Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bu manevranın arkasında ne var?

AKP çevrelerinden biz şu ana kadar "türban" konusunda ne duyduk?

Ne duyacağız?

"Kurumsal mutabakat ararız" cümlesini duyduk...

Başka?

"Türban sadece yüzde 2.5'un meselesidir" cümlesini duyduk...

Başka?

"Biz türban konusunda bir vaatte bulunmadık" cümlesini duyduk...

Peki ne oldu da "ılıman mı ılıman" gidilirken...

Birdenbire "Tamam kardeşim, siyasal simgeyse siyasal simge... Hiç fark etmez! Serbest bırakılacaktır" noktasına geliniverdi?

Yoksa...

"İslami camia" ile AKP arasında gizli bir "Şimdilik sesimizi çıkarmayalım... Ilıman gidelim... İleride güçlenince kimseden korkmadan adımlarımızı atarız" anlaşması mı vardı?

Ve yeterince güç kazanıldığına iman edilince kartlar mı açıldı?

Benim itirazım işte bu noktada...

Olaylara ilkesel değil de taktiksel yaklaşmaya itiraz ediyorum ben.

Ilıman gidilirken "yüzde 47'nin efsunu"na kapılarak meydan okumanın eşiğine gelmenin hiç de şık kaçmadığı düşüncesindeyim.

Ayrıca...

Bu tutumun, "gizli ajanda kuşkusu" taşıyanların kuşkularını haklı olarak derinleştirdiği kanaatindeyim.

Erdoğan ile aramdaki fikri mutabakatı bozan "ikinci husus" ise şudur:

Bu zamana kadar türban karşıtı çevreler, Erdoğan ve arkadaşlarını "Türban siyasi simgedir ve bu nedenle yasaklanabilir" diye sıkıştırdıklarında...

Erdoğan ve arkadaşları hep, "Hayır! Hayır! Katiyen siyasi simge değildir... Vallahi değildir, billahi değildir... Türban inancın gereğidir" diye feryat ettiler.

Çünkü...

Türbanın siyasi simge olduğunun kabul edilmesinin, yasakçıların eline mühim bir koz vereceğini düşünüyorlardı...

Bu nedenle AKP çevrelerinden şu ana kadar, "Siyasi simge olsa da fark etmez... Siyasi simge olması yasaklanmasını gerektirmez" gibi cümleler duymadık.

Hatta bazı aydınlar, "Evet, simgedir... Var mı diyeceğiniz?" diye türbana destek çıkışları yaparken, Erdoğan ve arkadaşları, bu topa girmekten kaçındılar...

Yani...

Dün "taktik" açıdan söylemeyi uygun bulmuyorlardı...

Bugün ise buluyorlar.

Ben işte bu taktikselliğe itiraz ediyorum.

Hürriyet, 17.1.2008

Ahmet HAKAN

18.01.2008


 

Dağlıca olayı

Türkiye'nin sınır bölgesinde bir karakol baskını gerçekleşti.

Şehitlerimiz oldu; yaralanan, esir alınıp kaçırılan askerlerimiz oldu.

Olayın yankıları sürüyor.

Taraf gazetesi, 8 askerin tutuklanmasının ardından hazırlanan iddianame ile ilgili örnek bir habercilik yaptı.

Günlerdir arka arkaya yaptığı haberlerle, bütün baskının sorumluluğunu sadece 8 askerin üzerine yıkmanın yanlışlığına dikkat çekti.

Sonuçta askerlik katı hiyerarşik bir meslek ve bu alandaki sorumluluk yukarıdan aşağıya doğru emirkomuta zinciri içinde iniyor.

Dağlıca İddianamesi'nde bu zincire çok dikkat edilmediği izlenimi var.

Ahmet Altan dün Taraf'taki köşesinde bu konuya fazla eğilmeyen gazeteleri, biz dahil eleştiriyordu.

Bakınca, bu konuya daha özel bir ilgi gösterebileceğimiz konusunda haklı olduğunu görüyorum.

Sonuç itibariyle haklarında müebbete kadar ceza istenen 8 gencin yaşamı söz konusu.

Demokratik bir ülkede idarenin tüm işlemleri sorguya açık olmalıdır.

Buna hem sivil, hem askeri idari birimler dahildir.

Altan'ın sorularını tekrarlarsak, bu olayda da cevabı aranması gereken noktalar şunlardır:

* Bu çocuklar hangi koşullar altında teslim oldu?

* O dağda yalnız mı bırakıldılar?

* Yardım niye zamanında gelmedi?

* Hava desteği gecikerek mi sağlandı?

* PKK'nın baskın yapacağı duyulmuş olmasına rağmen niye önlem alınmadı?

* Komutanların bu olaydaki sorumluluğu nedir?

Bu sorular kimilerini rahatsız edilebilir ama etmesi gerekir.

Çünkü 8 gencin yaşamı, söz konusu olan.

Ayrıca sanık vekillerinin hukuki sürecin gerçekleştirilmesine ilişkin itirazları var.

Bu konunun da dikkate alınıp aydınlatılması gerekir.

Askerliğin zorunlu hizmet olduğu ülkemizde, halk çocuklarının hukuku sıkıntıya girdiğinde herkesin vicdanını rahatlatacak bir yaklaşım göstermek çok önemlidir.

Bu dava sürecinde yukarıda seslendirilen soruların cevaplarının bulunacağına herkesin inanması gerekir.

Sabah, 17.1.2008

Ergun BABAHAN

18.01.2008


 

Diyarbakırlıya iyilik yapmak istiyorsanız...

AK Partili bir Diyarbakır Milletvekili'nin "Diyarbakır'a bedava elektrik verilmesi" önerisi hükümet tarafından kabul görmüş sayılır. Bu öneri daha sonra "Fukaraya elektriğin bedava verilmesi"ne dönüştü. Zaten Diyarbakırlılar elektrik faturası ödemiyor. O halde "Bedava olsun" diyelim. İlk bakışta akla yatkın bir teklif gibi geliyor. Fakat demek ki Diyarbakır'da elektrik faturası tahsil edilemiyor!

Eğer ortada bir faturanın tahsil edilememesi gibi bir durum söz konusuysa bunun çaresi fatura bedelini sıfırlamak olabilir mi? Olamaz. Ama eğer böyle bir girişim varsa bunu fukaraya elektriği bedava vermek değil, olsa olsa "çaresizlik"tir.

Bu yaklaşım tembelliği, beleşçiliği, dilenciliği teşvikten başka bir işe de yaramaz. Pansuman...

Bu pansuman da yarayı iyileştirmek yerine yaralı organın kesilip gövdeden ayrılma sürecini hızlandırır. İstismarı artırır. Şimdi... Bölgenin toplam elektrik faturası ne kadardır? Bu hesaplanır, hükümet bu rakama sponsor olur. Bu durum böyle sürüp gider.

Her seferinde de toplam fatura bir öncekine göre kat ve kat daha fazla olur. Çünkü elektrik faturası ödemeyecek olanlar hiç bir şekilde tasarrufu düşünmeyecek, hatta bazıları da devlete düşmanlık olsun diye 24 saat elektrik tüketir.

Ve fatura ödenmeyen bölgede her iş elektrik kullanılarak yapılmaya başlanır! Eğer bölgeye kalıcı, sorunun çözümüne yardımcı bir şeyler yapılmak isteniyorsa bölgede istihdamı artıracak tedbirleri, istihdam merkezli çözümler üzerinde düşünmeli.

Bölgeye her ay toplam elektrik faturaları kadar istihdam oluşturucu yatırımlar yapılması bile bedava elektrik olayından daha fazla hizmet eder çözüme. İyi ama zaten ödemiyorlarmış!

Kullanılan bir hizmet bedelinin "ödenmiyor" olması ile "ödenemiyor" olması arasında çok büyük fark var. Birincisinde "meydan okuma", ikincisinde "yokluk" var. Madem Diyarbakır'a bedava elektrik olacak, Yozgat'ın, Çankırı'nın ne bileyim, Türkiye'nin en fakir kenti Bilecik'in faturalarını niye tahsil ediyoruz ki. Diyarbakırlılar elektrik faturası ödeyemiyormuş! Belki de ödemek istemiyorlar!

O zaman fatura ödeyen benim ne günahım var ve ben neden fatura ödüyorum? Bu durum hırsızlığa davetiye çıkarır. Vatandaşın moralini bozar, vatandaşlık görevini yerine getirmeyenlerin sayısını artırır. Bu teklif aynı zamanda Diyarbakırlıya da hakarettir.

Diyarbakırlı bunu ister mi acaba? İşte size bir referandum sorusu! Eğer hükümet Diyarbakırlıya bir iyilik yapmak istiyorsa her bir vatandaşın işine yarayacak başka bir yol bulsun. Diyarbakırlının taleplerine kulak kapatmasın, mesela demokrasinin çerçevesini genişletsin!

Bugün, 17.1.2008

Nuh GÖNÜLTAŞ

18.01.2008


 

Hükümetin 'eylem planı' toparlanma işareti mi?

Başbakan Tayyip Erdoğan geçen hafta bir basın toplantısı yaparak '60. Hükümet Programı Eylem Planı'nı (?) açıkladı. 'Hükümet Programının uygulanma takvimi' niteliğinde olduğu söylenen bu Plan'ın hangi anayasal gereğe karşılık geldiği belli değil.

Bu Planın kapsadığı söylenen zaman diliminde de (20082012) bir gariplik var. Bu hükümetin daha beş yıl görevde kalmasına garanti gözüyle bakılması hakikaten biraz tuhaf. Üstelik Ekim referandumundan sonraki anayasal durum bir sonraki seçimin 2011 yılında yapılmasını gerektiriyor.

Esasa gelirsek: Bu Planın ana başlıklarını ekonomiye ve sosyal yardıma ilişkin vaadler oluşturuyor. Ekonomiyle ilgili vaadler, teknik ayrıntıları bir yana bırakılırsa, esas olarak hükümetin bugüne kadar izlediği yolda devam edeceğini gösteriyor. Bu arada Başbakan işin propoganda yanını da ihmal etmemiş; nitekim programda epeyce bir AKP iktidarı reklamı da var.

Planın sosyal yanı, önümüzdeki dönemin 'toplumsal yapıyı güçlendirecek sosyal restorasyon süreci' olarak nitelenmesinde ve sosyal ve ekonomik politikalara bu dönemde de öncelik verileceğinin belirtilmesinde ifadesini buluyor. Bu ifadenin muhafazakár siyasetle ilgili daha kapsamlı deláletleri varsa da, Başbakanın bundan kastettiğinin daha ziyade 'yoksullukla mücadele' olduğu anlaşılıyor. Ona göre bu, hükümetlere düşen 'birinci görev'dir.

Başbakan her ne kadar 'sosyal yaralarımızı geçici pansuman tedavisiyle değil, kalıcı iyileştirmekten yanayız' diyorsa da, partisinin bugüne kadar bu konuda benimsediği ve aynen sürdürmeyi düşündüğü doğrudan gıda ve yakacak desteği yöntemi pek o nitelikte görünmüyor.

Galiba, bu 'Eylem Planı'nın açıklanmasının ardındaki temel saik, bir süredir hükümete yöneltilen, AB ve demokratikleşme meselesinin tavsadığına ilişkin eleştirileri karşılamak ve bu arada hükümetin siyasî gündemi yeniden kendi kontrolüne almasını sağlamaktır. Nitekim, Başbakan basın toplantısında bu eleştirilerden duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, demokratikleşme ve AB'ye katılım çalışmalarının sürdürüleceğini özel olarak vurgulama ihtiyacı duymuştur.

Bu konuşmada benim en çok hoşuma giden, AB'ye tam üyeliğin 'milletin ekonomik, sosyal, hukukî standartlarını yükselten yeniden yapılanma süreci' olarak tanımlanması oldu. Bunu, Türkiye için asıl olanın AB'ye tam üyelikten çok 'üyelik süreci' olduğu imasını içermesi bakımından önemli buluyorum. Çünkü, tam üye olmasa bile (ki bana göre güçlü ihtimaldir), bu hedef uğruna atacağı adımlar Türkiye'nin standartlarını gerçekten iyi yönde yükseltecektir, yükseltmektedir.

Buna karşılık, 'Eylem Planı'nda önümüzdeki dönemde hükümetin hangi 'demokratikleşme' adımlarını atmaya hazırlandığına dair açıklamaların yer almamasını ise talihsizlik olarak görüyorum. Nitekim, Başbakan ne Kürt meselesiyle ilgili demokratikleşme vaadlerinden, ne de başta TCK 301. madde olmak üzere ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldıracak somut adımlardan söz etti.

'Hükümet kendini gerçekten toparlıyor mu?' sorusuna halá güvenle olumlu cevap veremiyorum.

Star, 17.1.2008

Mustafa ERDOĞAN

18.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri