Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"Ancak onlardan ihlâsa erdirdiğin kulların müstesnâ." Allah buyurdu ki: "İhlâslı kullarımı yoldan çıkaramayacağın doğrudur. Şimdi şu hakikati de söylüyorum: 'Seni ve onlardan sana uyanların hepsini birden Cehenneme dolduracağım.'"

Sâd Sûresi: 83 - 85

31.01.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah'tan başka yardımcı bulamayan birine zulmedene Allah şiddetle gazap eder.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 602

31.01.2008


Kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiseler

Suâl: "Gökteki dağlardan Allah dolu taneleri indirir. (Nur Sûresi, 24:43.)" âyet-i kerimesinin zâhirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semada bulunan dağlardandır. Bunun izahı nasıldır?

Elcevap: Bir kelâmın belağate uygun, akla muvafık, mantığa mutabık olmadığı halde mânâ-yı zahirisine yapışıp, mana-yı zahirinden ayrılmaması, o kelam için bir cümudiyet ve bir sönüklüktür. Zira, Cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında "Gümüş beyazlığında, billur berraklığında kaplar. (İnsan Suresi, 76:16.)" cümlesi, bir istiare-i bediiyeyi tazammun ettiği gibi "İçinde dolu bulunan dağlardan..." cümlesi dahi bir istiare-i bediiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Cennetin kapları ne şişeden ve ne de gümüşten olmadıklarından, bu cümlenin mânâ-yı zahirisine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplara "gümüşten yapılmış şişeler" denilemez. Zira, her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak "Gümüş beyazlığında, billur berraklığında kaplar. (İnsan Suresi, 76:16.)" cümlesinden, mana-yı mecazi ile hem şişenin şeffafiyeti, hem gümüşün beyazlığı kastedilmiştir. Yani "O kaplar, şişe gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar."

Kezalik, "İçinde dolu bulunan dağlardan..." cümlesi de, iki istiareyi tazammun etmiş. Bu istiareler samiin şairane bir hayaline müessestir; bu hayalde alem-i süfli ile alem-i ulvi arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülahaza etmeye mebnidir. Yani, alem-i süfli denilen arz, mevasim-i erbaada, bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envaen ziynetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir; alem-i ulvi olan semavat dahi, bilhassa bulutlarıyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar, adeta her iki alem birbirine rekabet ederler. Bu iki alem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de, aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş'et eder. Şöyle ki:

Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lazım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılap ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder.

İşte bu iki alem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar, nazar-ı belağatte pek güzel görünür. Binaenaleyh, alem-i ulvi ile alem-i süfli arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binâen, "Gökteki dağlardan Allah dolu taneleri indirir. (Nur Suresi, 24:43.)" âyet-i kerimesinin mânâ-yı beliğanesi, "Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yağmurları inzâl ediyoruz" demektir.

İşârâtü'l-İ'câz, s. 128

31.01.2008


Duâlara dahil olmak

Bediüzzaman Said Nursî, normal şartlarda ziyaretçi olarak kimseyi kabul etmezdi.

Bayram Yüksel Ağabey, Ankara'da olduğu yıllarda bana göre az konuşmayı tercih etmiştir. Şahsî konulara pek girmezdi. Fırsat buldukça risâle okumaya teşvik etmiştir. Dönerli dediğimiz sabah derslerine katılırdı. Dersleri daha çok "eskimez yazı" denilen el yazması veya teksir risâlelerden okurdu. Ben de fırsattan istifade yanına oturup takip ederdim. Diğer dersleri başkalarının yapmasını isterdi.

Bayram Ağabeyin Üstadla ilgili hatıralarını bazen dinleme fırsatımız olurdu. Bediüzzaman'ın ziyaretçilerle olan görüşmesini sorardık. Bayram Ağabey, ziyaret konusunda farklı bir metottan bahsetmektedir. Said Nursî ziyaretine gelenlere,

"Kardeşim, sen bana duâ et, ben de sana duâ edeceğim" dermiş. Sonra hadiste belirtilen gıyâbî duâya dikkat çekerek:

"Gıyâbî yapılan duâ daha makbuldür. Ben senin ağzınla günah işlemedim. Sen de benim ağzımla günah işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan duâlar daha makbuldür" deyip güzel bir tarzı da tarif edermiş: Husûsî duâ. Kimin için duâ yapılıyorsa isminin zikredilmesi. Teşbihte hata yoktur. İsim ve adres tam yazılmazsa mektup sahibine ulaşır mı? Belki ulaşır. Ama ne zaman? Ulaşsa da zor. Bundan dolayı Bayram Ağabeyin dediğine göre Bediüzzaman ziyaretçilere, "Bana ismimle duâ et, ben de sana duâ edeceğim" dermiş. Ziyarete gelenler de, 'Üstadım bize duâ et' derlermiş. Üstad da, 'Bize duâ eden, bizim duâlarımıza dahil olur' dermiş.

Refet Ağabeye bir gün, "Üstad, ziyaretçileri niçin kabul etmezdi?" diye sordum. O da:

"Üstad ziyaretçileri kabul etmezdi. Ziyaret için gelip geri dönen çok kimse olmuştur. Gelen ziyaretçilere 'Risâle-i Nur, benimle sohbetten on derece ziyâde faydalıdır' derdi.

"Peki hiç kabul ettiği olmaz mıydı? Bunun istisnası yok muydu?" dedim.

"Üstad, risâle yazmaya çok ehemmiyet verirdi. Yazılan risâleleri tashih ederdi. Ben de ziyarete gelenlere hiç olmazsa bir küçük risâle yazmalarını söylerdim. Çünkü risâle yazanları Üstad geri çevirmezdi."

Ziyaretçilerin çok olması Risâle-i Nurların neşrine bir noktada engel olduğu da düşünülebilir. Sürgün ve hapiste geçen günlerde ziyaret yasağı lahikalarda "bir inayet" olarak kabul edilir: "Eğer kapı açılsa, her taraftan ziyaretçi tehâcümüyle hem garazkâr ve vehhamların evhamına dokunmak ihtimâli, hem sırr-ı ihlâsa ve mesleğimiz olan prensibimize zararı bulunması cihetiyle bu tecridim, hakkımızda bir inayettir."1

Bediüzzaman'a göre ziyaretler hediye olarak değerlendirilmekte ve karşılıksız hediyeler de ağır gelmektedir. Bu konuya şu ifadeleriyle açıklık getirir: "Hem eskiden beri maddî ve mânevî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış, hem mânevî mukabele lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi, mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi, ehemmiyetli bir hediye-i mâneviyedir. Ona mukabele edemiyorum. Hem de ucuz değil. Mânen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Mânen mukabele de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan olarak bana mânevî hediye gibi olan sohbetten zarûret olmadan men edildim."2

Said Nursî, "Risâle-i Nur'u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır" derken ziyaretten maksadın da "Âhiret, iman, Kur'ân hesabına" olduğunu belirtir. "Âhiret, iman ve Kur'ân" için ziyaretin ise, "Risâle-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış" diyerek gereksizliğini ifade eder.

Aslına bakılırsa Risâle-i Nur okuyanlar devamlı olarak Bediüzzaman'ı ziyaret etmekteler ve onunla birlikte Nur talebelerinin yaptıkları duâlara dahil olmaktadırlar.

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası, s. 37

2- Emirdağ Lâhikası, s. 406

Ahmet Özdemir

31.01.2008


Melekler yeryüzüne indi.

Melekler yeryüzüne indi. Âlem bu işe sevindi. İnsan sevindi. Çocuklar sevindi. Hoş geldiniz yeryüzüne, beyaz melekler. Hoş geldiniz nurânî varlıklar. Sâfî kar taneleri getirdiniz.

Sâfî bir renk ile boyandı yeryüzü. Gülümsedi zemin yüzü. Meleklere bir hoşâmedî olarak gülümsedi. Çünkü çatlamıştı kuruluktan. Durulmuştu ne zamandır. Şimdi durulandı beyaz kar taneleri ile. Aklandı, paklandı. Nefes aldı adeta. Nefes aldı; yaz vakti verecek o nefesi. Yemyeşil bir şekilde soluklanacak.

Narin narin yağıyor kar taneleri. Büyük bir nezaket içinde, birbirine karışmadan, düzeni karıştırmadan yağıyor yeryüzüne. Nezaketi ders veriyor insana.

Güneş ışıklarının o minik tanelerdeki yansıması çok güzel bir manzarayı nazara verir. Sanki bir ışık huzmesi etrafında dönen pervaneler gibi.

Her bir kar tanesi, Rabbi'nin birliğini nazara verircesine bir bir yağıyor. Tek tek indiriliyor yeryüzüne. Sanki İlâhî bir mûsikî eşliğinde, bir Mevlevî gibi hareket ediyorlar. Hani öyle gelişigüzel bir şekilde değil, inceden süzülerek geliyor zemine.

Kendilerine vekîl olarak tayin edilmiş melekler tarafından âhenkli bir hâl içinde indiriliyor. Sonra toprak üzerine yayılıp; güzelce dinleniyor. Ne de olsa epey yol geldi değil mi? Bu dinlenme neticesinde baharın; çiçekler, meyveler, yemişler, sunuluyor soframıza. Bitkiler kana kana içiyor bu âb-ı hayatı. Rabbim, tıpkı muazzam bir hediye paketi gibi, kar taneleri ile sarıyor o yeryüzünü. Sonra vakti gelince hediye paketi açılıyor. İçinden hadsiz nimetler çıkıyor.

Sâfî çocuklar da pek sevinir bu işe. Belki de melek saflığında olduklarından... Onların içindeki bu kar sevinci, melekler şehre indiği için olmasın?.. Tamam, sayısız melekler bütün âlemde vazifedarlar. Bahsettiğim, kar tanesi ile vazifeli melekler. Belki çocuklar, bu melekleri göremeseler de hissedebilmeleri muhtemel olabilir mi? Ve içindeki çocuk duygusuyla kar sevincini yaşayan büyükler... Onlar da içlerinde bir yerde hâlâ bulunan melek vasıflı insanlar olmasın?

Çocukluk yıllarımda, bulunduğumuz beldenin iklim şartlarından dolayı pek kar yağmazdı. Bir gün pencereden baktığımda, ince ince kar yağdığını gördüm. Hemen hazırlanıp dışarı çıkmalıydım. Tabiî ben hazırlanıp çıkana kadar kar taneleri de gözden kaybolmuş, toprakla kucaklaşmışlardı bile. Kar, dağlardan getirilirdi çuvallarla. Biz de kar sevincini; onun üzerine pekmez, şeker döküp yiyerek yaşardık. Tabiî sonraları tanışmak nasip oldu kar kalınlığıyla.

Kar, yağmurun kardeşi. Yazın yaşanan kuraklık neticesinde duâlar ettik Rabbimize. Rabbim merhametlidir... Tabiri caizse Allah'tan yağmur istedik; kar verdi bizlere. Tabiî biz de nimetin kıymetini bilip; şükretmeliyiz. Hayırlı ve faydalı yağmasını istemeliyiz, zararından Allah'a sığınmalıyız.

Her bir kar tanesini bir melek indirir. Üzerimize melekler yağıyor adeta.Hakim-i Rahim, melekler vasıtasıyla rahmetini gönderiyor üzerimize. Allah'ın rahmeti yağıyor. Verilen her hediyeye bir teşekkür elzem. Öyleyse duâ etmeli. Rahmete hamd etmeli. Elhamdülillah. Kar taneleri adedince elhamdülillah.

Fatma Altuner

31.01.2008


Sadeleştirme; lütfen dikkat!

Risâle-i Nur'u anlamada problemin, 'dili olduğu' anlayışına katılmadığımı kendi yaşadığım bir tecrübeyi paylaşarak ifade etmek istiyorum.

1973-1974 öğretim yılında ortaokul 3. sınıfta idim.

Solcu bir öğretmenimiz sayesinde (!) haftanın birkaç günü, sınıfımıza, sonu "-et" ile biten iki fikir gazetesi geliyordu.

Olanaklı, olasılıklı kurumi lehçesinin bütün gizemlerine vakıf oldu idik. Bu dille yazılmış kitaplardan da nasibimizi alıyorduk.

Ne olduysa oldu, Allah'ın lütf-u inayetiyle kendimi Nur kardeşlerimizin arasında buldum.

Hafta içi yaptığım ferdî okumalar ve hafta sonu sohbetleri ile bir iki yıl içinde Risâle ile olan dil problemini çözdüm. Hatta Arapça'mı geliştirmeme Risâleler büyük ölçüde yardım etti diyebilirim.

Özellikle, tevhid şâheseri olan Âyetü'l-Kübrâ Risâlesi, Arapça'da kullanılan bütün fiil kalıplarını içine alıyor.

Ama, yılların verdiği ülfet ile okumamak, ilgilenmemek, Risâleyi sıradan tefsirlerden biri sanma gafletinde bulunmak, bizim gibileri, Arapça tahsili olmayan üniversite mezunu olan kardeşlerimizin çok gerisinde bıraktı.

Demek istediğim, Risâleye karşı bîgâne olmamıza sebep dili değil, kendi lâkaytlığımız, ilgisizliğimizdir.

Ayrıca, Adriyatik'ten Pencab'a kadar geniş coğrafyada problemsiz anlaşabilecek bir kavmin geniş nüansları ifade edebilecek dilini, yirmi-yirmi beş bin kelimelik kabile diline çevirenlerin sorumluluğu, niye Risâle'nin dilinde ısrarcı olanlara yüklensin ki?

Ayrıca, birkaç derslik bir arkadaşlığımız olan bir ağabeyimiz, bir sohbette hangi kelimenin nerede, hangi anlamda ve kontekste kullanıldığını söylemişti. Resûl-i Ekrem (asm) şurada, şu anlamda; Muhammed-i Arabî burada başka bir anlamda... Hangisi beşerî yönünü öne çıkarıyor, hangisi nübüvvetini vurguluyor? Ben o dikkate bin barekâllah derim.

Bir başka husus; sadeleştirmenin, bir 'yabancı dil'e yapılan çeviriye benzetilmesi çok mantıksız bir kıyastır. "Hakaik-i imaniye"yi elbette İngilizce'ye çevirirken "truths of belief" diyeceksin. Ama "inanç gerçekleri" dediğin zaman "hakaik-ı imaniye"yi anlayabiliyor musun? "İmkân delili"ni, "olanak kanıtı" yapsan kim anlayacak ve neyi anlayacak?

Yeni nesillere acıyorsun. Onlar yetim bırakılan nesiller. Ama bu yetimliğin sebebi belki babalarını öldürmeleri değil, ama babalarının dilini anlayamaz hâle gelmektir. İngilizce öğrenmek için harcadıkları zamanın azdan azını, Risâleyi anlamak için ayırıyorlar mı acaba?

Mehmet Boyacıoğlu

31.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri