Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

'Birinin kuyuya attığı taş'

Kasım 2005'de peş peşe üç yazı yayımlamışım. Başlıkları aynı: "Biri kuyuya bir taş atmış".

Eylül 2007'de bu yazılara atıfta bulunan bir yazı yayımlamışım. Başlığı: "'Birinin kuyuya attığı taşı' Anayasa ile çıkarmak".

Bu yazılarda ilk olarak şunu vurgulamaya çalışmışım:

ANAP'ın kısaca YÖK Kanununu denilen kanuna yönelik yaptığı iki harekata kadar ülkenin üniversitelerine başörtüsü ile devam edilip edilemeyeceğine dair ortada hiçbir "hukuksal" engel yoktu. Ne bir kanun maddesi, ne de sonradan neredeyse birer kanuna dönüştürülen Anayasa Mahkemesi kararı. Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarının sonradan geldiğini de unutmayalım.

Yani özetle "biri kuyuya bir taş atmış" ve bu taş başörtüsü yasağına ilişkin bugün hâlâ konuşulan mahkeme kararlarını beraberinde getirmişti. Taşı atanların bunu kötü niyetle yaptıkları söylenemez; ama doğrusu, Meclis'ten söz konusu kanunlar geçirilirken bu ülkenin adının Türkiye olduğu hiç mi akla gelmemişti...

Yani özetin özeti, bugün AKP ve MHP'nin anayasa ve yasa değişikliğiyle aşmak istediği söz konusu yasağın "hukuksal" zemini bizzat bu yasağın kalkmasını isteyenler tarafından -tabii ki istemeyerek- hazırlanmıştı.

İnsan sormadan edemiyor doğrusu: Feraset sahibi olmak bu kadar mı zordu?

İsterseniz kısa bir iki hatırlatma da yapalım:

1988'de YÖK Kanunu'na eklenen ek 17. madde şöyle idi: "Yüksek Öğretim Kurumlarında, dini inanç nedeniyle boyun ve saçların örtü ya da türbanla kapatılması serbesttir."

Anayasa Mahkemesi Kenan Evren'in başvurusu sonucunda bu maddeyi -tabii ki- iptal etti. Çünkü, "bir din kuralını, hukuk kuralına dönüştürmek laiklik ilkesine aykırıdır." (Sami Selçuk, Star gazetesi, 29 Ocak)

Madde iptal edilince, ek 17, madde şu hale getirilerek ikinci bir harekat başlatıldı:

"Yürürlükteki yasalara aykırı olmamak koşulu ile yüksek öğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir."

Bunun "manâsız" bir madde olduğunu önceden de yazmıştım. Yasalara aykırı olan şeyin serbest, yani yasak olmadığını söylemenin ne gibi bir manâsı olabilir? "Yasaklanmayanlar yasak değildir" gibi (bir "totoloji") bir şeydi bu.

Anayasa Mahkemesi -bu sefer Erdal İnönü'nün başvurusu üzerine- bu maddeyi iptal etmedi. Nasıl etsin? Kanunla yasaklanmayan bir şeyin yasak olmadığını söyleyen bir madde nasıl iptal edilebilir ki!..

Ama, herkesin bildiği gibi, Anayasa Mahkemesi'nin bu maddeyi iptal etmemiş olması, üniversitelerde kılık kıyafetin yasak olmaması sonucunu doğurmadı. Mahkeme,"Dolayısıyla maddedeki 'yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak' koşulu Anayasa'ya aykırılığı saptanmış olan dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü ve türbanla kapatılması durumunu kılık-kıyafet serbestisi kapsamı dışında tutmaktadır" diyerek, - "Mahkemelerin kararlarının gerekçeleri bağlayıcı değildir. Sadece hüküm fıkraları bağlayıcıdır" (Sami Selçuk) kuralına rağmen- ortaya yeni bir "kanun" koydu.

Şimdi de -fazla uzatmadan- gelelim AKP-MHP işbirliğinin önümüze koyduğu anayasanın bazı maddeleri ve de meşhur ek 17. maddeye yaptığı ilavelerin üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kaldırılması yönünde ne derece çare olacağı sorusunu cevaplamaya:

10. madde'de (4.fıkra) yapılan değişikliğin maddeye bir yenilik getirdiğini kabul etmek mümkün değil. Çünkü söz konusu madde mevcut haliyle "Devlet organları ve idari makamların bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek" zorunda olduğunu söylerken, yapılan işlem buna bunun içine "ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında" ifadesinin yerleştirmesinden ibaret. Dolayısıyla siz karar verin: Ne değişti, maddenin ruhunda bir değişiklik var mı? Yok tabii ki...

42. madde'ye gelince: Maddenin 1. fıkrası -zaten- "kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz" demiyor mu? O halde bu fıkraya eklenen "kanunda açıkça yazılı olmayan hiçbir sebeple" ve "Öğretim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları kanunla tespit edilir ve düzenlenir" ifadelerinin fıkraya bir yenilik kattığı ileri sürülebilir mi? Fıkranın mevcut hali "yoksun bırakılamaz" derken zaten -tabii olarak- sınırların "kanunda açıkça yazılı" olan sebeplerle çizildiğini kabul etmiyor mu?

Gelelim "kanun"a, yani YÖK Kanunu'nun ek 17. maddesine:

Bu madde (önceden söylediğim gibi) 88'de Meclis'ten çıktığı biçimiyle yürürlükte olan bir madde. Yani, "Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak koşulu ile yüksek öğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir."

Görüyorsunuz; "kanun" istiyorsanız işte size kanun... Bundan iyi kanun mu olur...

Yürürlükteki hiçbir kanun buna engel olmadığına göre, üniversiteye başörtüsü ile devam etmek serbest zaten...

Ama bakın AKP-MHP işbirliği bu ek maddeye neyi eklemiş:

"...Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğretim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir."

Bu ilavenin getirdiği "çene altından bağlanan başörtüsü" seçiminin, tahmin ettiğiniz gibi, ülkemizde yepyeni bir tartışmaya neden olacağı muhakkak. Tartışmalarımızda bir bu eksikti, o da tamam olacak... Bakalım "bağlamak" fiili üzerinde ne çılgınca yorumlar yapılacak...

Ancak AKP ve MHP'nin üzerinde uzlaştığı ek 17. maddenin barındırdığı asıl problem bu değil. Asıl problem, bu maddenin, yeni haliyle tabii ki, bir iptal başvurusu sonunda Anayasa Mahkemesi'nden dönecek olması. Yeni haliyle ek 17. maddenin başına, bu maddenin 88'de formüle edilmiş halinin başına gelenler gelecek... Maddenin üzerinde uzlaşılan halinde "başın örtülmesi"nden söz edilirken söze (88'de olduğu gibi) "dini inanç nedeniyle" diyerek başlanmamış olmasının, maddeyi iptalden koruyacağını mı sanıyorsunuz? Ben sanmıyorum.

Ve bütün bu gayret dönüp dolaşıp sonunda neye-kime yaracaktır biliyor musunuz? Tabii ki MHP'nin bu soruna ilişkin ciddi biçimde "rol çalmış" olmasına.

O zaman durmayın, buyurun...

Yeni Şafak, 30.1.2008

Kürşat Bumin

31.01.2008


 

Daha büyük sorunlar çıkabilir

İki partinin uzlaşması ve CHP'nin şiddetli muhalefeti yapılan değişiklikten sevinmemizi gerektirir; ancak, işte görüyorsunuz, yüzümüzde güller açtığı yok. Kendi hesabıma, beklendiği kadar sevinçli olmayışımın sebebi, CHP gibi 'rejimin elden gitmesi' tedirginliği değil; tersine, rejimi tehdit eden anlamsız yasaktı, yasağın kalkması anayasada yer alan temel ilkelerin nihayet herkes için kullanılabilir hale girmesi demek...

Partilerin ve uzlaşmayı sağlayan siyasilerin samimiyetinden kuşku duymamakla birlikte, yapılanla ilgili huzursuzluğumun altında sorunu çözeyim derken daha büyük sorunlara yol açılabileceği endişem yatıyor.

Türkiye'de kadınların kıyafetiyle ilgili yasaklayıcı hiçbir yasal metin bulunmuyor. İki partinin mutabakatıyla üzerinde anlaşılan metin, evet üniversitede başörtüsünü yasak olmaktan çıkarıyor, ancak başka yerlerde yasak uygulanabileceğini de ilk kez kayda geçiriyor. Bu Bülent Ulusu'nun başbakanlığı döneminde çıkartılan ve bütün tartışmaları başlatan 'kılık kıyafet yönetmeliği'nin yasalarla korunur hale gelmesi demek.

Bu bir.

İkincisi ve daha önemlisi şu: Yasağı kaldırmak için bulunan formül yalnızca anayasa değişikliğinden ibaret olsaydı, Meclis'in iradesi cumhurbaşkanının da onayıyla son sözü teşkil edebilirdi. Ancak YÖK Yasası'nda değişiklik yapıldığında, bu, CHP'ye konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürme fırsatı vermek demek. Konunun bu denli dallanıp budaklanmasının doğru bir davranış tarzı olduğundan o kadar emin değilim.

Konunun bir de anayasa tekniğiyle ilgili bir yönü var.

Anayasalar genel metinlerdir ve herkes kendini o metnin içinde bulur. Zenciler ve beyazlar için, erkekler ve kadınlar için ayrı ayrı anayasa maddesi düzenlenmesi beklenmez. Kadınlara hak tanıyorsa anayasa, bunu bütün kadınlar için yapar. Oysa iki partinin başörtüsü yasağını kaldırmak için buldukları formülde, 'bazı kadınlar' için bir düzenleme anayasaya geçirilmiş oluyor.

Yasak kaldırılırken üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağına karşı olduğu bilinenlerden bazılarını "Acaba bizim haklarımız tehlikeye mi girer?" diye düşündüren de işin bu tarafı. İki partinin de kimseye yasak getirme niyetleri olduğunu sanmıyorum, var olan bir yasağın sona ermesini istiyor onlar; ancak yine de bazıları bu yeni gelişmeden kendilerine yasak getiriliyormuş gibi tedirginler...

Yeni Şafak, 30.1.2008

Fehmi Koru

31.01.2008


 

Ben karamsarım: Bu hakem golü vermez

Özellikle AKP ve MHP'nin oylarıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi, türbanlı bir öğrencinin üniversitede rahatça okumasını sağlayacak değişiklikleri yaptıktan sonra ne olacak?

Yani sorun çözülecek mi?

Sanmıyorum.

Tahminim şu: Büyük olasılıkla CHP, Anayasa Mahkemesi'ne bu değişikliklerin Anayasa'ya aykırı olduğuna ilişkin başvuruda bulunacak.

Mahkeme de bu başvuruyu haklı bulacak, "Yasağın kaldırılması laiklik ilkesine aykırıdır" diyecek.

Böylece başa dönülmüş olacak.

Yani yasağın yol açtığı sıkıntıların yanı sıra, ortaya çıkardığı gülünç durum da devam edecek.

Niye mi "gülünç" diyorum?

Biliyorsunuz "türban siyasi simgedir" diyenler var.

"Simge olsa ne yazar" dediğimizde... (Ara notu: Biz bunu taa 1990'larda söyledik; ayrıca "velev ki" demiyoruz, sokağın dili daha çok hoşumuza gidiyor...)

Nerede kalmıştık... Evet, "simge olsa ne yazar" dediğimizde şu cevabı veriyorlar: "Türban 'şeriat' talebinin simgesidir. Dolayısıyla yıkıcılığı simgeleyen bir işaret üniversiteye giremez."

Herhalde her makul insan kabul eder ki her türbanlı kızla, aynı fikirde olan en az bir erkek öğrenci şu anda üniversitede okumakta.

Yani "şeriatçı" erkek öğrenci üniversiteye devam ediyor. Simgesi türban olan "şeriatçı" kız öğrenci ise dışarıda kalıyor.

Gülünçlük bu kadarla bitmiyor:

Kızların, bir bölümü başını açarak, bir kısmı da peruk filan takarak üniversiteye gidiyor. Yani "şeriatçı zihniyeti engelleyeceğiz" diye koydukları "yasak", pratikte pek işe yaramıyor.

"Yasak" sadece, üniversiteye gitse de, gitmese de, rejime düşman kesilen, yüksek yargıya diş bileyen, laikliği öcü gibi gören insanların yetişmesine yol açıyor.

Bu insanların "rövanş" duygusuyla yanıp tutuşması için gerekli şartlar hazır.

Hatırlarsınız: 22 Temmuz seçimlerinden sonra "rövanşist olmayın" denmişti. Yani: "Rövanş alma duygusuyla hareket etmeyin."

Yok ya!.. Sen elinden gelen zulmü (yasak, yalan, aşağılama, v.b.) bana uygula... Sonra elime fırsat geçtiğinde ben sana gününü göstermeyeyim... İyi valla!

İşin ilginç yanı ne biliyor musunuz: Bu kadar baskıya rağmen, insanlar isyan etmedi. Tevekkül ne büyük güç!

Bu arada ironiye bakar mısınız: Cinayetleri işleyenler, "zulüm görenler" değil, "daha fazla zulüm edebilmek" için suikast düzenleyen Kuvvacı çeteler oldu.

Velhasıl karamsarım .

Tahminim şöyle: AKP'nin ve MHP'nin hamlesi bir işe yaramayacak. Top ağlarla buluşacak ama hakem golü vermeyecek.

Peki maç burada biter mi?

Hayır. Şöyle yapacaklar: Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargı organlarının kompozisyonunu değiştirecek yasaları Meclis'ten geçirecekler.

Buna mecburlar. Çünkü... Daha önce de yazdım... Yüksek yargı, Frenklerin tabiriyle " juristocracy " olmaya soyunuyor. Yani: "Yargı iktidarı".

Daha dava dosyası önlerine gelmeden fikir açıklamak, "biz buna izin vermeyiz" demek, başka ne anlama gelir; söyler misiniz?

Kendini yasamanın ve yürütmenin üstünde gören... Siyasi iktidar karşısında "denge rolü" oynamaya heveslenen bu zümrenin dengelenmesi artık şart oldu.

Gerilimi bitirmek için, Anayasa değişikliği ile yeni üyeleri heyetlere katarak, bu takımın zihniyet yapısını değiştirmek gerekiyor.

Sabah, 30.1.2008

Emre Aköz

31.01.2008


 

Özgürlüğe düğüm atmak

Türkiye'de yıllardır süren bir sancı var: Başörtülü veya türbanlı kızların yüksek öğrenim hakkı.

Özal'ın "Anayasa Mahkemesi iptal eder, bir daha çözülemez" demesine rağmen, gündeme gelmemesi için ANAP'lı arkadaşlarını ikna edemediği bir maddenin iptali sonucu var olan bir uygulama bu.

Aslında doğrudan mahkeme kararına bağlı değil, çünkü 28 Şubat'a kadar fiilen uygulanmadığını biliyoruz.

28 Şubat'tan sonra ise fiilen uygulanan, takip edilen ve yasaklanan bir giyim tarzı oldu.

Gelinen nokta itibariyle özgürlükler bütünü içinde yeni anayasa ile çözülmesi idealdi.

Ancak AK Parti ve MHP uzlaşarak bu sorunu bugün çözme kararı aldılar.

Bu süreçte, başta Ergun Özbudun olmak üzere, hukukçuların uyarılarını da dinlemeye özen göstererek serbesti kapsamını tam olarak çizmeye karar verdikleri anlaşılıyor.

Burada anlaşılamayan unsur, genç kızların başörtüsü takmasına "Evet" diyen koca koca siyasetçilerin, bir de model tutturma çabası içine girmeleridir.

Başörtüsü konusuna üç türlü yaklaşabilirsiniz.

Ya konuyu özgürlükler açısından alır ve serbestliğini savunursunuz.

Ya özgün olarak inanç özgürlüğü kapsamında ele alır, tesettürü hak görürsünüz.

Ya da konuya sadece laiklik açısından bakıp yasak istersiniz.

Özgürlüğü hangi gerekçeyle savunuyor olursanız olun, ardından kalkıp bağlama şekline de müdahale edemezsiniz.

Eğer genç kızların üniversitede başörtülü okuma hakkını kabul ediyorsanız, tek kıstasınız yüzün tanınmasıyla ilgilidir.

Geri kalan kısım modacıların ilgi alanına girer, siyasetçilerin değil.

Çünkü ister çene altından bağlansın, ister boyundan, ortada saçları ve ziynet bölgesini kapayan bir örtü vardır.

Onu da bireyin kendi alanına bırakmanız gerekir.

Zaten iş uygulamaya geçince kimsenin kapı önünde, düğüm çene altından mı, boyun arkasından mı diye denetim gücü olmaz.

Önemli olan koca Meclis'in bu konuda düğüme takılıp kalmış olmasıdır.

Sabah, 30.1.2008

Ergun Babahan

31.01.2008


 

Atatürk'ü korumak!

"Bir ulus..... yiğidine ihanet ediyor." Yiğit kim? Atatürk. İhanet eden kim? Ulus, yani millet, yani Türk milleti! "Ve Atatürk yeni yeni ölüyor" Öldüren kim? Ulus. Yani millet, yani Türk milleti!

Bu ifadelerin altındaki imza Hürriyet yazarı Bekir Coşkun.

Taha Akyol, Hürriyet'in bir başka sayfasında "Ve hangi Atatürk" isimli yeni kitabı ile ilgili olarak yapılan mülakatta, "Herkes kendine göre Atatürk kurguluyor" diyor. "Sağcı, solcu, Batıcı, Batı düşmanı, sosyalist, liberal Atatürkler kurgulanıyor. Hatta AB'ye karşı Atatürk var, AB yanlısı Atatürk var." Ona göre Atatürk'ün farklı konjonktürde farklı tavırları olmuş, Hilafeti kurtarma söyleminden Bolşevik söylemine kadar uzanan bir insan, "O, ideolog değil, pragmatik!"

"Herkesin kendisine göre Atatürk kurguladığı" bir zamanda, Prof. Dr. Atilla Yayla, Atatürk'e "Bu adam" diye hitap ettiği gerekçesiyle "hakaret" suçundan 18 ay hapse mahkum oluyor. Mahkeme, profesörün iyi hali dolayısıyla cezayı 15 aya indiriyor. Bunun yanında Profesörün "2 yıl süreyle bir uzmanın denetiminde bulunması" kararlaştırılıyor.

Hapsi biliyoruz.

"İki yıl uzman denetiminde bulunmak" yeni bir ceza türü.

Ya da, eski ifadeyle zihinsel özürlü kişilere uygulanan "Hacir altında bulundurulma" cezasının, modern kılıfa büründürülmüş şekli.

Atilla Yayla'nın, ruh halini düşünüyorum da, herhalde buna, hapis cezasından çok üzülmüştür.

Bilmem Mahkeme de onun ruh halini dikkate almış mıdır?

Yani, bu cezanın altında, "Sana öyle bir ceza vereceğiz ki, hapisten çok ezileceksin" gibi bir mantık var mıdır, bilemiyorum.

Bir bilim adamını iki yıl süreyle bir uzmanın denetimi altına vermek!

Bu bana, Sovyetler'de bilim adamlarına uygulanan "Psikolojik tımarhaneleri" hatırlattı. Yani Sovyet ideolojisi istikametinde kafa yapısını düzeltme merkezleri! Hatırlanacağı gibi bu uygulama "General Grigorenko'nun kafa yapısını tedavi" olayıyla simgeleşmişti.

Sovyetler dağıldı, bizler, 20 yıl sonra bile o yöntemleri yeniden icat etmekle meşgulüz.

Mahkeme, Atilla Yayla'nın "Profesörlük unvanının müsaderesi" ne karar verse nasıl olurdu, böyle bir "ceza" var mı bilmiyorum.

Acaba, o mahut uzman, nasıl bir denetleme yapacak Atilla Yayla'nın üzerinde?

Gülmüyorsunuz değil mi?

Daha doğrusu nasıl bir adam olacak?

Taha Akyol'un işaret ettiği hangi "Atatürk kurgulaması"na sahip olmak, Atilla Yayla'yı denetlemeye uygundur acaba?

Aklımdan "Uzman denetmen" lik için isimler geçiyor:

Üniformalı, üniformasız... medyadan, ulusalcı cenahtan... ihtilalci, demokrat...

Acaba hangisi Atilla Yayla için pan-zehirdir?

Evren mi desem, İlhan Selçuk mu, Gürüz mü, Özkasnak mı, Oktay Ekşi mi?

Bekir Coşkun nasıl olur, böyle, Atatürk'le sorunlu kişileri denetlemek için?

Gülmüyorsunuz değil mi?

Güleriz ağlanacak halimize denir böyle durumlar için.

Bugün, 30.1.2008

Ahmet Taşgetiren

31.01.2008


 

İğne mi, düğüm mü?

Bir başka mesele var.

Kafa karıştırıcı olduğunu sanmıyorum. Konunun uzmanı da değilim ama bana pek öyle anlamlı da gelmiyor.

Çene altından düğümle mi, yoksa iğneyle mi bağlamak?

YÖK yasasında öngörülen değişikliğe göre, üniversiteye girecek olan öğrencilerin saçlarını örterken çene altından düğüm atmaları gerekecek.

Başörtüsü de bu demek.

Eğer saç örtülerini çene altından iğne ile bağlarlarsa, yine üniversite kapısında kalacaklar. Düğüm başörtüsünün, iğne ise türbanın işareti...

Çok fazla kafa erdiremediğim şu:

Her iki formülde de saç örtülü, yüz açık... O zaman biri serbest bırakılırken, öbürü ne diye yasaklansın ki?..

Kimileri bunun için GATA formülü diyor. Gülhane Askeri Tıp Akademisi'ne tedavi için gelen asker yakınlarının başları eğer çene altı düğümle örtülüyse hastaneye giriyorlarmış...

Milliyet, 30.1.2008

Hasan Cemal

31.01.2008


 

Anayasa ve yasa değiştirmeye gerek yok

YÖK yasasını hazırlayanlar, günün birinde Çankaya ve iktidarın aynı görüşün eline geçeceğini belli ki hiç hesaba katmamışlar. YÖK'teki üçte iki çoğunlukla, bırakın katsayıları, türban bile Anayasa ve yasalar değişmeden rahatlıkla uygulama alanı bulabilir...

Milliyet, 30.1.2008

Abbas Güçlü

31.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri