|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
De ki: “Peygamberlik vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Ben kendiliğimden peygamberlik de taslamıyorum.”
Sâd Sûresi: 86
|
01.02.2008
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Dünyada insanlara en çok eziyet veren, Kıyâmet Günü Allah katında en çok azab görecek olanlardır.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 603
|
01.02.2008
|
|
Musîbetlerde, insanın şikâyete hakkı yoktur
İkinci Nükte
Yirmi Altıncı Sözde sırr-ı kadere dair beyan edildiği gibi, musîbet ve hastalıklarda insanların şekvâya üç vecihle hakları yoktur.
Birinci Vecih: Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor, ve hâkezâ... “Mülkün mâliki, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.”
İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.
Evet, ibadet iki kısımdır: bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hafız Ahmed isminde bir zâtın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: “Onu tebrik et. Herbir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.
Üçüncü Nükte
Bir iki Sözde beyan ettiğimiz gibi, her insan geçmiş hayatını düşünse, kalbine ve lisanına ya “ah” veya “oh” gelir. Yani, ya teessüf eder, ya “Elhamdülillâh” der.
Teessüfü dedirten, eski zamanın lezâizinin zeval ve firakından neş’et eden mânevî elemlerdir. Çünkü zevâl-i lezzet elemdir. Bazan muvakkat bir lezzet daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor.
Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevâlinden neş’et eden mânevî ve daimî lezzet, “Elhamdü lillâh” dedirtir. Bu fıtrî hâletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfât-ı uhreviye ve kısa ömrü musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse, sabırdan ziyade, şükreder, “Küfür ve dalâletten başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun” demesi iktiza eder. Meşhur bir söz var ki, “Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nâsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.
Lem’alar, 2. Lem’a, s. 15-16
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
01.02.2008
|
|
Bir hatıra
Risâle-i Nurlar, asrın karanlıklarını yırtarak, gönüllere nur ve ışık oluyor. Bediüzzaman Hazretleri, asırların doktoru, asırların mânevî hastalık ve yaralarını Risâle-i Nur’la tedavi ediyor ve edecek.
Nice inançsızlar, iman nimetini Nur’larla tattılar; nice sarhoşlar, ayyaşlar Nur’larla adam gibi adam oldular...
Çok enteresan gördüğüm, Risâle-i Nur’larla ilgili bir hatıramı, sevgili kardeş ve ağabeylerime arz etmek istiyorum.
1969’dan sonraki yıllarda, Malatya’da küçük bir dershanemiz vardı. Günlerimiz, mesâi saatleri haricinde hep orada geçiyordu.
O tarihlerde, ihlâslı, samimi memur ağabeylerimizle bir araya geliyor, Nur’lardan dersler okuyorduk.
Dershanenin karşısında bir bakkal dükkânı vardı. Sahibi, o mahallenin muhtarı, hem İsmet Paşa’nın sağ kolu, hem zil zurna sarhoş, hiç ayık gezmez, hem de dükkânında alkol satan biriydi.
Bizim kardeşler, o dükkândan haklı olarak alışveriş yapmıyorlardı. Muhtar efendi ise hem bakkaldan alışveriş yapmadığımız, hem de nurcu olduğumuz için, bir gün onun üzerinden dilekçe ile bizi savcılığa şikâyet etti. Fakat netice alamadı.
Bir Ramazan günü, Muzaffer Erdem Ağabey, nasıl olduysa bizim muhtar efendiyi, dershaneye alıp getirdi.
O heyecanlı gençlik dönemlerimizde, teravih öncesi Haşir Risâlesinden heyecanlı heyecanlı okuyorduk. Bizim muhtar efendi öyle bir intibaha geldi ki, bu sefer muhtar efendi, heyecanlı heyecanlı “Celâl oğlum, şu kırmızı Kur’ân’ı (!) ver bakayım bana” dedi. Yani Sözleri istiyor. Ben de kendisine hemen verdim. Parasını takdim etmek istedi. Ben ise “Muhtar amca, benden sana hediye olsun” dedim. “Olur mu oğlum, olur mu? Al bakayım şu paranı” dedi.
Birkaç gün sonra, muhtar efendi yanıma geldi, “Celâl oğlum, hakkını bana helâl et, seni savcılığa ben şikâyet ettim” dedi.
O günden sonra bizim muhtar içkiyi bıraktı. Dükkânındaki alkolleri kaldırdı, halim selîm, namazlı niyazlı bir adam oldu. Bana tekraren diyordu: “Celâl oğlum, bundan böyle senin kaşın üstünde kara ver diyen beni karşısında bulur. İstersen bu nurlu kitapları benim dükkânıma koy, oradan tevzî et.”
İşte bir iki nur dersiyle intibaha gelen bir sarhoş. Hem çocukları diyordu ki: “Bu nurcular, babamın 80 senelik tavır ve hareketlerini değiştirdiler.”
Günler aylar birbirini kovaladı, yanılmıyorsam bizim muhtar efendi, 7-9 ay sonra bir hastalığa yakalandı.
Zaman zaman yanına gider, Hastalar Risâlesi’nden ona okurdum. Zevkle, şevkle dinlerdi.
Muhtar, rahatsızlığı ilerleyince çocuklarını yanına çağırarak “Evlâtlarım eğer emr-i Hak vâkî olur ölürsem, bana kat’iyen siz dokunmayın. O medresedeki Celâl’i çağırın; o benim cenazem ile meşgul olup ilgilensin” demiş.
Tarihini hatırlayamadığım bir gün çocukları medreseye geldiler. Gözleri dolu dolu, “Celâl Ağabey, babamız vefat etti. Vefat etmeden önce vasiyet etti, babamın cenazesi ile sen ilgileneceksin” dediler.
Bir hoca efendiyi yanıma aldım, cenaze evine gittik. Cenazeyi yıkayıp toğrağın koynuna koyup eve geldik. Cenaze evine geldiğimizde, büyük bir kalabalık vardı. Halk Partisinin milletvekilleri; il, ilçe teşkilatları ve Malatya halkı oradaydı.
Yine orada heyecanlı heyecanlı 20. Mektub’dan okuyordum. Tıpkı rahmetli muhtara okuduğum gibi.
“Mevti veren odur, yani hayat vazifesinden terhis eder, fani dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder, hayat-ı faniyeden seni hayat-ı bâkiyeye alır.”
O dinleyici kitlesinin nasıl bir hazla dinlediği, orada olmak lâzımdı ki bilinsin.
Yukarıda söylediğimiz gibi Risâle-i Nur’daki iman ve Kur’ân hakikatlerini hakkıyla yansıtabilir, hâlimizle ders verebilirsek, sarhoşu da ayyaşı da, inançsızı da hidayete gelecek, imanını kurtaracak, imanla kabre girecek inşaallah. Tıpkı yukarıda anlattığım muhtar gibi.
|
Celâl YALÇIN
01.02.2008
|
|
Gönül bir gün
Bir gün gönül hayata açtı gözlerini. Hayatın bütün renkleri bir anda değişiverdi. Başını kaldırdı ilk önce gökyüzüne baktı. Maviyi ilk gökyüzü ile sevmişti. Sonra gökyüzüne özendi gönül. Alabildiğine mavi, sonsuz bir gökyüzü olmak istedi. Denizleri de bu yüzden çok sevdi. Bir damla olup denizlere karışmayı da aklından geçirmedi değil. Sonradan öğrendi ki bu tutkunun adı hürriyetti.
Gökkuşağı ile tanıdı yedi rengi. Renklerin tonlarına ve yansıyan ışıklara hayran kalmıştı. Az hayal etmedi koşup koşup gökkuşağına ulaşıp altından geçmeyi… Ne zaman gökyüzü resmi yapsa bu mavi yüzün üzerine gökkuşağını çizmeyi ihmâl etmezdi.
Güneşi de çok sevmişti gönül. Onun ışığı olmasa bütün renkleri nasıl görebilir, nasıl sevebilirdi ki... Gönül güneşe özendi. Güneş gibi olmak istedi. Güneşten çok şey öğrendi.
Kar tanelerini gördüğünde beyazın ne kadar güzel olduğunu anladı. Bembeyaz olmak istedi gönül kar tanelerine özendi. Beyazı neden bu kadar sevdiğini çok sonra fark etti. Hayatında saf, katıksız bir şeyler aradığında anladı masumiyetin ne kadar önemli olduğunu.
Dağları gördü gözleri, biraz daha yaklaştığında dağların eteklerinde açan kır çiçeklerini gördü. Minik yapraklarındaki sanata bakıp Sanatkârı gördü.
Sonra zarif boynu ve yapraklarıyla gülümseyen gül’ü gördü. Öyle hayran kaldı ki güle, evet karar vermişti artık. En çok gül olmak istedi. Güle özendi gönül. Gül gibi kokmak, gül kadar güzel olmak istedi.
Kâinatın bir biri içine sarılı büyük bir gül goncası olduğunu düşündü sonra. Ve bu kâinatın ve her şeyin yaradılış sebebi olan Güllerin Efendisini düşündü. Şükretti insan olduğuna ve onun ümmetinden olduğuna. Ve gönül en çok sünnet-i seniyyeye uygun yaşayarak Ona benzemek istedi. Kâinatın en güzel renklerini, en güzel kokularını, üzerinde barındıran Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı örnek ve rehber edindi kendine. Onun çocukları çok sevdiğini öğrendikten sonra daha bir başka sevdi çocukları, daha bir şefkat ve itina ile okşadı başlarını.
İşte şimdi bütünüyle hayatın tüm güzelliklerine ulaşmıştı. Özendiği ne varsa kendisine baksa bulabilirdi. Su, toprak, hava, madenler ve ruhunda açan rengârenk çiçekler… İnsan olmayı çok sevdi gönül. Kalbi sonsuz bir muhabbetle doldu. Muhabbette fani olan hayatları okudukça o da muhabbet fedaisi olmak istedi.
Gönül nur’a açtı gözlerini. Dinledi Kur’ân’ın sözlerini… Bir bir keşfetmeye başladı kâinatın sırlarını ve güzelliklerini. Kesretteki vahdeti gördü. Sayısız nimetler üzerindeki tevhid mührünü gördü. Mânâ-i ismiyle değil, mânâ-i harfiyle okumayı öğrendi. Kâinat kitabının her sayfası, her satırı, her kelimesi ve her harfi ayrı bir kitaba açılıyordu. Hakiki mânâda okumayı öğrendi. Ve gönül ilim talebeliğini seçti. Artık büyüyünce ne olacağına karar vermişti. Hakiki istikbalinin yani kabrinin ilk gecesinde münker ve nekire ancak dünyadan götürdüğü ilmiyle cevap veren bir âlim olmak istiyordu.
|
Mehtap YILDIRIM
01.02.2008
|
|
|
|