|
|
|
28 Şubat’ın kötü kopyası |
Üniversitelerarası Kurul, fiili durum yaratarak türbanla ilgili anayasa değişikliği teklifinin mecliste ele alındığı saatlerde toplandı. Toplantının hukukiliği tartışılır ama o artık teferruatta kaldı.
Rektörler, 28 Şubat sürecindeki cüppeli yürüyüşleri gölgede bırakacak bir şovla bildiri yayınladılar. ‘Türkiye laiktir laik kalacak’ diye slogan attılar, ‘Artık yeter, uyanalım’ yazılı pankart açtılar.
Bir de ‘muhtıra’ verip tüm dünyaya ilan ettiler: ‘Türban üniversitelere girerse rejim elden gider!’
Açıkçası, 28 Şubat’ın kötü bir kopyası oldular.
Dünya bilimsel üretim sıralamasında sapır sapır dökülen üniversitelerinin mali, idari ve bilimsel özerklik hakları için kavga vermeyi bir kenara bıraktılar, ‘jandarma kulübesi’ haline getirdikleri üniversiteler üzerinden sözde rejim bekçiliğine (!) devam ediyorlar.
Evrensel manada özgür düşüncenin sembolü olması gereken üniversitelerde ‘yasakçılığı’ savunuyorlar.
Üniversitelerarası Kurul Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın, üniversitelerin inanç değil bilimsel özgürlüğün yaşanacağı yerler olması gerektiğini söylüyor ama hiçbir inandırıcılığı yok.
19 Mayıs Üniversitesi’nde emekli orgeneral Hurşit Tolon’un ‘Sevr’e Giden Yol’ kitabı, ders kitabı haline getiriliyor.
İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, ‘AKP yüzde 95 oy alsa bile bir şey değişmez, gerekirse darbe yapılır’ diyor.
Çözümü demokraside değil darbede arayan Prof. Dr. Celal Şengör, YÖK üyeliği için tavsiye ediliyor.
Bu nasıl bir ruh hali veya nasıl bir eğitim sisteminin ürünüdür ki , ‘profesörlük’ unvanı almış bu koca zatlar, özgürlük rejimleri yerine totaliter rejimleri savunabiliyorlar. Bir de kalkıp türbana karşı çıkarken ‘özgürlük önündeki engeldir’ diyorlar.
Hangi özgürlük?
Postal altında yönetilmeyi içine sindirenlerin, sırtında kırbaçla ders vermeyi tercih edenlerin özgürlük kaygısı olabilir mi?
Olsa olsa ‘mazoşist’ olurlar. O ruhtan da ‘bilim adamı’ çıkmaz.
Kurul Başkanı Akaydın yine diyor ki: ‘Daha önce rektörler hakkında kötü konuşan siyasetçiler vardı, onlar hırsızlıkla yargılandılar, bu rektör onuruyla hala buradalar.’
Kastettikleri, ‘kayıp trilyon’ davasından yargılanan ve rektörlere ‘Selam duracaklar’ diyen eski başbakan Necmettin Erbakan.
Eğer bu kadar duyarlı iseniz; Yıldız, Ege, Ankara, İstanbul, 19 Mayıs, 9 Eylül, Muğla ve İnönü Üniversiteleri başta olmak üzere çok sayıda üniversitedeki intihal, yolsuzluk ve usulsüzlük iddiaları gırla giderken neden sesinizi çıkarmadınız? Neden onlar hala aranızda?
25 milyon dolarlık tıbbi cihaz alımında usulsüzlük yaptığı gerekçesiyle 9 ayrı suçtan Van 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan dönemin Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’a neden sahip çıktınız? Neden ‘Aşkın’a sahip çıkmak Cumhuriyete sahip çıkmaktır’ diye açıklama yaptınız?
Star, 2.2.2008
|
Şamil Tayyar
03.02.2008
|
|
|
Darbe sevdalısını aday yap, mahkûm olana sessiz kal! |
İkisi de üniversite öğretim üyesi, ikisi de profesör. Biri, Celal Şengör, yerbilimci.
Öteki, Atilla Yayla, siyaset bilimci.
İlki, totaliter bir zihniyete sahip.
Diğeri, liberal çizgide.
Prof. Şengör, darbesever bir zat!
Milliyet’e bir demecindeki sözleri:
“Ordu gayet tabii ki darbe yapabilir, niye yapmasın?”
Prof. Şengör, üniversitelerde başörtüsü-türban yasağının ateşli bir taraftarı. Bu yakınlarda Akşam gazetesine verdiği demeçte şöyle diyordu:
“Yasal olarak kabul edilse bile türban kabul edilemez. Türban taktın mı şeriat istiyorum demektir.”
Aynı demeçte asker adına da konuşmuştu Prof. Şengör:
“Laiklik ilkesini korumak askerin görevidir. Genç subaylar da rahatsız, yaşlı subaylar da...”
Arkasından da sopa göstermişti:
“27 Mayıs’ı üniversiteler yaptı!”
Prof. Celal Şengör askeri çok sever. O kadar ki, bir komutanla telefonda bile konuşurken ayağa kalktığını, önünü iliklediğini söylemiştir.
Hatta, askerlerin huzurunda ayağa kalkıp hazır ola geçtiği zaman komutanların “Rahat!” dediğini anlatan da kendisi olmuştu.
Asker de Prof. Şengör’e sıcak bakar. Örneğin iki yıl önce Harp Akademileri’ndeki açılış dersini Prof. Celal Şengör vermişti.
Prof. Şengör’ün katı, totaliter bir zihniyete sahip bir akademisyen olduğunu belirtmiştim. Bunun en çarpıcı örneği önceki gün İsmet Berkan’ın Radikal’deki köşesinde çıktı.
Prof. Şengör’ün kendisini YÖK’e aday gösteren Üniversitelerarası Kurul’a gönderdiği teşekkür mektubu, bağımsız ve eleştirel düşünce ile pek ilgisi olmayan totaliter anlayışın tüm izlerini taşıyordu.
Prof. Şengör, üniversitelerde yalnız başörtülüye değil, itikat sahibi, dindar bütün insanlara da kırmızı kart gösterilmesinden yana.
Bir başka deyişle:
Allah’a inandın mı yandın, ilim irfandan yoksun kalacaksın, bilimle zinhar uğraşmayacaksın!
Oysa, tarih böyle demiyor.
Girin Google’a, tıklayın Isaac Newton adını. Yerçekimi ve hareketin yasalarını bularak bilim tarihine en büyük katkıyı yapan Newton, Allah’a inanan bir Hıristiyandı. “Evet, yerçekimi planetlerin hareketini açıklıyor ama onları harekete geçiren kim?” diye sorduktan sonra, “Allah!” diye yanıtlıyordu.
Modern bilimin babası sayılan Galileo da koyu bir Katolikti.
Öyle anlaşılıyor ki:
Prof. Celal Şengör, kendi gibi olmayan kimseye üniversitelerde hayat hakkı tanımaktan yana değil.
Böylesi kafalar tüm iddialarına rağmen özünde sorgulayıcı ve eleştirel olmaktan uzaktırlar. Böylesi kafalar, özellikle üniversitelerde olması gereken bağımsız düşünce ile bağdaşmaz.
Demokrasi kültüründen yoksun böylesi kafalar, torna tezgâhından çıkmış gibi tek tip düşünen insan yetiştirmek gibi ham hayallerin peşinde koşarlar. Onun için de asker karşısında hazır ola geçip darbe çağrısı yaparlar.
Prof. Yayla’ya gelince...
Der ki bir konuşmasında:
“İfade özgürlüğünün olabildiğince geniş olması taraftarıyım. Dolayısıyla, hiç kimseyi fikirlerimi kabul etme mecburiyetinde görmem. Hiç kimse doğrunun tekeline sahip değildir. Herkes gibi benim söylediklerimde de doğru veya yanlış şeyler olabilir.”
Bu görüşlerin sahibi Prof. Yayla, tek bir sözcükten dolayı 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. İki yıl boyunca da yakın takipte tutulacak.
Korkunç bir demokrasi ayıbı. İfade özgürlüğünü yerle bir eden, akademik özgürlüğü ayaklar altına alan bir karar...
Ama yaprak kımıldamıyor.
Kıyamet kopmuyor.
Ne Türkiye’de ne üniversitelerde.
Ama bir de şu var:
Başörtüsü yasağının sürmesi için kıyameti koparan Üniversitelerarası Kurul, bir darbe sevdalısını, Prof. Şengör’ü YÖK’a aday gösterirken, Prof. Yayla’nın mahkûmiyeti konusunda kılını bile kıpırdatmıyor.
Yazık!
Milliyet, 2.2.2008
|
Hasan Cemal
03.02.2008
|
|
|
Sorumlu, 12 Eylül |
Çok önemli ve yanıtlaması, hem çok güç ve hem de çok anlamlı bir soru var: “Üniversite ve yüksek okullara başörtülü kız öğrencilerin girmesine izin vermek, Türkiye’de laik devlet düzeninin sonu olur mu?”
Eğer böyle bir edimi, laiklikten uzaklaşmanın “ilk adımı”, ya da bir “aşaması” olarak değerlendirmezsek; laikliği nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bazı kız öğrencilerin üniversite ve yüksek okullara başörtüsüyle girmeleri, laiklikten çıkma olarak değerlendirilemez. Olsa, olsa; “İslami duyarlılıkları fazla olan çevrelerin, laik çevrelere karşı bir zaferi”, olarak değerlendirilebilir ki; bu da her iki taraf açısından, çok önemlidir.
Aslında; bence doğruluğu tartışmalı olan, fakat ne denli tartışmalı olursa olsun; “öyle düşünenler” açısından, yaşamsal önemi olan iki olgu var. Bir kısım insanlarımız; başörtüsünü, İslamiyetin vazgeçilmez koşulları arasında görüyor. Bence, İslamiyette “örtünme” olmasına karşın; bunun nasıl yapılacağı konusu pek belirli olmasa da, eğer birileri buna samimiyetle inanıyorsa, yapılacak bir şey yok. Bir kısım insanlarımız da; üniversite ve yüksek okullara başörtüsüyle girilirse, bunun arkasının geleceğini ve tüm eğitim kurumlarıyla kamu kurumlarında, başörtüsünün başlayacağını ve bunun da laikliğin sonu olacağını düşünüyorlar.
Bence, bu düşünce de doğru değil. Ama eğer biri buna samimiyetle inanıyorsa, söyleyecek fazla bir şeyimiz yok. İşin bu aşamasında yapılması gereken şey; biribiriyle uzlaşmaz görünen bu iki yaklaşımı, hangi ortak payda çerçevesinde uzlaştıracağımız ve birlikte yaşamayı mümkün kılacağımız. Zira, başka çaremiz yok. Sayı ve oranları bir yana; ne örtünmek isteyenleri başka yerlere sürme olanağı var, ne de laiklik konusunda endişe duyanları ortadan kaldırmanın yolu var. Eninde sonunda, bir anlaşma noktası bulunacak.
Binlerce kez yazdım ve söyledim: “Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal yaşamındaki sorunların çok önemli bir bölümü, 12 Eylül’ün ve 12 Eylül düzenlemelerinin bir sonucudur.” Şimdilerde, “türban sorunu” olarak ortaya çıkmış olan sorun da, 12 Eylül uygulamalarının bir sonucudur. 12 Eylül öncesindeki kanlı dönemin sorumluları arasında saydıkları üniversiteleri; akılları sıra, “zabt-ı rapt” altına almak isteyen süper zekalılardan oluşan “cunta” 2547 Sayılı Yüksek Öğrenim Yasası’yla, merkezi bir yapı oluşturdu. Daha sonra; değişik üniversitelere, merkezden rektörler atandı.
Rektörler dekanları; dekanlar, bölüm başkanlarını atadı. Ve, dikensiz bir gül bahçesi yarattılar! 2547 sayılı yasaya kadar, üniversitelerde bir başörtüsü sorunu yoktu. Bir yandan, “sol tehlikeye” karşı, İslamiyeti kullanmaya çabalayan 12 Eylül yöneticileri, bazı üniversitelere öyle rektörler atadılar ki; bu işe, atananlar da şaştı. Hayatında hiçbir biçimde yöneticilik yapmayan kimi meslektaşlarımız, üniversitelerin başına getirildi.
Toplumlar, bu denli unutkan olmamalı. Kimi arkadaşlarımı çıldırtacak kadar önem verdiğim ve değerli bulduğum Sayın Deniz Baykal, geçenlerde, “Nerden çıktı bu türban?”, diye soruyordu. “Daha önce halkımız, Müslüman değil miydi?”. Deniz Baykal bu konuda unutkanlık girdabına düşmüşse, varın ötesini siz tahmin edin...
Türban, YÖK’ün atanmış başkanı Sayın İhsan Doğramacı’nın, “kıvırtmasının”, sonucunda ortaya çıkan bir kavramdır. Geçen haftaki bir yazımda da değinmiştim. Bir üniversite rektörünün YÖK’e, “öğrencilerin başları örtülü olarak okullarına gelip gelemeyeceğini”, sorması üzerine; Sayın Doğramacı’nın, meseleyi dejenere etmesinin bir sonucudur. “Başörtüsü yasaktır”, demişti Sayın Doğramacı, “Fakat modern bir örtünme şekli olan türban, serbesttir.”
Bir gün sonra, başörtüsünün adı türban oldu. Türbanı, herkes kendince tarif ediyor. Hepsi yanlış. Türban; kalın kumaş, ya da ince deriden yapılan ve etrafı lastikli bir tür şapkadır. Bizim çocukluğumuzda, kimi yaşlılar kullanırlardı. Günümüzde eşarpla örtünenler, eşarbı nasıl bağlarlarsa bağlasınlar, bunun adı, “başörtüsüdür”.
Ben, laik düzenimizi tehdit altında görmeyenlerdenim. Yeter ki; halkımızı, “duygusal tepkilere” itecek davranışlardan kaçınılsın, işler “inatlaşmaya” taşınmasın. Farklı düşüncelerin birlikte yaşaması da çok zor, bazı şeylere alışmak da...
Bugün, 2.2.2008
|
Toktamış Ateş
03.02.2008
|
|
|
Sadece türbana değil, herşeye karşı onlar |
Üniversiteler ayaklanmış gibi görünüyor.
Türbana geçit vermemekte kararlı olduklarını söylüyorlar.
Peki, üniversitelerimiz sadece türbana mı karşı.
Özgür düşünceye, Nobel Ödülü kazanmış yazarına, düşünürüne, farklı renklerin bir arada yaşamasına, öğrenci kulüplerine vs karşı değil mi?
Aslında üniversiteler modern toplumun temsil ettiği her değere karşı değil mi?
Niye böyle önemli gördükleri bir mücadelede yapayalnızlar.
Toplumun yazan, çizen, düşünen kesimleri, niye ağırlıklı olarak karşılarında; bunu sorguluyorlar mı hiç, merak ediyorum.
Üniversiteyi kışlaya çeviren, öğrenciyi etnik kimliğine göre ayırıp davranan, özgürlük ortamını yasaklı ortama çeviren onlar değil mi?
Bakın Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinin haftalık entelektüel faaliyetlerine...
Ne kadar tek yanlı, Batı karşıtı oldukları ortaya çıkmayacak mı?
Onların okulunda Türkiye’nin sevilen edebiyatçıları yumurta saldırısına uğramadı mı?
Yazarlar, çizerler vurulurken, hapislerde sürünürken, 301 tartışılırken niye bu kadar gün çıkmadı sesleri?
Niye daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi istemediler.
Çünkü yasakçı ortam onları besliyor.
Bugüne kadar öğrencileri tek yönlü bir eğitimle yetiştirme yöntemini seçtiler.
Üniversiteyi fikirlerin çarpıştığı bir alan değil, fikirlerin yasaklandığı bir ortam olarak gördüler.
Toplumdan ve değerlerinden koptular.
Kendi kurdukları kalelerin içinde tek başlarına kalakaldılar.
Sadece türbanda, başörtüsünde değil, her alanda yasakları savunan bir grup kendisine nasıl destekçi bulabilir ki.
Bilime sınır çizen, fikrin önüne dogmayı koyanlar kendileri.
Üniversite kapısındaki gençlerin çığlıklarına kulak tıkayan kendileri.
Hiçbir şeye çözüm üretmeyen ama sürekli yasaklar konusunda direnenler de kendileri.
Toplum geldi ve onları aştı.
Çok karşı oldukları Osmanlı ulemasına benzediler giderek.
Tek dertleri ellerindeki gücü korumak.
Bağımsız bilim adamı olamayıp devlet memuru kalmalarının tek nedeni de bu zaten.
Memur zihniyetiyle üniversiteyi getirdikleri nokta da belli.
Yazık ettiler genç kuşaklara ve hala yazık edebilmek için mücadele ediyorlar.
Sabah, 2.2.2008
|
Ergun Babahan
03.02.2008
|
|
|
Kamu hizmeti yasağı |
Eğer AK Parti ve MHP’nin anlaştığı Anayasa maddeleriyle ilgili değişiklik gerçekleşecek olursa başörtüsü sadece üniversitelerde serbest olacak; ortaöğrenimde ve kamu hizmetlerinin verilmesinde yasaklanmış olacak.
Bu, yasağın anayasal bir hüviyet kazanması ve yaygınlaşması anlamına gelecektir. Bunun nasıl yeni huzursuzluklara ve can yakıcı haksızlıklara yol açacağını göreceğiz. Biz bugün başörtülü kadınların niçin hizmet veremeyeceği konusu üzerinde durmaya çalışalım.
TESEV’in 2000 yılında açıklanan kamuoyu araştırmasına göre Türkiye’de başını örtenlerin oranı yüzde 73. Eylül 2006’da bu oranın yüzde 63’e indiği söylendi. Şu veya bu, her iki rakam, kadınlardan dörtte üçünün veya üçte ikisinin örtündüğünü gösteriyor. Yeri değilse de, ben bu oranın daha yüksek olduğunu zannediyorum.
Rakamın yüksek veya düşük olması, temel bir hak ve özgürlüğün kullanımının meşru gerekçesi olamaz, başını örtenler veya açanlar yüzde 1 dahi olsa, sahip oldukları ve olması gereken hak ve özgürlüklerinin kullanımına saygı göstermelidir. Ama, başları örtülü olduğu için -ve sadece tek bu gerekçe ile- kadınların tek kalemde memur olamayacaklarını hükme bağlamak, bir anda milyonlarca kadını “liyakatsiz ve ehliyetsiz” ilan edip “noksan ve özürlüler” kategorisine sokmak demektir. Evet, denmek istenen şudur: Söz konusu kadınlar “özürlüdürler”, özürleri “başörtüleri”dir, dolayısıyla liyakatsiz ve ehliyetsizdirler. Burada memuriyet için gerekli olan liyakat (meslekî formasyon, bilgi, eğitim, tecrübe) ve ehliyetin (yeterli sıfatlar, ahlaki olgunluk, birikim, maharet vs.) hiçbir şekilde başörtüsüyle ilişkilendirilmemesi, liyakat ve ehliyetin ancak baş açıklıkla aynileştirilmesi son derece vahim bir hükümdür. Bunun mantıki/akli, hukuki ve ahlaki bir izahı yoktur.
Hizmet vermek durumunda olan insanlar tabii ki kendilerine müracaat eden yurttaşlara karşı “tarafsız” davranmak durumundadırlar. Bir maliye memurunun -kadın olsun erkek olsun-, vergisini yatırmaya gelen bir insanla ilişkisi, mahsup edilen rakama bakması ve o kadar parayı alıp devletin kasasına işlemesidir. Bunun cinsiyet, başörtüsü, kılık kıyafet, dinî görüş, inanç veya felsefi kanaatle uzaktan yakından ilgisi yoktur. “Tarafsızlık” kamu hizmetiyle ilgilidir, hizmeti yürüten kişinin varoluş tarzı veya görünüşüyle ilgili değildir, yani doğrudan kurallarla ilgilidir (Bekir Berat Özipek, Zaman, 2 Kasım 2007). Eğer başın örtülü olmasının kurallara uyup uymamasıyla ilgisi varsa, hiç kuşkusuz mefhum-u muhalifinden başın açık olması durumuyla da ilgisi vardır. Bu her iki sakınca yarı yarıya söz konusudur. Yani bir başörtülü kadın kurallara uymayabileceği gibi başı açık bir kadın da kurallara uymayabilir, tarafsız davranmış olmaz. Oysa bu her iki önerme de saçmadır, sadece temelsiz birer faraziyedir. Başörtüsüyle ilgili önermenin saçmalığı kadar baş açıklıkla ilgili önerme de saçmadır.
Bu önermenin saçmalığı, başörtüsünü şu veya bu “sembol”le ilişkilendiren önermenin saçmalığına da işaret etmektedir. Zira başın örtülmesi bir sembol ise, başın açık olması da bir semboldür. Her iki varoluşun sembol olma durumu yarı yarıyadır. Baş açıklığın bir sembol değeri yoksa, başörtüsünün de bir sembol değeri yoktur.
Bir başka saçmalık, başörtülü kadınla aynı inancı, dünya görüşünü paylaşan bir erkeğin -mesela eşi, erkek kardeşi, babası, çocuğu veya yakını, birlikte oy verdikleri siyasi parti, devam ettikleri sivil toplum kuruluşu vs.- kamu hizmeti verebiliyorken, kadının sadece başındaki örtü dolayısıyla “tarafsız” olamayacağını öne sürüp bu temel hakkından mahrum bırakılmasıdır.
Başörtülülerin kamu hizmeti vermelerinden mahrum bırakılmalarının bu önermelere dayandırılması, büyük ayırımcılıklara yol açar. Anayasa’nın ve hukukun eşitlik ilkesine aykırı bir duruma sebebiyet verir. Bu yasak önce erkekler ve kadınlar arasında -erkekler lehine-, sonra kadınlar arasında -başı açıklar lehine- ayırımcılıklar içermektedir.
Zaman, 2.2.2008
|
Ali Bulaç
03.02.2008
|
|
|
|