Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

RÜYADA BİR HİTABEYE TARİHÎ AÇIDAN BAKIŞ-III

Tarihi çok iyi bilerek isabetli tahlil, tenkit ve değerlendirmelerde bulunan Bediüzzaman, siyasî olayların aldığı geçici yönler ne olursa olsun Batı'nın İslâm üzerindeki olumsuz tavrının idraki içinde gelecek için; "Evet, ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır." diyor.

Bediüzzaman, bütün hayatında Kur'ân'ın şu ebedî ve ezelî müjdesinin zırhına bürünmüştür: "Gevşeklik göstermeyiniz, üzüntüye kapılmayınız. Eğer inanıyorsanız mutlaka üstün geleceksiniz."1 Muhteşem mecliste bulunanlardan birisi tekrar sordu: "Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibeti amme ekseriyetin hatasına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?"

Bu soruya Bediüzzaman şöyle cevap veriyor:

"Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât. Zira yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teala bizden istedi. Tembellik ettik, beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nev'î namaz kıldırdı. Hem sene de yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, kefareten beş sene oruç tutturdu. Ondan kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, o da bizden müterakim zekâtı aldı. (el-Cezau min cinsi'l-amel-Amelin karşılığı kendi türünden bir şeyle verilir.)"

"Mükâfat-ı hazıramız ise; fasık, günahkâr bir milletten humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş'et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi."

Said Nursî içine düşülen musibete sebep olarak İslâm'ın bazı rükünlerinin ihmal edilmesini gösteriyor. Namaz, oruç ve zekât gibi her biri maddî mânevî sayısız fazilet ve hayrı temsil eden kulluk görevlerinin ihmalinin, ruh ve bedendeki etkisiyle, nüfusun beşte birini şehitlik ve gazilik makamına çıkardığını belirtiyor. Bedeli çok ağır ödenen, o kederli yılları ilginç bir teselli ile bağlıyor. "Müşterek musibet. Mazi günahını sildi." diyor.

"Meclistekilerden biri yine dedi:

Bir amir, hata ile felâkete atmış ise?

Dedim:

Musibetzede mükâfat ister. Ya amir-i hatadarın hasenatı verilecekti, o ise, hiç hükmünde veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise derece-i şehadet ve gaziliktir."

"Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım, terli elpençe ayakta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti."

Bediüzzaman rüyada sorulan son soruyu da böyle cevapladıktan sonra meclis takdir etmiştir. Bunun üzerine heyecanlanarak terlemiş ve kendisini yatakta oturur vaziyette bulmuştur.

Rüyanın geçtiği gecenin gündüzünde ümit dolu bir dünya meclisine giden Bediüzzaman'a dünyeviler şöyle diyor: "Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?"

Burada hemen şunu belirtmek gerekir. Bediüzzaman'a bu soruyu soranlar, onun geçmişini bilen arkadaşlarıdır. Bediüzzaman'ın Rus esaretinden önceki hayatında, onun siyasetin sadece içinde değil, önünde olduğunu bilenlerdir. Bu zatlar, Bediüzzaman'ın siyasetteki çok aktif halini gayet iyi biliyorlardı.

Çünkü Bediüzzaman, kendisinin eski Said dediği bu dönemde Abdülhamid'e, İttihad ve Terakkiye yol göstermiş, bizzat örnek olmuştur. Vatanı, dâvâsı ve gayesi için aradıklarını bulamayınca yeni yollara başvurmuştur. O aslında; yılların birikimi olan ihmallerin sonucunda verilen emeklerin başarısızlığı önünde vicdanı rahat olarak yeni yol aramaktadır. Siyasetin dertlerini, illetlerini, içyapısını, bünyesini kavramış, dönen çeşitli oyunları görmüş, idrak etmiştir. Öz kudret ve varlığı ile ülkesini savunmaya yetmeyen bir devletin ister şu, ister bu, bir başkasının lütfuna muhtaç olan acı hakikati Abdulhamid devrinden beri yaşamıştır. Böyle bir siyasetten ümidini kesmiş ve hatta nefret etmiştir. Bunun içinde şöyle demiştir: Eûzubillahimineşşeytani vessiyase."

"Evet, İstanbul siyaseti İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim (uyutma) ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizde eser-i telkini icra ederiz."2

Burada biraz durup, dikkat etmemiz gerekiyor. Osmanlıca gibi Arapça ve Farsçaya da vâkıf olan Bediüzzaman'ı yukarıdaki ifade ve benzetmesiyle bizdeki siyasetin tarifini avam usulüyle söyletmeye iten sebep neydi?

İthal patentli, bu sistemin iplerinin şu veya bu bir büyük devletin elinde olduğunu da bilerek, o koca devletin düvel-i muazzama psikozunun oyuncağı olarak nasıl harcandığının acısını yüreğinde taşıyordu. Onun dert edindiği, şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım istiazesi, ipleri gizli dinsiz komitelerinin, masonların ellerinde olan, çıkar ve sömürüyü esas alan siyasettir. İkinci bin yılın başında Türkiye'nin en büyük dertlerinden biri olan, temel ilham kaynağı başkası olan ve manevilik dokumasından mahrum siyaseti on yıllar önce şöyle anlatıyor:

"Mademki menba Avrupa'dır. Gelen cereyan ya menfi veya müsbettir. Menfiye kapılan harf gibi-delle alâ mânâ fî nefsihî gayrih- (başkasındaki bir mânâya delâlet eder) yahut -Lâ yedullu âlâ mânâ fî nefsihî -(Kendi kendine bir mânâya delâlet eder) tarif edilir. Demek bu harekâtı bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-ı niyeti fayda vermez. Bahusus menfi iki cihet ile hariç cereyanının kuvvetine bir -Lâ yâkıl- olur.

"Diğer müsbet cereyan ise ki, dâhilden muvafık şeklini giyer. İsim gibi delle âlâ mânâ fî nefsihî'dir. Hareketi kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezhep olmadığından belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müsbet ve zaafına inzimam etse (eklense), harici kendine âlet-i lâ yeş'ur edebilir." 3

Anlatmak istediği şudur: Dışarıdan gelen fikir ya gelişi ile bize olumsuz görünür, reddederiz, ya olumlu görünür. Ama ikisinin de mayası yabancı olduğundan reddetmişsek bıraktığı iz de yabancıdır. Biz ise tercüme, taklit ve kopya ile iktifa etmişizdir. Bu acı gerçek II. Meşrutiyet'in bir din adamı ve maneviyat sentezcisi olarak Hürriyet meydanında konuşmasını yapan Bediüzzaman'ın yüreğinde büyük bir acıdır. Belki bu acı ile de, dinin siyaset alanına sürülmesine sonuna kadar karşı çıkmıştır. Onu; "Dini siyasete alet ediyor." diye suçlayanlar, yüzlerce defa çıkarıldığı mahkemelerde beraat kararı alırken, hâkimler onu kanun önünde aklamışlardır. Fakat o, din ve maneviyat tacirlerinin yüzüne asırlar sürecek mükemmel teşhisini mühürleyerek ahirete intikal etmiştir. Sonra:

"Bana dediler ki:

-Dinsizliği görmüyor musun? Meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.

Dedim:

Evet, lâzımdır. Fakat kat'î bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise tehlikelidir. Birincisi hata etse de, belki ma'fuvdur (affedilebilir). İkincisi isabet de etse mesuldür."4

Buradan şunu anlayabiliriz: Evet dinsizliğe ve ahlâksızlığa karşı din namına siyasî sahaya çıkmak lâzımdır. Fakat çıkmanın şartını ve hareket tarzını da hemen ortaya koyuyor. Çünkü her şeyin birtakım şartları olduğu gibi, bu meselenin de sözde değil, belki kesin olarak şartlarının oluşması zamanında mümkün olabilir, diyor. O şartların en önemlisi ve ana direği ise bir cemaati ya da bir partiyi harekete geçiren şeyin mutlaka yorumsuz, tabirsiz İslâmiyet aşkı ve dini gayret olmalıdır. Aksi takdirde kim olursa olsun, hangi isim altında görünürse görünsün, onu veya onları harekete geçiren etken, siyasetçilik veya tarafgirlik ise tehlikelidir diyor.

Bediüzzaman'ın bu açıklamalarını dinleyen dünyevî meclisin adamlarınca;

"Nasıl anlayacağız? Faaliyeti İslâmiyet aşkı adına mı, yoksa siyasî bir tarafgirlik adına mıdır? Nasıl anlarız?" denildi.

"Dedim: Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharrik-i tarafgirliktir." 5

İşte bu cevap ile Bediüzzaman gerçekten her zaman ortaya çıkabilecek, belki çıkmakta olan hadiselere projektör gibi ışık tutmaktadır. Şöyle ki; kendi partisine oy veren kim olursa olsun, karşısında dindar, müttaki insanlar da olsa, bunları (fasık olanı) onlara (dindarlara) tercih eden adam siyasetçiliğin ve tarafgirliğin ta kendisini yapmış oluyor.

Diğer yandan din ki; bu memlekette yaşayan insanların yüzde doksan dokuzunun mukaddes bir malıdır. Ancak binde bir nispetini oluşturan bazı mülhitler hariç, dinin gereklerini yerine getirmeseler de, bilfiil yaşamasalar da; dinsizliği, asla kabul etmeyen bu insanların, büyük çoğunluğunun genel anlayışına ters bir şekilde dini tekellerine alıp, sadece kendi adamlarına ait olduğunu söylemek tarafgirliktir. Ayrıca bu tutum bir takım çevrelerde dine aleyhtarlık uyandırır ve nazardan düşürür. Bu ise, dine hizmet değil, aksine ihanettir.

