“Üniversite türbana hayır dedi” diye bir manşet atmıştı gazetelerden biri... Eski alışkanlıkla, hâlâ tek bir üniversite olduğunu sanarak, ya da sanılmasına çalışarak...
Oysa, şükürler olsun ki, artık tek bir üniversite yok Türkiye’de... Türban konusunda, laikliğin tanımı konusunda, Cumhuriyetin niteliği konusunda, darbeler konusunda ve daha genel olarak özgürlükler konusunda farklı fikirler taşıyan; yani asla homojen olmayan bir üniversite camiası var ve işte nihayet, bu farklılık türban yasağına karşı çıkan 1000 öğretim üyesinin imzasıyla açıkça ortaya çıkmış durumda.
Dolayısıyla artık kimsenin “üniversite şöyle istiyor”, “üniversite şöyle düşünüyor” gibi totalci laflar etme ve üniversitelerimizi belli bir siyasi-ideolojik mihrakın “yedek gücü” gibi gösterme imkânı da kalmadı. Bu anlamda, özgürlükten yana olan öğretim üyelerinin son çıkışı, tarihi bir önem taşıyor. Sadece türbanlı öğrencilerin haklı taleplerinin yanında yer aldıkları için değil; aynı zamanda üniversitelerde dayatılan tek sesliliği kırıp çok sesli bir koro yarattıkları için...
Aslında üniversite camiasının içinde bu farklılıklar her zaman vardı. 1958-60 yılları arasında, bir kısım “hoca” askeri bir darbe yaptırmak için elinden geleni ardına koymazken ve sonunda 27 Mayıs’ın baş kışkırtıcısı sıfatıyla tarihe geçerken, üniversitelerin üstlendiği bu uğursuz misyona sonuna kadar karşı olan bir kesim de vardı üniversitelerde. Ama ne yazık ki sesleri pek çıkmadı.
Yine 28 Şubat’ta üniversite rektörleri ceketlerini ilikleyip, ordunun demokraside yaptığı “balans ayarı”na ilişkin brifingi dinlemeye giderken, bir üniversite mensubu olarak bu tablodan utanan, yerin dibine geçen öğretim üyesi de çoktu. Ama yine seslerini çıkaramadılar...
Daha birkaç yıl önce, Ak Parti iktidarının ilk döneminde, kimi rektörler hükümeti Kara Kuvvetleri Komutanına şikâyet etmeye gittiklerinde, ya da YÖK Kanununu bahane edip, üniversiteleri hükümetle karşı karşıya getirmeye ve buradan bir siyasi kriz çıkarmaya çalıştıklarında, bütün bu yapılanlara muhalif olan binlerce öğretim üyesi de pek bir şey yapamadı.
Yine çok iyi biliyoruz ki, 20 yıldır sürüp giden türban eziyetini yüreği burkularak izleyen, vicdanen asla rahat olmayan binlerce öğretim üyesi vardı üniversitelerde. Ama Gürüz’lerin, Alemdaroğulları’nın estirdikleri sert rüzgârı göğüslemeyi başarıp da kendi görüşlerini ortaya koyamadılar.. Şimdi, uzun süredir ilk defa, bu konudaki farklı düşüncelerin kamuoyuna duyuruluşuna tanık oluyoruz. Ama bakıyoruz, bu imza kampanyası karşısında bazıları hemen telaşa kapılıp bu gelişmenin “üniversitelerde saflaşma yaratacağı” “gerginliğe yol açacağı”, hatta “kaos doğacağı” gibi kehanetlerde bulunuyor.
Doğrusu ben bir fikir saflaşmasından neden bu kadar korkuyorlar anlamıyorum... Farklı fikirler varsa, saflaşmalar da doğaldır. Eğer adam gibi tartışmayı bilirlerse, kimse tartışmada “büyük ağabeyini” yardıma çağırmazsa, tartışmanın kurallarına uyarlarsa, gerginlik filan da olmaz. İsteyen gider yürüyüşünü yapar, mitingine katılır, çelengini bırakır, imza kampanyasına imzasını verir, üniversite içinde ve dışında uygun her ortamda tartışmalara katılır, ama bir yandan da sınıfına girer ve güzel güzel dersini verir.
Demokratik muhalefetini yapar, hükümetin kararlarını etkilemeye çalışır ama nihai olarak seçilmiş hükümete saygı göstermek, onun yönetme yetkisini, Meclis’in kanun çıkarma yetkisini kabul etmek zorunda olduğunu da unutmaz. Kendini yasamanın yerine koymaya kalkamaz. Mevcut iktidar meşru bir iktidar değilmiş, meşru olmayan bir yoldan iktidara gelmiş gibi davranamaz.
Peki “üniversiteleri kapatırız”, “derslere girmeyiz” türü posta atarsa ne olur? Bu beyler ve hanımlar yönetmeliklere pek düşkündürler. Yıllar yılı yasaklarının gerekçelerini sokuşturmaya çalıştıkları o yönetmelikleri de ezbere bilirler. Ehh, bir öğretim üyesinin geçerli mazereti olmaksızın derslere girmemesinin bir yaptırımı vardır herhalde o yönetmeliklerde. Bunu söylüyorlarsa bedelini ödemeye de hazırlar demektir.
Bugün, 3.2.2008
|
Çok yorucu bir ülke burası kuşkusuz. Yorucu olmasının en önemli sebeplerinden biri de ortak bir dile, toplum için ortak özgürlük alanı özlemine, bireyler için hak anlayışına ve farklılıklar içinde bir arada yaşama iradesine sahip olmaması. Dayatma ve sürekli kendine yontan bir nalıncı keseri hali en önemli ortak özellik. Bu durumda da en küçüğünden en büyüğüne hiçbir sorun halledilmiyor. Ancak ertelenebiliyor. Ertelendikçe de dallanıp budaklandığından, artık halledilmesi gerektiğinde başlangıçta söz konusu olmayan yeni meseleler de ana konuya eklenmiş oluyor. O noktaya gelindiğinde toplumun genetik yapısına işlemiş korkma hali tetikleniyor.
Her kesim karşısındakinin de aynen kendisi gibi mutlakiyetçi bir zihniyet yapısında olduğunu bildiğinden ya da bunu varsaydığından duruşunu keskinleştiriyor. Tartışma sıfır toplamlı diye kabul edildiğinden yaşamsal, varoluşsal bir kavgaya dönüşüyor. Aynı dili kullansalar da insanlar aslında aynı dilde konuşmuyorlar.
Müslüman ülkelerdeki kadın durumunu anlattığı Duvarların Arkasında kitabı yeni çıkan Ayşe Böhürler’in “Ortak alanımızda birbirimizin hukukunu korumak için karşılıklı ahitleşmek yerine duygusal, kaba, hodbin, kırıcı -kabile savaşları yaparmışçasına ilkel-yaklaşımların kime ne yararı var ki?” sorusu bu nedenle duyulmuyor.
Fırsatçılıkları ortada
Üniversite öğrencilerinin derslere türbanla girememesi nasıl yanlışsa, bu meselenin anayasa değişikliği yoluyla ve Meclis çoğunluğunun dayatması olarak gerçekleştirilmesi de o kadar yanlıştı. Hiç kuşkusuz bu baskın basanındır zihniyeti, karşısındaki korku ile bilenmiş yasakçı anlayışı tahrik edecektir. Bitmek tükenmek bilmeyen bir itiş kakışın önü de açılmıştır. Üniversiteler ve yargı CHP ile birlikte ortalığı ayağa kaldıracaktır .
Bugüne dek herhangi bir temel özgürlük söz konusu olduğunda sesi çıkmamış, hatta bu konularda olumsuz tavır almış MHP’nin bu meseleye özgürlük ilkesi çerçevesinde yaklaştığına inanmak zaten zor. Tüm vatandaşların özgurlük ve hukuku söz konusu olduğunda geçmişteki ve bugünkü sicili açık.
Neye inandığı, hatta herhangi bir şeye inanıp inanmadığı tayin edilemeyecek derecede kaypaklaşan AKP ise toplumsal uzlaşma arama yönündeki sözünü tutmamıştır. Gündemdeki özgürlükle ilgili meselelerin hiçbirinde göstermediği heyecanla MHP’nin peşine takılmasında da insana bıkkınlık veren oportünizminin tüm unsurları mevcuttur.
Ya ciddiyet, ya tükenme
Ancak Hasan Bülent Kahraman’ın Cuma günkü yazısında savunduğu gibi belki de MHP’nin oyununa gelmiştir. Artık başörtüsünü değilse de türbanı yasaklayan parti konumundadır. GATA kriterine uygun başörtüsü demek Silahlı Kuvvetler’in koyduğu tanım ve sınırlamaları kabullenmek demektir. Bu açıdan bakınca Ergenekon davasının en tepedekilere kadar ulaşacağını düşünmek için de pek neden kalmıyor. Zira belli ki AKP artık bir sistem partisidir ve sistemin temel kurumuyla mükemmelen uzlaşmıştır.
Doğrudur şu sıralarda AKP’nin önünü kesebilecek hiç bir siyasi akım veya parti ortada yoktur. Çıkması da kısa vadede gerçekleşebilecek gibi değildir. Yerel seçimler muazzam bir gelişme yaşanmazsa çantada kekliktir. Ancak tarih şunu da gösterir. Oportünizm bumerang gibidir sonunda gelip kullananı vurur. AKP ya AB işini ciddiye alarak bu ülkenin hak, hukuk, özgürlük ve refah problemini çözecek kurumsal adımları atacaktır. Ülkenin insan sermayesinden yararlanmak için çaba gösterecek ve uzlaşma kanallarını açacaktır.
Ya da kendisini tüketecektir.
Sabah, 3.2.2008
|
Medyaya yansıyan ibadet ve hak konusundaki ‘vicdani müstehcenliğin dibe vurduğu, akl-ı selimin göçe zorlandığı’ bir ortamda bu tartışmaların odağındaki hükümet, destek veren muhalefet partisi nerede durduğunu bilmem ayrıca söylemeye gerek var mı? Yıllardır “toplumsal” daha doğrusu “kurumsal mutabakat” adına kendine oy veren kitleleri bekleten iktidar neyi çözmüş oldu? Toplumsal mutabakat arkasında olmasına rağmen “kurumsal mutabakat” adına ortaya çıkan manzara başörtüsü yasağını çözmekten ziyade “çene altı kriteri” getirerek başörtüsünü çözmeye kapı aralayacak bir adım atılmış oldu. Burada MHP devreye girerek hem çözüme katkıda bulunmuş görünerek imaj tazeledi, hem de yasağı çözme yönündeki muhtemel girişimleri sınırlandırmış oldu.
Yeni düzenleme açıkca şunu getiriyor: Sınırlı alanda başörtüsü yasağı kaldırılırken geniş alandaki yasak uygulaması yasal hale getiriliyor.
Yasağın kaldırılması yönünde mücadele veren kalemler yasakçı tarafın tutum ve tavırlarında hükümeti hedef göstermelerini gerekçe göstererek eleştirel en küçük imada bile bulunmamaları “korku cumhuriyeti”nin başka yüzünü gösterir. Oysa hükümeti eleştirenler, gerçekte başörtüsü yasağını savunuyor, başörtüsü emrine karşı cephe açıyorlar.
Başörtüsünü ibadet ve hak olmaktan çıkarıp farklı argümanlara sığınılarak savunulmasının gelip dayandığı çizgi budur. Hükümeti yıpratmama kaygısı bir muhafazakarlık örneği olarak başörtüsü yasağına karşı çıkmanın önüne geçebilmektedir.
Hatırlatmakta yarar var; muhafazakarlığın batıda başka bir tanımı da “teolojisi olmayan dindarlık”tır.
Yeni Şafak, 31.1.2008
|
AK Parti ile MHP türban konusunda yazıya dökülen bir ittifak yapmış.
Kimsenin yarı yolda caymayacağı taahhüt altına alınmış.
Dileriz, bu ittifak burada sınırlı kalır. Çünkü türban konusunda yasaklara karşı çıkan MHP’nin 301’e karşı duruşu malum.
Türban yasağını aşma uğruna demokratikleşme yolundaki adımların askıya alınması veya buralarda taviz verilmesi kabul edilemez.
Toplumda yaşanan değişimlerden korkan, endişeye düşen kesimleri rahatlatacak tek tavır AB yolundaki adımları güçlendirmektir.
AB reformları bence hiç bu kadar önemli olmamıştı ve iktidarın bu konuda gönülsüz hareket ettiği izlenimi endişelerin yükselmesine neden oluyor.
AB konusu ciddi biçimde gündeme gelmezse, Meclis’te bekleyen tasarılar hızla geçirilmezse, toplumsal gerilimin daha da artacağı görülüyor.
Sabah, 3.2.2008
|
Türban konusunda gelinen son noktadan kim memnun?
Türbanıyla üniversiteye girmek isteyen öğrenciler?
Hayır.
Türban yasaktı, yine yasak. Hem de resmen.
Laikler?
Hayır.
Felakete doğru bir adım daha atıldı...
Laik Cumhuriyet yara aldı.
Şimdi başını örtmeyen öğrenci baskı görecek.
Başını örtmeyen ama demokrasi adına kılık kıyafetin serbest olmasını isteyenler?
Hayır.
Tamam başını açma zorunluluğu kalktı ama yerine “başörtüsü” zorunluluğu geldi.
(...)
Modacılar?
Hayır.
Türban estetik açıdan daha şıktı.
Abiye bile olabiliyordu icabında.
Düzenlemeyi gerçekleştirenler?
Hayır.
Hiçbir tarafı memnun edemediklerinin farkındalar herhalde. Bir “ucube” yarattıklarının.
Üniversitelerde huzur olacak mı?
Hayır.
Büyük ihtimalle kapılarda “biçim” tartışması yaşanacak.
Yeni düzenlemeyi sindiremeyenler asabileşecek. Nitekim ayaklandılar.
Türban, “çene altı”na dönüşünce simge olmaktan çıkacak mı?
Hayır.
Askerin üniformasının ceketi önden değil de arkadan düğmeli olsa mesela... Asker, asker olmaktan çıkar mı?
Veya Tayyip Erdoğan bıyıklarını kesse başka biri mi olur?
Tartışmalar bitecek mi?
Hayır.
Artacak hatta.
İlk günden arttı bile.
Mesele “arapsaçı”na döndü zira.
Hürriyet, 3.2.2008
|