|
|
|
Özgürleştirme, bırak dağınık kalsın |
Büyük(!) Başkan Bush'un Ortadoğu turundaki her durakta bölge ülkelerine demokrasi getirmek istediğini söylüyor. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, "Büyük Dost" diye bahsettiği ABD Başkanı için "Kendi özgürlüğünü kazandıktan sonra, başkalarına özgürlük kazandırmaktan vazgeçmeyen bir büyük ülkenin lideri" ifadesini kullandı. İltifat etti.
Bu "Büyük Dost" ifadesini siz "Big Brother" olarak da anlayabilirsiniz. Hani George Orwell'ın "1984" romanında geçen büyük abi gibi... Herkesi gözetleyen, herkesi denetleyen ve herkesi özgürleştirmek (!) isteyen büyük birader. George Bush, Irak'a demokrasi getiriyor, tabii bedeliyle... O bedelin ne olduğunu son 5 yılda gördük.
İran'ı özgürleştirmek istiyor, elbette doğalgaz ve petrol yataklarında gözü yok(!) Bush'un. Afganistan'ı ve diğer ülkeleri özgürleştirdiği, rahatlattığı gibi amacı sadece dünya barışına(!) katkı sağlamak.Nedense Bush'un aklına krallıkla, şeyhlikle yönetilen Arap ülkelerini özgürleştirmek, onlara demokrasi getirmek gelmiyor!
Bu Arap ülkelerinin bir kısmı benzinlik bir kısmı karakol gibi ABD'nin avucunun içinde zaten. Nasıl demokrasi gelsin ki... O ülkeler, ABD'nin en yakın müttefiki. Bush'un bir dediğini iki etmiyorlar. Öyle olunca bir anda Bush'un dünyaya özgürlük ve refah getirme misyonu unutuluveriyor. Yerine başka kriterler geliyor. Özgürleşeceksin, özgürleş...
Demokratikleşeceksin, demokratikleş... Her şey emir-komuta zinciri içinde gerçekleşiyor. İran ise "dünya barışı için, uluslar arası toplum için bir tehdit oluşturmaya" devam ediyor. Tabii Bush'a göre...
ABD elbette müttefikimiz. Devlet olarak iyi ilişkilerimiz var, olacak da. Ama halk arasında yüzde 80'lere varan Amerikan karşıtlığının en büyük sebebi, Washington yönetiminin bu samimiyetsiz çıkışları.
Bush, Kuveyt'e, Bahreyn'e, Birleşik Arap Emirlikleri'ne demokrasi tavsiyesinde bulunmuyor, onları özgürleştirmeye çalışmıyor. Ama menfaati söz konusu olduğunda asıl niyetinin petrol ve enerji koridorlarının kontrolü olduğunu unutup, demokrasi havariliğine soyunuyor. Türk kamuoyu elbette bunu yemiyor, bu durumdan rahatsız. Bu rahatsızlık, ABD PKK liderlerini paketleyip önümüze koysa bile uzun süre değişmeyecek. Ama büyük birader olarak zaten ABD'nin imaj gibi bir kaygısı yok, öyle değil mi?
Bugün, 16.1.2008
|
Nuh Gönültaş
17.01.2008
|
|
|
Yoksulluk ve yoğurt mayası |
Muinar adlı kitabı 2006'da çıkan Latife Tekin, kitapla ilgili bir söyleşinin başlığından 'Örtünen kadının ışığı solar' diye sesleniyordu. Pazar günü aynı gazetenin başka bir ekine göz gezdirirken, bu kez Ayşe Arman'a verdiği mülakatı gördüm.
Tekin 2006'da yaptığı süper üst perde analizini meydan okumaya kadar vardırmış, 'Söyle bakalım, türbanla yoğurt mayalayabilir misin?' diye soruyor, valla mayalayamayız, aklımıza da gelmez doğrusu.
Latife Tekin, 'türban'ın karşısına 'tülbent'i dikerek, gelmiş geçmiş bütün türban tanımlayıcılarına fark atıyor. Tekin'e göre türban, başörtüsünün kendisiyle yoğurt mayalanamayan türüne deniyor. Oysa başörtüleriyle üniversite okumak isteyip de kapıdan giremeyen kızların derdi biraz da yoğurt mayalamak ve üst üste doğurulacak çocuklara yoğurt yedirmekten ibaret bir hayattan daha iyisini istemek değil mi? Yoğurt mayalamayı değil de, mayanın sırrına vâkıf olmak, kimya okumayı istemek sözgelimi, neden başını örtmeme gibi bir liyakatle sınanması gereken bir hedef olsun? Bu gibi soruların Latife Hanım tarafından hırçın bir üslupla savuşturulabileceğini hemen anlıyorsunuz. Tekin, yoğurt mayası diye diye kin tohumu ekiyor: "Türban beni irkiltiyor, göz sinirlerimi geriyor, ruhum kaldırmıyor, boğulma hissi geliyor... Bakamıyorum, gözlerimi kaçırıyorum, rahatsız oluyorum, bende ruhsal bir sıkışma yaratıyor." (13.01.2008/Hürriyet Pazar)
Tüm istediğinin duygularını serbestçe ifade etmek olduğunu söyleyen Tekin'i içtenliği nedeniyle tebrik edebilir miyiz? Bu soruyu başörtülü bir kadın yazar bu cümleleri, türban kelimesini kaldırıp ye-rine 'örtünmeyen kadınlar' ifadesini koyarak kursaydı nasıl bir kıyametin kopacağını düşünerek cevaplayın. Binlerce yıllık kocakarılarla özdeşleşebilmeyi, karakterlerini her zaman doğal çevresi ile, kendi kelime dağarcıkları, davranış bütünlükleri ve hatta hurafeleri ile beraber ele almayı seçen; onları yerelliklerine toz kondurmadan biricik ve özgün yapmayı başarabilen Latife Tekin'in, örtünmenin metafiziğini es geçip, Tanrı buyruğu* ile erkek buyurganlığı arasındaki mesafeyi jakobenlere özgü bir hızla kat etmiş olmasını da affedemiyorum. 'Aklı da kendi haline bırakmamak gerek.' diyen bir yazardan, daha fazlasını beklemek hakkım.
Her şey bir yana, sadece romanlarıyla değil, yazmak dışında geliştirdiği tavırla da, insanın yerinin çiçeğin, böceğin, ağacın yanı olduğunu söyleyegelmiş ve çiçeğin, böceğin, ağacın yanına en çok yoksullar yakıştığı için, yoksulları ve yoksulluğu da sevmiş bir yazarın şu gerçekleri bilmiyor olabileceğini düşünemiyorum: 1) Yoksulların çoğu dindardır, 2) Bugün başörtüsü yasaklarından en çok yara alanlar da yoksul ailelerin kızlarıdır.
Tekin'e şimdilerde içe bükülmüş bedenleri ve üst üste örtülmüş halleri ile 'içler acısı' görünen yoksullar, biraz da yoksunluklarını örtmek için örtünürler üstelik. Ama asıl sebep, Allah'a ulaşabilmek için O'nun seçtiği kızaklara binmek, sevgisini kazanabilmek için O'nun seçtiği yöntemlere rıza göstermek konusunda zenginlere oranla daha mütevazı olmalarıdır. Bu yüzden iyi bir kul olabilmenin yolu yoksullar gibi olabilmekten geçer, bu yüzden 'bir lokma bir hırka' edebiyatı, 'Mal da yalan, mülk de yalan' diyen ağız, bir yıldız gibi yol gösterici olacaktır, tüm yıldızların söndüğü kıyamet gününe dek. Şimdi iktidara gelenler ve eşleri yoksul değil diye, yoksulların kendilerini onurlandırma biçimi değişecek değildir üstelik.
Fakat ne hazindir ki, yazar, iktidarın seçilmiş sakinlerinin eşleri nedeniyle görünür hale gelmiş bulunan örtü/örtünme meselesinin yoksullukla/yoksullarla kurduğu bağı örselemesine izin veriyor. Kadınlara yapılan baskıyı reddetmenin birçok yolu var, ama yazar en kestirme yolu seçiyor: Kadınların manevi deneyimlerini toptan aşağılama yolunu.
Hatırlatmaya gerek var mı? Türkiye'de kadın hareketi böyle böyle başarısız oldu.
(*) Nur Sûresi 31 ve Ahzab Sûresi 59
Zaman, 16.1.2008
|
Nihal B. Karaca
17.01.2008
|
|
|
Diyanet'e düşen görev |
Statüsüyle ilgili sıkıntılara, bünyevi engellerine ve kadrosunda yer alan personelin zaman zaman basına yansıyan tartışmalı beyan ve davranışlarına rağmen Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet'in en köklü kurumlarından biri. Yakın tarih, başkanlığın siyasi dalgalanmalardan sıyrılıp aşama aşama hak ettiği itibar noktasına geldiğini gösteriyor. Bugün, Diyanet İşleri Başkanları diğer kamu kurumlarının yöneticileriyle kıyaslandığında, genelkurmay başkanlarıyla birlikte farklı bir protokole tabi.
Ancak bu olumlu tablonun hizmet anlayışı gündeme geldiğinde aynı pırıltıyı koruduğunu söylemek çok kolay değil. Diyanetin yurt çapında sayıları 100 bini bulan camide verdiği ve yurt dışında sürdürdüğü hizmetin zorluklarını biliyorum. Ancak teknolojinin sunduğu imkânların insanoğlunun hayal dünyasının sınırlarını zorlaması neticesi, farklı eğilimlerin, farklı tartışmaların, farklı soruların ve suçların söz konusu olduğu bir dünyadayız artık... Çocukların bizim bildiklerimizden farklı hikâyelerle büyüdüğü, sınırsız görsel materyale muhatap olduğu, yetişkinlerin geçmişte tahayyül dahi edilemeyecek sorunlarla baş etmek zorunda kaldığı ve farklı bir manevi dil/üslup aradığı dünya bu...
Tasvir etmeye çalıştığım ortamda cami cemaatine götürülen hizmetle arzulanan ahlaki düzenin sağlaması mümkün değil. Şayet yeterli olsaydı, rahmetli Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'kültür hezimeti' diye ifade ettiği tablonun içinde çırpınmazdık.
Şurası açık ki, imparatorluk asırlarında bu konuda fazla bir sorun yoktu. Din, temel eğitim dediğimizin sürecin çekirdeğindeydi. Dolayısıyla ileri yaşında be-nimsediği düşünce ne olursa olsun, sıradan okuryazardan üniversite hocasına kadar herkes, az ya da çok bilgi sahibi olarak yetişiyordu. Meşrepleri, eğitim alanları farklı aydınların, sözünü ettiğimiz dönemde kendilerince tefsir çalışmaları yapmış olmaları bunun göstergesidir; keza BMM'de hilafet meselesiyle ilgili tartışmaların tutanaklarını okumak dönemin aydınlarının bilgi düzeyi konusunda fikir verir.
Sebepleri üzerinde tartışmayı bir yana bırakalım; ama Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşadığımız savrulma önümüze bugünkü sıkıntılı hali getirdi. Din konusunda bilgilenmeyi reddeden ama dini meselelerde fikir yürütmekten kalmayan aydın kitlesinin gözünde inanç, cami muhiti ve ibadetle sınırlı görülür oldu. Saygın bir bilim kadını olan Prof. Nur Vergin'in laiklik adına oluşan 'mahalle baskısı'na ilişkin sözlerine, kimin Kuran okumasına müdahale edildi, kimin namaz kılmasına karışıldı, kime oruç tutma denildi, denilerek itiraz edilmesinin sebebi bu arka plandır.
Sözünü ettiğim tartışma Diyanet'e İslam'ı aydın katında bilgi ve tefekkür konusu haline getirmenin gereğini hatırlatırsa bundan fayda doğmuş olur.
Söylemek istediğim, Başkanlığın irşad hizmetinin hedef, araç, yöntem ve dilini genişletme dönemecinde olduğudur. 'Hata yapmayalım, gözler üzerimizde' endişesinin bazı şeylerin yapılmasının önüne set çektiğini bilmez değilim; ama doğru düzgün bir görsel iletişim mecraına sahip olmayan, harcıâlem dergi ve materyallerle kitlelere ulaşmayı yeterli sayan, profesyonellikten uzak anlayış terk edilmediği takdirde, sanılanın aksine gelecekte bugünkü fotoğrafın korunmasının kolay olacağını da düşünmüyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın AB sürecinde henüz gündeme gelmeyen, dolayısıyla tartışmadığımız ama farklı bir dalgayı davet edeceğini bildiğimiz müktesebatı göğüsleyecek halde olduğundan emin değilim. İnanç özgürlüğü konusunda örgütlenmenin önünde kısıtlama sebebi olarak sadece şiddet ve baskıyı gören bir anlayış karşısında Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırlıklı olduğunun bir işareti yok.
İçeride 'Atatürkçülük' iddiasıyla üze-rine yönelen kuşkulu bakışlar ve muha-tap olduğu eleştiriler karşısında varlık sebebini ve bunun önemini anlatamamış olmasına bakarak bu konuda ne derece ümitvar olmak mümkün onu da bilmiyorum...