Gerçekten ibretlidir. 1919'da İstanbul ve İzmir başta olmak üzere Ege kıyı şeridi, Adana, Mersin, Antep, Urfa ve Maraş işgal altında ve dini siyaset sahasına sürmek isteyenler, vatanın bu acı tablosunu gayelerine basamak yaparken, Bediüzzaman, dini siyaset pazarından uzak tutmaya çalışmıştır. 31 Mart olayında "şeriat adına" İstanbul'da kan gövdeyi götürürken olayın başını çeken Derviş Vahdeti'ye hem de yayın organları olan Volkan gazetesinde açık mektupla "Din irşaddır" diyordu. Çünkü o, bu milletin dinî salâbetini (sağlamlığını), maneviyata bağlılığını ve imanî durumunu iyi bildiği için, bu mübarek hislerin, art düşünceli kimseler tarafından istismar edileceğinin idrakinde idi. Ayrıca dini ve maneviyâtı, eyyam siyasetine dayanak yapmamış ve yapanlara da karşı çıkmıştır.

İkinci Meşrûtiyet'in ilânında Sultanahmet'te, daha sonra Selanik'te din ve maneviyat rehberi olarak ilk nutkunu verirken, İttihad ve Terakki ile beraber idi. Sadece taraftar değil, düşünce ve fikirleri ile de onları yönlendirmeye çalışıyordu.

Daha sonra İttihad ve Terakki'nin takip ettiği siyaseti tenkit etti. Düşüncelerini, çoğunluğun sustuğu, o kargaşa günlerinde, her zaman olduğu gibi açıkça söyledi.

Mondros Antlaşmasından sonra, İttihad ve Terakki'nin önde gelen kişileri memleketten ayrılmışlardı. Bu ayrılış, muhaliflerin hücumuna maruz kalmalarına bir açık kapı bırakmıştı.

Bediüzzaman dini siyasete alet konusunu aydınlatmak için şöyle diyor: "Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zaif düşeceğini hissederken dindeki Kur'ân'ı kaviye uzatmakla himayesini dâvet edip, kavi bir ele vermek lâzımdır. Ta beraber çamura düşmesin. Kur'ân'ı Kur'ân olduğu için sevsin.

Eğer kavinin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur'ân'ı kavi bir hadimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse o, Kur'ân'ı kendi nefsi için sever demektir.

Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa "dinsizsiniz" dese onları tecavüze sevk etmektir." 6

Yani dini yönlendirmek ve dini emirlerini yapmalarını sağlamak, ancak uygun bir dille, dini görevlerini hatırlatmak şeklinde dine hizmet olur. Yoksa dinin irşad metoduna tamamen zıt olarak, düşünmeden hüküm verip, dinsiz olduklarını söylemek veya propaganda ile yaymak dine aleyhtar olanları çoğaltır. Dolayısıyla karşısındaki insanları; kendi partilerine, şahıslarına ve dine karşı tecavüze sevk eder.

Bediüzzaman daha sonra bu konuyu şöyle bağlıyor:

"Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla, Şeriata karşı gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdi menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir? Bilir misin? Bence İslâm'ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm'ın ciğerine saplamıştır."7 Bunu şöyle açıklayabiliriz:

Bir İslâm ülkesinde, din bir siyaset aleti olarak kullanılmamalıdır. Otuz üç yıl halifelik yapan Sultan Abdülhamid'in idaresi altında yürütülen her iş ve icraata itiraz edenler ve dine karşı gelmiş şekilde değerlendirilirdi. Böyle bir metotla hükümetin siyaseti ve icraatı hesabına fayda sağlanıyor zannedilerek hareket edilirdi. Halbuki diğer tarafta dinin özünü bilmeyen bazı kimseler, daha doğrusu başta ecnebiler, bu yanlış metodu İslâm dinine mal ederek aleyhtar vaziyete geçebilirler. Buna mani olmanın yolu da dini siyasetten uzak tutmaktan geçer.

-SON-

Dipnotlar:

1 - Ali İmran: 139

2 - Nursî, Bediüzzaman Said, Sünûhat, s: 64, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

3 - Nursî, Bediüzzaman Said, Beyanat ve Tenvirler, s: 117, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

4 - Nursî, Bediüzzaman Said, Sünûhat, s: 66, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

5 - A.g.e.

6 - Nursî, Bediüzzaman Said, Sünûhat, s: 67, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

7 - A.g.e.

Dr. Yasin YILMAZ

18.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri