda herhangi bir plan olmadığıni ortaya koydu.
Nitekim bu konuda Erdoğan Türkiye’ye döner dönmez böyle bir hazırlığın söz konusu olmadığını açıkladı.
Sonra bu ‘Kapsamlı Plan’ tartışmaları bir süre daha devam etti ve tedavülden kalktı.
Arkasından sınırötesine yönelik hava akınları başlayınca zaten kimsenin ‘kapsam’, ‘çözüm’, ‘barış’ , ‘Kürt Planı’ vb. lafları etmesine de gerek kalmadı. Meselenin barışçı bir plana değil, askere, savaşa havale edildiği ortaya çıktı. Ortada ‘Kapsamlı bir Plan’ değil, AKP ile asker arasında Kürt meselesi ve PKK üzerinden ‘Kapsamlı’ bir işbirliği olduğu artık kesin olarak anlaşılmış oldu. Sonra kara harekâtının başlaması ile birlikte AKP’nin Kürt meselesini tamamiyle askeri yöntemlerle çözmeye çalışacağı belli oldu.
Sonrasını hep birlikte çok iyi anımsıyoruz.
Silahlı kuvvetlerin kimsenin beklemediği bir sürede Kuzey Irak’tan geri çekilmesi, bu ani çekilmenin Türkiye iç politikasında yarattığı beklenmedik gelişmeler de hepimizin malumu.
İşte bu çekilme sırasında başta Başkan Bush olmak üzere bütün ABD yetkililerinin dillerinden düşürmedikleri tek laf şuydu: “Kapsamlı Plan.’ Arkasından da açıklaması geliyordu: “Türkiye PKK meselesini, Kürt meselesini yalnızca askeri müdahalelerle çözemez. İşin siyasi, kültürel ve ekonomik boyutu da vardır. Bu konudaki tedbirlerin devreye sokulması gerekir.”
Hatta, ABD tarafından resmen kabul edilmese de, “Önce PKK’nın etkisizleştirilmesi ve sonra da oturulup onlarla bu meselenin müzakere edilmesi gerekir” diyenler bile vardı.
Sonrası malum. Türkiye’de yine ‘Kapsamlı Plan’ konuşmaları devreye girmekte gecikmedi.
Her ne kadar daha geçenlerde bir bakanlar kurulu toplantısından sonra Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, bu konudaki söylentileri şu açıklamasıyle yalanlamış olsa bile:
“Bizim teröristi dağdan indirmek adına özel paket açıklamamızı kimse beklemesin. Bu doğru bir şey değildir. Aksi halde terör örgütü, ben olmasaydım, bu düzenlemeler yapılmayacaktı, bu yollar yapılmayacaktı der.”
Bu ifadelerden birkaç gün sonra, önceki gün, Başbakan Erdoğan’ın bu herkesin beklediği planı bir ABD gazetesi aracılığı (New York Times) ile açıkladığını gördük. Erdoğan, önümüzdeki 5 yılda Güneydoğu’ya 11-12 milyar dolarlık yatırım yapılacağını, bu çerçevede iki büyük baraj, sulama kanalları sistemi ve yolların yapılacağını, Suriye sınırındaki mayınların temizleneceğini açıklamıştı. Erdoğan, Kürtçe TV kanalının açılacağını, kanalın Farsça ve Arapça yayınlarını da içereceğini bunun, “Bölge için kültürel hakların sağlanması konusunda en önemli adım olacağını” söylemişti.
‘Kapsamlı Plan’ buydu.
Tabii New York Times muhabiri belki bilmiyor olabilir ama, Başbakan’ın bu söylediklerinde ‘plan’ olarak nitelendirilebilecek hiçbir yeni şey bulunmuyor. Barajlar zaten GAP çerçevesinde planlanan barajlar. Sulama kanalları da öyle. Neredeyse 30 hatta 40 yıllık projeler bunlar. Yollar ise, sırası gelince, parası bulununca yapılan alt yapı yatırımları. Mayınlı arazilerin temizlenmesi de neredeyse 40 yıllık bir hikaye. TRT’nin Kürtçe kanalı açması meselesi de oldukça eski. Özal zamanına kadar gidebilirsiniz.
Devlet kontrolündeki, hele de Kürtçe yayın yapılacağı için sıkı sıkıya kontrolündeki bir kanaldan yapılacak yayınla Kürt meselesinin çözümü yolunda nasıl bir adım atılacağını şimdi Kürtler başta olmak üzere birçok kişi çok merak ediyor olmalı. Üstelik bu konuda atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiş bulunuyor.
Şu anda gerek bölgeden ( Kuzey Irak ve Ortadoğu’nun muhtelif yörelerinden) gerekse uydular aracılığı ile onlarca, belki 50’nin üzerinde Kürt kanalı (Sadece PKK’nın değil, her eğilimin, her rengin, her grubun) şu anda yayın yapmakta olduğu için TRT’nin bu gecikmiş girişiminin hiçbir önemi bulunmuyor.
Dolayısıyla yaygın espri ile TRT’nin Kürt insanına zeytinyağlı pırasa tarifi yapacağı yayınlarla Kürt meselesinin çözümüne herhangi bir katkı yapabileceği de düşünülmüyor.
Dolayısıyla bu anlatılanlardan bir ‘Kapsamlı Plan’ ortaya çıkmıyor.
Öyleyse yeniden sormak gerekmez mi:
Bir plan var mı?
Varsa ne biçim bir plan bu?
Yoksa bu açıklananlar gibiyse, ne diye milleti oyalıyorsunuz?
Yeni Şafak, 14 Mart 2008
|
Koray DÜZGÖREN
15.03.2008
|
|
|
|