Muinar adlı kitabı 2006'da çıkan Latife Tekin, kitapla ilgili bir söyleşinin başlığından 'Örtünen kadının ışığı solar' diye sesleniyordu. Pazar günü aynı gazetenin başka bir ekine göz gezdirirken, bu kez Ayşe Arman'a verdiği mülakatı gördüm.
Tekin 2006'da yaptığı süper üst perde analizini meydan okumaya kadar vardırmış, 'Söyle bakalım, türbanla yoğurt mayalayabilir misin?' diye soruyor, valla mayalayamayız, aklımıza da gelmez doğrusu.
Latife Tekin, 'türban'ın karşısına 'tülbent'i dikerek, gelmiş geçmiş bütün türban tanımlayıcılarına fark atıyor. Tekin'e göre türban, başörtüsünün kendisiyle yoğurt mayalanamayan türüne deniyor. Oysa başörtüleriyle üniversite okumak isteyip de kapıdan giremeyen kızların derdi biraz da yoğurt mayalamak ve üst üste doğurulacak çocuklara yoğurt yedirmekten ibaret bir hayattan daha iyisini istemek değil mi? Yoğurt mayalamayı değil de, mayanın sırrına vâkıf olmak, kimya okumayı istemek sözgelimi, neden başını örtmeme gibi bir liyakatle sınanması gereken bir hedef olsun? Bu gibi soruların Latife Hanım tarafından hırçın bir üslupla savuşturulabileceğini hemen anlıyorsunuz. Tekin, yoğurt mayası diye diye kin tohumu ekiyor: "Türban beni irkiltiyor, göz sinirlerimi geriyor, ruhum kaldırmıyor, boğulma hissi geliyor... Bakamıyorum, gözlerimi kaçırıyorum, rahatsız oluyorum, bende ruhsal bir sıkışma yaratıyor." (13.01.2008/Hürriyet Pazar)
Tüm istediğinin duygularını serbestçe ifade etmek olduğunu söyleyen Tekin'i içtenliği nedeniyle tebrik edebilir miyiz? Bu soruyu başörtülü bir kadın yazar bu cümleleri, türban kelimesini kaldırıp ye-rine 'örtünmeyen kadınlar' ifadesini koyarak kursaydı nasıl bir kıyametin kopacağını düşünerek cevaplayın. Binlerce yıllık kocakarılarla özdeşleşebilmeyi, karakterlerini her zaman doğal çevresi ile, kendi kelime dağarcıkları, davranış bütünlükleri ve hatta hurafeleri ile beraber ele almayı seçen; onları yerelliklerine toz kondurmadan biricik ve özgün yapmayı başarabilen Latife Tekin'in, örtünmenin metafiziğini es geçip, Tanrı buyruğu* ile erkek buyurganlığı arasındaki mesafeyi jakobenlere özgü bir hızla kat etmiş olmasını da affedemiyorum. 'Aklı da kendi haline bırakmamak gerek.' diyen bir yazardan, daha fazlasını beklemek hakkım.
Her şey bir yana, sadece romanlarıyla değil, yazmak dışında geliştirdiği tavırla da, insanın yerinin çiçeğin, böceğin, ağacın yanı olduğunu söyleyegelmiş ve çiçeğin, böceğin, ağacın yanına en çok yoksullar yakıştığı için, yoksulları ve yoksulluğu da sevmiş bir yazarın şu gerçekleri bilmiyor olabileceğini düşünemiyorum: 1) Yoksulların çoğu dindardır, 2) Bugün başörtüsü yasaklarından en çok yara alanlar da yoksul ailelerin kızlarıdır.
Tekin'e şimdilerde içe bükülmüş bedenleri ve üst üste örtülmüş halleri ile 'içler acısı' görünen yoksullar, biraz da yoksunluklarını örtmek için örtünürler üstelik. Ama asıl sebep, Allah'a ulaşabilmek için O'nun seçtiği kızaklara binmek, sevgisini kazanabilmek için O'nun seçtiği yöntemlere rıza göstermek konusunda zenginlere oranla daha mütevazı olmalarıdır. Bu yüzden iyi bir kul olabilmenin yolu yoksullar gibi olabilmekten geçer, bu yüzden 'bir lokma bir hırka' edebiyatı, 'Mal da yalan, mülk de yalan' diyen ağız, bir yıldız gibi yol gösterici olacaktır, tüm yıldızların söndüğü kıyamet gününe dek. Şimdi iktidara gelenler ve eşleri yoksul değil diye, yoksulların kendilerini onurlandırma biçimi değişecek değildir üstelik.
Fakat ne hazindir ki, yazar, iktidarın seçilmiş sakinlerinin eşleri nedeniyle görünür hale gelmiş bulunan örtü/örtünme meselesinin yoksullukla/yoksullarla kurduğu bağı örselemesine izin veriyor. Kadınlara yapılan baskıyı reddetmenin birçok yolu var, ama yazar en kestirme yolu seçiyor: Kadınların manevi deneyimlerini toptan aşağılama yolunu.
Hatırlatmaya gerek var mı? Türkiye'de kadın hareketi böyle böyle başarısız oldu.
(*) Nur Sûresi 31 ve Ahzab Sûresi 59
Zaman, 16.1.2008
|