|
|
|
Ya bu çeteye ne dersiniz? |
Ak Parti ve MHP'yi pusturan çeteyi kastediyorum. Başbakan Erdoğan'ı ve MHP lideri Bahçeli'yi... Meclis'te anayasa değiştirebilmenin çok üstünde bir sandalye sayısını... Onca milletvekilini yani... Nasıl pusturuldu bu koca kütle?
29 Ocak 2008 Kamu görevlisinde başörtüsü yasağı kalkmasın! Üniversite dışındaki eğitim kurumlarında başörtüsü yasağı kalkmasın! Nasıl bu noktaya gelindi? MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır net gerçeği söylemiş: "Başörtüsü Kur'an-ı Kerim'in emridir. Bir inanç değeridir."
Bu kanaati sanırım Başbakan Erdoğan ve Ak Partililerle, MHP lideri Devlet Bahçeli ve MHP'liler de paylaşıyordur. Peki bu "Kur'an emri"nin hangi insanları bağlayıp hangisini bağlamadığına kim karar veriyor? Mehmet Şandır bir şey daha söylemiş: "Sorun kökünden çözülecek!" Peki sorun kökünden çözülüyor mu? Şu ana kadarki bilgilere göre çözülmüyor. Köküyle başıyla duruyor, bir dalda çözüm ışığı var o kadar. Kökü ve dalı duruyor, dedim. Bu bir inanç gereği ise ve inanç gereği özgürlük tanımak söz konusu ise, kamu görevinde ve üniversite dışında baş örtme yasağı niye? Bazı itirazlar var.
1- Kamu görevinde baş örtülürse, laik devlet anlayışı ile bağdaşmaz. Çünkü laik devlet, bir inanç simgesine izin vermez.
2- Üniversite öncesinde kız çocukları ana - baba baskısı altında başlarını örter, bu alanda serbestlik sağlanırsa ana-baba baskısının kapısı aralanmış olur.
3- Tam bir başörtüsü serbestliği, birdenbire herkesi başını örtmeye yöneltir, bu da başını örtmek istemeyen kadınları -üniversitede başı açık öğrencileri- baskı altına almaya yol açar.
Şimdi soralım: Sayın Başbakan, Ak Partililer, Sayın Bahçeli ve MHP'liler yasakların kalkmaması için öne sürülen bu gerekçelere inanıyorlar mı? Sanmıyorum. Çünkü bu gerekçelerin altındaki varsayımlar doğru değil:
1- Laik devletin başı açıklıkla özdeşleştirilmesi, başı açıklığın, evrensel, layüs'el, tartışılmaz, kutsal ve uyulması gerekli bir giyim tarzı olduğu varsayımına dayanıyor. Buna neden inanalım?
2- Üniversite öncesinde kız çocuklarına ana-baba baskısı yapılacağı varsayımı, hem bu yanlış kanaati onaylamayı gerektiriyor, hem de ana-baba yerine "devlet baskısı"nın kutsanması eğilimine dayanıyor. Bunu onaylaması için önce sayın Başbakan'ın, İHL çağında kızlarına zorla başını örttürdüğünü kabul etmesi gerekiyor. Böyle bir şey yok ki! Ayrıca baş örtüsü yasağı, başlıbaşına bir "baş açma dayatması" ndan başka anlam taşıyor mu?
3- Başörtüsü yasağı tamamen kalkarsa herkes başını örtmeye kalkar, bu defa başı açıklara baskı oluşur. Bu iddia da gerçekten saçma sapan bir varsayımdan yola çıkıyor. Bir kere başörtüsü yasağının olmadığı dönemde kimseye başını örtmesi noktasında baskı yapılmış değil. İki, bu alanda tam bir huzur var. Üç, Türkiye'de herkes başını örtüyor değil. Dört, şayet bir başörtüsü serbestisi kadınların akın akın başını örtmesi ile sonuçlanacaksa, o zaman, başörtüsü yasağı, böylesine bir kadın çoğunluğuna karşı baskı anlamına gelmektedir. Hangi demokrasi, hangi hukuk devleti, hangi insan hakları duyarlılığı böyle bir baskıyı onaylar?
Bu saydıklarımın hepsini AKP'liler de MHP'liler de bilir. Başbakan Erdoğan ve sayın Bahçeli de... O zaman nasıl oluyor da, Meclis'te büyük çoğunluk sahibi bu iki parti, inanmadıkları bir "çözüm çerçevesi" ni "çözüm" diye milletin huzuruna getiriyorlar? Sayın Başbakan'ın söyleyip durduğu "Milletin mutabakatı var ama kurumlar arası mutabakat yok!" sözü neyi anlatıyor? Millet iradesini gölgeleyen bir oluşumu değil mi? Millet iradesinin tecellisine imkân vermeyen bir oluşumu...
Onun adı ne? Ortada öylesine kötü bir denklem var ki, akıllara zarar:
Toplumun büyük bir kesimi özgürlük istiyor, bir kesim de o özgürlüğü vermeyiz, diye direniyor ve yıllar böyle bir sancı ile geçiyor. Yasak meşru, özgürlük meşruiyet dışı... Nasıl bir şey bu? Özgürlük karşıtı o grubun gücü nereden geliyor? Meşru bir güç mü bu? Yoksa çeteleşme denen şey mi? "Başbakan bile asan bir çete!" gerçeği var mı bu memlekette? Ve sevgili iktidarımız, muhalefetimiz bu işi çözebilecek iradeye sahip mi? Başörtüsü ile ilgili tartışmalar, Türkiye'de demokrasinin hâlâ emekleme safhasında olduğunu ortaya koyuyor. Gerisi laf.
Bugün, 29.1.2008
|
Ahmet Taşgetiren
30.01.2008
|
|
|
Çeteler, hedefteki isimler ve 301 |
Ordu malı el bombalarına sahip bir örgütle karşı karşıyayız.
Bu bombaların ortak kullanım alanları da var.
Örgütün amacı da net, 2009'da darbe yaptırmak.
Bir kısmı emekli askerlerden oluşan bir örgüt, ordu malı bombalara bu kadar rahat ulaşıyorsa, düşünmek gerekir.
Şimdi emekli olmuş kimi komutanlar güncelerine "darbe" notları düşüyorsa daha da fazla düşünmek gerekir.
Örgütün dava, taciz ve tehdit yoluyla hedef aldığı kimi isimlerin suikasta kurban edilmiş olması durumun vahametini iyice artıran bir gelişmedir.
Burada aydınlatılamayan ve aydınlatılmak istenmeyen bir konu var, MKE yapımı bu bombalar nasıl bir trafik sonucu Ergenekon denilen örgütün eline geçmiştir.
Bu konu niye ısrarla geçiştirilmiştir bu önemlidir.
Çünkü burası darbenin yapanın yanına kaldığı bir ülke maalesef ve ülkede halkın görüşünün ağırlık kazanmasından hoşlanmayanların darbe seçeneğini hep kafalarının bir köşesinde tuttukları da bir gerçek.
Her dönem darbenin bir gerekçesi oldu.
1960'da, 1971'de, 1980'de ve 28 Şubat postmodern darbesinde.
İpleri belli kişilerin elindeki figürler halkı müdahaleyi arzular noktaya getirdiler ve darbe toplumda arzulanır bir şey oldu.
2009 darbesi planlamacılarının yine böyle bir arzu peşinde oldukları, hesaplarını bunun üzerine yaptıkları ortada.
Üstelik bu ortaya çıkarılan tek bir örgüt.
"Her şey bitti, artık güvendeyiz" duygusu yanlış.
Türkiye, demokrasi yanlısı güçlerin de sürekli teyakkuzda olması gereken bir ülke.
Bunun da tek yolu var, hukuk sistemini güçlendirmek, Avrupa Birliği yolundaki ciddi çabaları artırmak.
Ancak, iktidar bu konuda seçmeci bir tutum içinde görülüyor.
301 gibi önemli bir düzenleme sürekli erteleniyor.
Üstelik hakkında 301'den dava açılanların terör örgütlerinin hedefi haline geldiği, dahası öldürüldüğü bir ortamda.
Hrant Dink'in öldürülmesi, Orhan Pamuk'un Türkiye'de oturamaz hale gelmesi sadece çetelerin sorumluluğunda olan bir olay değil.
Bu, 301 konusunda direnenlerin de bir sorumluluğu.
Planlara bakıp tepki göstermek kolay ama kimi insanların bu planlar içinde nasıl hedef haline gelebildiğini görmek de bir sorumluluk.
İktidarın bu konuda acil ve kesin önlem alması şart.
Düşünceye denetim
Kemalizmi eleştirdiği için yargı önüne çıkan Prof. Atilla Yayla'ya verilen ceza, bu ülkede düşünceye bakışın bir özeti adeta. Yayla'ya uygulanan hüküm aslında uyuşturucu gibi zararlı maddelerin müptelalarına uygulanan bir madde.
Ancak düşünce de "zararlı" bir eylem olarak görülebildiğinden önleyici tedbir sahasına giren bir faaliyet olarak görülebiliyor.
Düşünceye böyle bir muamele çağdaş Türkiye'ye yakışmıyor açıkçası.
Sabah, 29.1.2008
|
Ergun Babahan
30.01.2008
|
|
|
Türbandan korkanlar neden adaletsizlikten korkmuyor? |
Polisin 'Ergenekon terör örgütü' diye tanımladığı oluşumdaki isimlerin, Susurluk'tan Danıştay saldırısına, Hrant Dink'in katledilmesinden 301'le yargılananların tehdit edilmesine dek birçok dehşet saçan olayda boy göstermiş olduğu ortaya çıktı.
Belki örgütün deşifre edilmesi bazılarının dediği gibi sadece 'sistemin safra atması'ndan başka bir şey değil. Onların arkasındakiler koltuklarında oturmayı sürdürecekler belki.
Ne olursa olsun, çete çöplüğüne dönen ülkemizde bu kadar adaletsizlik yaşanırken, Danıştay saldırısı sanki halen 'İslamcı' diye mimlenen kişilerin eseriymiş gibi türbandan ve irticadan bahsederek tansiyon yükseltmeyi sürdürenler neyi amaçlıyor?
Israrla 'dinci terör' diye hedef gösterdiklerinin bu ülkeyi giderek karanlıklara sürüklemek isteyen ulusalcı birtakım 'vatansever' örgütler olduğunu öğrenmek hiç şaşırtmadı mı onları? Hiç mi vicdanları rahatsız olmadı bilerek veya bilmeden bu kişilerin kitleleri sokağa dökme eylemlerine destek verdikleri için? Karşı çıkmadıkları ya da tarafsız kaldıkları için? Çetecilerle birlikte korku ve nefreti körüklemiş olmak bir özeleştiri ihtiyacı oluşturmadı mı onlarda?
Hükümetin türban polemiğinden beslendiğini ve siyaseten nemalandığını söylüyorlardı hep. Fakat hükümet üniversitedeki başörtüsü yasaklarını ne vakit eleştirse rejim elden gidiyor diye YÖK'ünden yargısına herkes bir anda ayağa kalkıyor, fetvalar veriyordu ortalığa. Halkı rejimi savunmak için sokak eylemlerine, şehit cenazelerinde slogan atmaya yönlendiriyorlardı haykırışlarla. Tüm bu yönlendirmelerin örgütlü bir ajitasyon olduğunu ve birkaç yıl önce de yine benzer bir planın darbe yapılmak için devreye sokulduğunu ortaya çıkaran Nokta dergisinin baskına uğraması ve bilgisayarlarına el konulması neden hak ettiği ilgiyi bulmadı onların söylemlerinde?
Bugüne dek hiç aydınlatılmamış cinayetlerin bağlantısı kurulduğu şu günlerde hakkaniyet adına kalem oynatmak yerine, türban üzerine felaket senaryolarıyla zihnimize korku salmaya devam ediyorlar. Olmuş gerçeklerle değil, vuku bulmamış vehimlerle analiz yaparak bu ülkenin hangi gerçeğine parmak basabildiler?
'Ergenekon destanı'ndan öğrendiğimize göre, önce birtakım yazar çizerler, siyasetçiler bugüne dek hep olduğu gibi 'kim vurdu'ya gidecek, deliller karartılacak, kafalar iyice karıştırılacak, ardından ülke yine kaosa sürüklendiğinde ise darbe gelecekmiş. Türk-Kürt çatışmasını körükleyecek 'İslamcı Kürt' örgüt bile kurmuş bu yolda çeteciler. Sormayalım mı: Bugüne dek çetenin sözcülerini üstü kapalı savunduğunuz, onların kışkırtıcı söylemlerini nazikçe benimsediğiniz için mi şimdi diliniz varmıyor adalet istemeye?
301'den yargılananların vatan haini ilan edilmesine çetecilerle birlikte -üslubunuz farklıydı sadece- destek verdiniz. Ulusalcılığın büyük bir iftira zinciri üzerinden kışkırtılmasına çanak tuttunuz. Ensesinden vurulmuş bir gazetecinin ardından timsah gözyaşları dökerken, eski cuntacılarla eski sözümona vatanseverlerin barışıp koltuğunuzun sarsılmazlığını pekiştirmesinden medet umdunuz. Kuvvayi Milliye derneklerinde kan üzerine edilen öldürme yeminlerini kutsayanlara bazı kesimleri hedef gösterdiniz. O yüzden mi şimdi rejim bekçiliğine sarıldınız yine? Sanki elden gidiyormuş gibi laik düzen?
Elbette türban yüzünden ortamı gerenler, kendi güçlerini kurup iktidara gelmek isteyenler de vardır. Ama sizin kör gözüm parmağına hassasiyet kaşıma operasyonlarınız yüzünden bir türlü onları eleştirmeye gelmiyor sıra. İstemiyorsunuz aslında onlara dokunulmasını. Düşmansız kalırsınız. Her daim günah keçisi olarak okkanın altına yollayacak birileri kalmazsa, kendi koltuğunuzu nasıl koruyabilirsiniz bu kadar kolayca?
Ya bugünün kararlı gözüken ama Şemdinli'de olanlara bile dokunamayan güç odakları şimdiye dek sizin üzerine oturduğunuz adaletsizliğin birazını ortaya çıkardıktan sonra geri kalanının üzerine otururlarsa ne olacak? Adaleti herkes için istemiyor muyduk? Hangi birimle ölçeceğiz onu şimdi? Kimin tartısında?
Zaman, 29.1.2008
|
Leyla İpekçi
30.01.2008
|
|
|
Kaygılıyım |
Üniversitelerde başörtüsü yasağı nihayet kalkıyor; 40 yıldır engellenen bir temel hakkın tanınması aşamasına geldik.
Ama, dedim ya, kaygılıyım. Acaba ne gibi provokasyonlar ve tertiplerle karşılaşacağız? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Leyla Şahin kararında "kamu düzeninin korunması açısından kısıtlamanın Sözleşme'ye aykırı olmadığı" sonucuna vardı ya... kamu düzenini sarsacak bir takım gelişmeler suni olarak yaratılır mı endişesini taşıyorum.
AİHM, sınırlamanın, Sözleşme'yi ihlal etmemesinin sebebini özetle şöyle açıklıyordu: "Nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede, İslam başörtüsünün zorunlu bir din görev gibi sunulması, başörtüsü takmayanın din düşmanı gibi görüleceği bir ortam yaratacak, dindar Müslümanlarla olmayanlar arasında sırf kıyafetleri dolayısıyla ayrımcılığa yol açacak. Farklı din inançları olan öğrenciler arasında çatışma çıkabilecek..."
Biz sokakta, çarşıda başı açık ve başörtülüler sükûnet içinde yaşıyoruz. Ama üniversitelerde, kışkırtıcılar hareketlenip bir kavga ortamı hazırlamaya girişirler mi dersiniz?
Militan laiklik
"Militan laikliğin" savunucusu rektörler veyahut dekanlar, kıvılcımın tutuşmasında rol oynayabilir. Ya, anayasada yapılan düzenlemeye rağmen, "Anayasa'nın 2'nci maddesinde değiştirilemez hükümler arasında yer alan 'laiklik' ilkesi, başörtülü kızları üniversiteye kabulüne engeldir" diyenler çıkarsa? Unutmayalım ki, Anayasa Mahkemesi'nin, Yüksek Öğretim Kanunu'nun ek 17'nci maddesini yorumlayan ve kılık kıyafet serbestisinin başörtüsünü kapsamadığını belirten kararına rağmen, 1998'e kadar tesettürlü kızlar derslere devam edebiliyordu. Yasak kıvılcımını, İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun, 23 Şubat 1998 tarihli genelgesi tutuşturdu.
Ya şimdi, üniversitelerden bir direnç gelir ve idari yargı da Meclis iradesine rağmen, yasağı onaylayan bir tutum içine girerse?
Sabah, 29.1.2008
|
Nazlı Ilıcak
30.01.2008
|
|
|
Her sorunu yasayla çözmek |
Bazı düşüncelerimi peşinen söyleyeyim: Üniversite öğrencisinin kılığıyla, kıyafetiyle, sakalıyla, bıyığıyla, poşusuyla, kazağıyla, parkasıyla uğraşmamak gerekir. Daha en baştan, üniversite öğrencisinin dış görünümüne değil, onun okuldaki başarısına odaklanmak gerekir. Bu anlamda üniversite seviyesindeki öğrenciyi kılık kıyafeti yüzünden eğitim hakkında mahrum bırakmak ayıptır, demokratik bir toplumun üniversitesine yakışmayan bir davranıştır, üniversite fikrine uymayan bir şeydir, uygulama ülke insan kaynaklarının heba edilmesinden başka hiçbir işe yaramaz.
Bunları söyledikten sonra güncel tartışmaya gireyim: Türban konusu bir 'sorun'dur, o yüzden de ister istemez siyasette yankılanma bulmuştur. Bu 1980'lerin başlarından beri böyle. Baktığımızda darbe yönetimi dahil
gelen bütün iktidarların bu sorunla başa çıkmaya, sorunu yumuşatmaya çalıştığını görürüz. O bakımdan AKP ne ilk ve korkarım ne de son iktidar olacak.
'Sorun' olarak su yüzüne çıkan bir şeyin siyasette yansıma bulması doğal. Doğal olmayan, bu 'sorun'un önce yönetmelik eliyle, ardından yasa yoluyla çözülmek istenmesi. Sonuncu girişim, maalesef ortaya bugün halen geçerli olan Anayasa Mahkemesi kararını çıkardı. Mahkeme, 'sorun'u tersinden tanımlayıp 'Başörtüsü serbestiyetini laik devletin bekasına tehdit' olarak görünce çıkmaz sokağa girildi.
Şimdi, 80'li yıllarda yönetmelikle ve sonra da yasayla çözülemeyen sorun Anayasa yoluyla çözülmek isteniyor. Bana göre bu girişim, türban meselesini hepten çözümsüz, hepten içinden çıkılması imkânsız bir gerginliğin konusu haline getirecek. Rejimin temel kurumları olan parlamento ile Anayasa Mahkemesi'nin çatışmasına neden olacak.
(...)
Bizim demokrasi ve kurumlar rejimi konusundaki 'hamlığımız' bizi bütün sorunlarımızı yasalar, hatta Anayasalar yoluyla çözmeye çalışmamızla, gündelik siyasi veya kültürel tartışma konularımızı Anayasa'ya, yasalara koyma kolaycılığımızla kendini dışavuruyor.
Toplumlar demokrasiye, çoksesli topluma, çoğulcu topluma, özgürlükler rejimine tepeden inmeci, zorlayıcı yöntemlerle ve 'asenkron' biçimde değil, evrimleşerek, 'öncü güçler'in teşvikiyle ve senkronize biçimde geçerler.
Bunun için sabır gereklidir, 'öncü güçler'in rollerini doğru biçimde oynaması gereklidir.
Bugünkü türbana özgürlük çabaları, samimi olsalar dahi, türbana özgürlüğü geciktirici niteliktedir. Demokrasi ve özgürlükler rejimini geciktirici niteliktedir.
Radikal, 29.1.2008
|
İsmet Berkan
30.01.2008
|
|
|
AKP'de türban sıkıyönetimi |
Sızan bilgilere göre, Hüsnü Tuna ve Hasan Balaman'ın bu açıklamaları Başbakan Erdoğan'ı hayli öfkelendirmiş durumda.
Dün her ikisi de usulünce uyarılıyorlar. Bu konuda parti içinde gayri resmi bir sıkıyönetim uygulamasına geçiliyor. Milletvekilleri ve parti teşkilatlarından bu hassas konuda partiyi ve hükümeti zora düşürecek bu gibi açıklamalardan kaçınmaları isteniyor.
Yani mayınlı alanda kontrol dışı adım istemiyor AKP.
Vatan, 29.1.2008
|
Bilal Çetin
30.01.2008
|
|
|
|