Radikal, 16.1.2008
|
Avni Özgürel
17.01.2008
|
|
|
Sarı ve yeşil kanları nereden bulacaklar? |
Bir grup lise öğrencisi kanıyla bayrak yapmış, genelkurmaya göndermiş, paşa da "işte milliyetçi Türk genci dediğin böyle olur, aferin" diye kamuoyuna açıkladı. Kahraman Türk gazeteleri de hem çocuklara hem genelkurmaya bu vesileyle yağlama yıkama çektiler.
Yani parmaklarını kesmişler, kanlarını damla damla akıtmışlar, bir bayrak yüzölçümü kaplayacak kadar, ayyıldız kısmını boş bırakmışlar, bayrak olmuş.
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır... Tamam.
Fakat bazı arkadaşlar da saf saf "evladım, kan man dökeceğinize oturun derslerinize çalışın, okuyun, adam olun, böylece vatanınıza daha çok hizmet edersiniz" falan diye öğütler veriyorlar...
Ben kimseye öğüt verecek değilim. (...)
Aklıma takılan soruları soracağım:
Milliyetçi Fransız, ya da İngiliz, ya da Amerikan gençleri, benzer bir şekilde bayrak yapmak istediler diyelim... Kimileri böylelikle elde edilen bayrağı General Jean-Louis Georgelin'e, diğerleri General Sir Richard Dannatt'a, berikiler de Amiral Michael Mullen'e gönderecekler... (Bu isimleri o ülkelerde kaç kişi ha deyince, Google'a bakmadan bilir, ayrıca merak ederim. Karıştırmış da olabilirim ama hiç umurum değil, ukalalık olsun diye yazdım.)
Kırmızıyı anladık, beyazı da boş geçtik de, mavi kanı nereden bulacaklar?
Aristokrat mı kesecekler?
Böylece vatan uğruna her sınıftan insan kanını vermiş mi sayılacak?
Aristokrat kanı gerçekten mavi mi akar?
İyi ama Amerika'da aristokrat yoktur, Macy's Department Store'dan boya mı alacaklar?
Yunan keferesi için de aynı sorun ortadadır, ama o maviyi azıcık açmak da gerekiyor. Hele Arjantin kanı hepten uçuk mavi olmak durumunda. Rus mavisi, ikisinin arası.
Alman genci ne halt edecek, kara kanı toplardamardan çıkardı diyelim, altın rengi kan nereden bulunacaktır? Gustav Klimt'in resimlerinde altın tozu kullanması gibi kana yaldız mı katılacaktır?
Peki Hollandalı milliyetçi gençler ne halt edecekler, portakal suyu mu sıkacaklar?
İran ve Suudi Arabistan hepten yandılar, yeşil kan en koyu müminden bile çıkmaz.
Brezilyalı milliyetçiler daha da zor durumdalar, yeşilin yanına bir de sarı kan akıtmaları gerekiyor.
Aynı dert, İsveçli milliyetçiler için de geçerli.
Avusturya'nın işi kolay... Rot-Weiss-Rot bis Tod!... Polonya'nın, İsviçre'nin, Danimarka'nın, hatta Japonya'nın işi de kolay, kes parmağı damlat... Banzai!
Ama bayrağında kırmızı bulunmayan, ya da kırmızının yanısıra başka renk ya da renkler bulunan ülkelerin işleri zor!
Oralarda milliyetçi mi yetişmiyor, yoksa onlarda bayrakları bayrak yapan başka bir şey midir ve de toprakları uğruna ölen çıkmamakta mıdır? O zaman ülkeleri vatan da değildir.
Kahraman Türk gençleri, bir daha eyleme geçmeden önce coğrafya dersinizde kullandığınız atlasın baş sayfalarını açınız, orada "dünya devletlerinin bayrakları" kısmına bakınız.
Aslında, bütün dünya Türk olduğuna, yani her ülkeye herkesin atası Orta Asya'dan kuraklık nedeniyle göç ederek gittiğine göre (bakınız tarih dersinizin göç yolları haritası), her ülke Türk bayrağı kullansa hem aslına dönmüş olur, hem de kan tutturma sorunu ortadan kalkar. Bu da insanlığa kıyağım olsun.
Akşam, 16.1.2008
|
Engin Ardıç
17.01.2008
|
|
|
Doğru mu? |
Piyade Çavuş Ufuk Çelik:
"19 Ekim 2007 tarihinde Nikon dürbününü kullanan Zeynel Abidin, dokuz yüklü katır ve dört silahlı PKK militanı gördü. Yaklaşık bir buçuk ay önce de Meri Tepesi'nde silahlı terörist grubu görülmüştü. Çağdaş Üsteğmen bölük mevcudunun çok yetersiz kaldığını, bu nedenle mevcut personelle tepeyi nasıl emniyete alabileceğimizi bize sorarak hepimizden fikir aldı. Hava çok soğuk olduğundan her yarım saatte bir bir kişi ısınmak için çadıra girip ısınıyordu.
Personelin üzerinde taşıdığı birer adet taarruz el bombası, tabur komutanının emri ile savunma el bombaları ile değiştirmek üzere toplanmıştı. Biz yeni el bombalarını almadan, yani el bombasız olarak Keri Tepe'ye gelmiştik. Çatışmanın olduğu gün 18:00 sıralarında katırları ve teröristleri gördüm. Durumu Çağdaş Üsteğmen'e bildirdim.
O da telsizle durumu tabur komutanlığına iletti. Bu bölgeye taburdan havan ve topçu atışı yapıldı ama mermiler hep kısa düştü. Havan ve topçu menzili dışında kaldılar. Tabur Komutanı o sırada köydeki düğünde olduğundan üsteğmenimize telsizden herhangi bir emir verilmedi. Bu yüzden bölük komutanımız bu gece uyumamamız gerektiğini ve dikkatli olmamızı söyledi.
Herkes önemli bir olayın olabileceğinden endişe duyarak gerilmişti. Hepimiz diken üstünde idik O gün sis vardı ve aydınlatma projektörleri ile aydınlatılıyordu. Bu nedenle bulunduğumuz tepeden personel yalan mesafeden rahatça görülüyordu. Saat 00:30 sularında çatışma başladı. Yüzden fazla terörist olduğunu düşünüyorum."
Piyade Er Recep Can:
"Olay gecesinden iki gün önce öğle saatlerinde dokuz on katırla üç kişilik görüntü tespit edildi. Bu görüntü Çağdaş Üsteğmen tarafından Tabur Komutanı'na bildirildi. Akabinde Kobra helikopteri talebinde bulunuldu ancak talep uygun görülmedi."
Piyade Onbaşı Mustafa Kala:
"Olaydan üç gün önce terörist gruplar ve katırlar görüldü. Olay günü kırmızı alarm durumundaydık, ilk ateşi teröristler başlattı. Mevzilerimize roketatar, el bombası, doçka, biksi ve Kalaşnikof silahlarla yoğun bir baskı ateşi başladı."
Piyade Er Cüneyt Ömür,
"Silah 5-6 kez tutukluk yaptı..."
Bu ifadeler 12 evladımızı şehit verdiğimiz Dağlıca baskınına dair açılan soruşturmadan basına sızan ifadeler.
Elbette henüz hazırlık soruşturmasındayız ancak o baskında idari bir büyük beceriksizlik ve çok ciddi ihmaller olduğu anlaşılıyor.
Yaşadığımız iletişim çağında gerçeklerin üstü örtülemez.
O taburdaki 600 asker bugün değilse yarın konuşacak.
Siz ise kafanızı ne kadar kuma gömerseniz gömün bu gerçekler öğrenilecek ve tartışılacak.
Tutukluk yapan silahlar, istihbaratı okuyamayan yetkililer...
Görev başında olmayan komutanlar...
Biz bu çocukları ne uğruna size emanet ediyoruz?
Bu vatanı millet adına savunsunlar diye... Siz onları büyük bir beceriksizlikle ve ihmalle ölüme yollayın diye değil...
Garibanları vatan haini diye damgalamak kolay...
Sitenize geceyarısı e-muhtıra koyup tepki oylarını AK Parti'ye gümüş tepside sunmak da kolay...
O siteye bir açıklama da Dağlıca ve diğer bilmediğimiz vakalarda şehit düşenler için koyun.
Bu milletten özür dileyin.
"Evlatlarınız ihmalden ve beceriksizlikten öldü..." deyiverin.
Hadi beni susturdunuz, tarihi nasıl susturacaksınız?
Vicdanlarınızın sesini nasıl susturuyorsunuz?
Akşam, 16.1.2008
|
Serdar Akinan
17.01.2008
|
|
|
|