Büyük günahları işleyen mü'min kalabilir mi?
Fıkıh kitaplarımızda büyük günahlara (kebair) geniş yer verilir. Sayıları oldukça fazladır. Bunlardan yedi tanesi üzerinde fazlaca durulur. Bunları sayıp diğerlerini fıkıh kitaplarına havale ediyorum: Adam öldürmek, zina, içki içmek, sıla-i rahmi kesmek, kumar, yalancı şahitlik, dine zarar verecek bid'alara taraftar olmak.
İnsanın nefsi, acele ve hazır bir dirhem lezzeti, ertelenmiş, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride gelecek bir sene azaptan daha çok çekinir. Hem insanda duygular galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz hazır bir lezzeti ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Hazır az bir sıkıntıdan, ileride büyük ertelenmiş bir azaptan daha çok çekinir. Çünkü tevehhüm, heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis de yardım etse, imân mahalli olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp olurlar. Şu halde, büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his, heves ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.
Fenalık ve hevesler yolu, tahribat olduğu için, gayet kolaydır. İnsî ve cinnî şeytan, çabucak insanları o yola sevk edebiliyor. Çok hayret edilecek bir durumdur ki, ahiret âleminin sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın bütün ömrü boyunca dünyadan aldığı lezzet ve nimete karşılık geldiği halde, bazı biçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâki âlemin bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gitmektedirler.
İşte bu sırlar içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm, mü'minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdit ve teşvik ile, günahtan uzaklaştırıp hayra sevk etmektedir.
Sıradan insanların önemsiz amelleri ve şahsî
günahları kâinatın hiddetini kendine
nasıl çeker?
Küfür ve dalâlet, müthiş bir tecavüzdür. Bütün varlıkları ilgilendirecek bir cinayettir. Çünkü kâinatın yaratılışının bir büyük neticesi ubudiyettir ve Cenâb-ı Hakkın Rububiyetine karşı imân ve itaatle karşılık vermektir. Halbuki kâfirler, küfürdeki inkârıyla, varlıkların yaratılış maksatları ve bekalarının sebepleri olan o büyük neticeyi reddettikleri için, bütün varlıkların hukukuna bir nev’î tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın aynalarında cilveleri görünen ve masnuatın kıymetlerini ayinedarlık cihetinde yükselten Allah'ın isimlerinin (Esmâ-i İlâhiye) cilvelerini inkâr ettikleri için, o kudsî isimlere karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini düşürmekle, o masnuata karşı bir büyük hakarettir. Hem bütün varlıkların her biri birer yüksek vazife ile görevli Rabbani birer memur derecesinde iken, küfür vasıtasıyla alçaltıp, cansız, fâni, mânâsız bir yaratık menzilesinde gösterdiğinden, bütün mahlûkatın hukukuna karşı bir nev’i tahkirdir.
Küfür ve dalâlet günahı kâinatta Allah'ı tesbih eden varlıkların hukukuna bir saldırıdır. Bundan dolayı "Küfür ve dalâlet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür."
İmansızlıkta lezzet var mı?
İmansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebâirde birer aldatıcı şeytanî lezzet bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir lezzet yönü yoktur. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır. İşte, böyle hadsiz bir ebedî hayata çalışmayı ve imân gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmakta lezzet yoktur.
Günahların kabirde verdiği sıkıntılar
Dünya hayatının sonunda gidilen yer hiç şüphesiz kabirdir. Oraya ulaşıldığında ne yapılacaktır? Kabir kapısından amellerden başka bir şey geçemiyor ki. İnsan kabirde günah ve sevaplarıyla baş başadır. Bediüzzaman bu manzarayı şöyle tasvir eder: "İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryat edip nidâ ediyorum: "El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!"
"İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:
"El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li'l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.
Günahtan Korunma ve Kurtulma Yolları:
1. Manevî şirkete dahil olmak
Bediüzzaman'a göre, böyle fırtınalı bir zamanda, bu dehşetli hadiselere karşı, ihlâs kuvvetinden sonra en büyük kuvvet, "iştirâk-i âmâl-i uhrevîye" denilen manevî şirket düsturuyla birbirimizin amel defterine hasenat yazdırmaktır. Aynı zamanda dillerimizle, birbirimizin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve yardım göndermektir. Özellikle fırtınalı hücumlara hedef olan kardeşlerin, mübarek üç aylarda ve meşhur gecelerde yardımlarına koşmaktır.
2. (İman+Farzlar)- günahlar
İmanla hayatlanmak, farzlarla süslenmek ve günahlardan kaçınmakla Müslüman bu dünya hayatından da lezzet alabilir. Said Nursî şu sözüyle hayatı en güzel şekilde yaşamanın formülünü verir: "Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz."
3. Günahlara karşı mânevî polisler
Acaba adam öldürmek, zina, hırsızlık, kumar, şarap gibi sosyal hayatı zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve devletin bir polisinin görmesi yeterli mi?
O halde, her evde, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. Said Nursi'ye göre, Risâle-i Nur, salih amel noktasında, imân tarafında, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurmaktadır. Bu dünyada iman içinde lezzeti gösterdiği gibi, günahlar içinde de sıkıntıları, elemleri göstermektedir. Günah işleyen kişi cehennem hapsini ve Allah'ın gazabını hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtulmaktadır. İman, kalbde, kafada sürekli mânevî bir yasakçı bıraktığından, fena meyiller histen, nefisten çıktıkça 'yasaktır' deyip kovmakta ve kaçırmaktadır.
4. Günahlardan utanmak
Günahların insanlara verdiği utanma duygusu onları bir süre sonra terk etme yoluna götürür. Dünyada, çok namus sahipleri, cinayetlerinin verdiği utançtan kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır. Basından takip ettiğimize göre suç işleyen bazı kimseler suçlarını itiraf ederek karakollara teslim olmaktadırlar.
5. Nefsin kusurunu görmek
Şeytanın şerrinden kurtulmanın yolu Allah'a sığınmaktır. Bediüzzaman bunun yolunu şöyle çizer: "Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur." "Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır." diyen Said Nursî, kişi kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkacağını ve itiraf etse, affa müstehak olacağını da belirtir.
6. Hastalıklara sabretmek
Hastalıklara eğer sabredip şikâyet edilmezse, şu geçici bir hastalıkla sürekli pek çok hastalıklardan kurtulma imkânı vardır. En önce, sınırsız yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilâç ve kat’î şifa verici bir tiryak olan imân ilâcını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir. O ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında bizlere gösterdiği acz ve zaaf penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini ve rahmetini tanımaktır.
7. Takva ve salih amel zırhına bürünmek
Kur'ân-ı Hakim'in nazarında, imandan sonra en çok esas tutulan takvâ ve salih ameldir.
Takvâ, yasaklardan ve günahlardan kaçınmaktır. Takvanın üç mertebesi vardır: 1. Şirki terk etmek, 2. Günahları terk etmek, 3. Allah'tan başkasını terk etmek.
Salih Amel: Emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.
Said Nursî, "Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır." derken şerleri def etmenin faydalı şeyleri celb etmekten önce geldiğini ifade eder. Yani takvanın salih amelden önce geldiğini belirtir. Şu zamanın dehşeti karşısında çok önemli bir de müjde verir: "Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur."
8. Haramları terk etmek
Şu zamanın ağır şartları altında az bir salih amel çok hükmündedir. Takva içinde de bir çeşit salih amel vardır. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere karşılık sevabı vardır. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın hücumlarında bir tek kaçınmak, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş olur. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli salih amellerdir.
9. Günahlardan korunmak için niyet etmek
Bediüzzaman, "Risâle-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir." deyip günümüz günahlarına dikkat çekmekte ve "Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir." demektedir. Said Nursî günlük hayattan şöyle bir örnek verir: "Bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz. Bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risâle-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır."
10. İhlâs, sadakat ve tesanütle çalışmak
Sosyal hayata giren kimse hangi şeye temas etse, çoğunlukla günahlara bulaşmaktadır. Her yönden gelen günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir? Her biri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, kurtulur?
Bu tehlikelere karşı, Risâle-i Nur'un hakikî ve sadık talebelerinin aralarındaki esas düstur olan "iştirak-i âmâl-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve halis tesanüd sırrı" önemlidir. Yapılacak iş şudur: Her bir halis nur talebesi kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille karşılık verir. Bazı meleklerin kırk bin dille zikrettikleri gibi, halis, hakikî, müttakî bir nur talebesi dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder. Kurtuluşa müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risâle-i Nur dairesinde sadakat, hizmet, takvâ ve büyük günahlardan çekinmek derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.
11. Gıyaben duâ etmek
Günahlara bulaşan din kardeşlerine gıyaben, günahsız bir dille duâ etmek. O insanlara manen yardım etmiş oluyor. Sevab kefesine destek sağlanıyor.
Sonsöz
Risâle-i Nur'da, günahları, günahların açtığı yaraları ve tedavi çarelerini bulmaya çalıştık. İşlenen günahlara karşı en güzel silâh duâ, tevbe ve istiğfardır. Bediüzzaman Said Nursî'nin sözleriyle yazımızı bitirmek istiyoruz:
"Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur'ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur'ân'ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyyesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol."
"Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: "Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl. Amin!" demeli ve O'na yalvarmalı."
- Son-
|