|
|
|
Parola: 2014 |
Brüksel’de Dışişleri Bakanı Babacan’ın katılımıyla gerçekleşen açılışta, Portekiz Dışişleri Bakanı Amada, AB Komisyonu’ndan Leight, Türkiye Masası Başkanı Danielson ile üye ülke temsilcileri hazır bulundu.
Neyin açılışında?Türkiye-AB müzakereleri çerçevesinde ‘ Tüketicinin ve sağlığın korunması’ ve ‘ Trans Avrupa Ağları’ fasıllarının açılışında...
‘ Bilim ve araştırma’ faslını geçen yıl açıp kapatmıştık.
Bu yılın ilk yarısında, Almanya’nın dönem başkanlığı sırasında ‘ İşletme ve sanayi politikası’, ‘ İstatistik’ ve ‘ Mali kontrol’ olmak üzere 3 fasılda daha müzakereler başlatılmıştı.
Bu durumda 2007 yılı itibarıyla Türkiye, 35 fasıldan 6’sında müzakereleri başlatmış oluyor.
Slovenya’nın dönem başkanlığında da üç başlığın daha müzakeresi beklenmekte... Bu takdirde görüşülmekte olan fasıllar dokuza çıkacak.
***
Müzakereler ne zaman başladı?
3 Ekim 2005’te...
O zamandan bugüne 35 fasıldan 6’sının müzakeresi başlamış oldu.
Daha müzakere edilecek epey fasıl var.
Kıbrıs sorunu yüzünden 8 başlık ise hala askıda.
Müzakerelere Türkiye ile aynı zamanda başlayan Hırvatistan 35 başlıktan 14’ünü açıp 2’sini de kapatmış durumda.
***
Bu arada...
AB’nin Eurobarometre sonbahar araştırmasına göre Türkiye’de AB üyeliğine destek verenlerin oranı, son bir yılda yüzde 54’ten yüzde 49’a gerilemiş.
AB üyeliğinin ülke için faydalı olup olmadığı yönündeki soruya ise yüzde 10’luk düşüşle yüzde 53 olumlu görüş bildirmiş.
Ayrıca...
AB bürokrasisinin toplandığı AB Komisyonu’na, AB’de ortalama yüzde 50 güven duyulurken bu oran Türkiye’de yüzde 32’den yüzde 17’ye inmiş.
Avrupa Parlamentosu’na güven ise yüzde 34’ten yüzde 20’ye düşmüş.
***
Sabancı Üniversitesi profesörleri Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu’nun geçen Eylül ayında yaptıkları kamuoyu araştırmasına göre, AB üyeliğini destekleyenlerin oranı yüzde 50’den az değil.
Bu da Eurobarometre’yi doğrulamakta.
Üstelik...
Söz konusu araştırmaya göre AB üyeliği için referandum yapılsa ‘evet’ diyeceğini söyleyenlerin oranı yüzde 56.
Bu oran AKP seçmenleri arasında yüzde 64, ana muhalefet partisi CHP seçmenleri arasında yüzde 51, AB muhalifi MHP’nin seçmenleri arasında dahi yüzde 40.
En olumsuz şartlarda bile...
AB’yi destekleyenlerin oranı hala ezici bir çoğunluğu oluşturmakta...
***
AK Parti hükümetinin, ilk iktidar olduğu dönemin başlangıcındaki hırslı reform temposuna ve AB arzusuna geri dönmesi halinde bu oran çok daha artar.
Kısacası statükonun yırtınmasına rağmen içerdeki kamuoyu desteği sürüyor.
Dışarıdaki Türkiye muhaliflerinin çelmelerini boşa çıkarmak için de kimsenin ağzını açamayacağı bir silkinmeye, hızlı ve köklü reformlara geri dönmeye ihtiyaç var.
Türkiye eğer isterse...
Sıkı bir siyasal ve toplumsal bir irade gösterirse...
Avrupa’daki olumsuz seslere kulağını tıkar ve bugüne kadarki AB metinlerini esas alırsa, ben 2014’de tam üye olacağımızdan eminim...
Ama buna gönüllü bir irade maalesef ortada yok.
***
AB için parola 2014 olsun.
Ve Türkiye bunun arkasında dursun.
Bakın bakalım, karşısında herhangi bir güç direnebilir mi?
Star, 22 Aralık 2007
|
Mehmet ALTAN
23.12.2007
|
|
|
Fail ‘münferit’ |
Eski bir kelimedir ‘münferit’; bir şeyler bir araya gelmese büyük bir ihtimalle büsbütün unutulup giderdi. O ‘bir araya gelenler’ arasında 12 Mart darbesinden sonra olağanlaşan işkence ve esrarengiz ölümler ve Batı’nın bunları sorun etmeye karar vermesi gibi olaylar sayabiliriz. Bu yeni koşullarda, Batı’dan gelip ‘Sizde işkence oluyormuş öyle mi?’ diye soranlara, ‘Oluyorsa da münferittir’ diye cevap verme geleneği biçimlendi. O gün bugündür, böyle münferit münferit, geçinip gidiyoruz.
‘Münferit’ resmî ideolojinin onsuz edilmez kavramları, kelimeleri arasına girdi böylece. Türk ‘yiğit’tir, ‘kahraman’dır, ordu ‘şanlı’dır, nöbetçi ‘uyumaz’ ve ‘acıkmaz’, işkence ve cinayet ise ‘münferit’tir.
Son münferit Türk genci, papazı İzmir’de bulan ve vuran Ramazan Bay. Anladığım kadarıyla, bu iyi niyetli Türk gencinin ifadesini alan polis, yaptığı işi ‘münferiden’ yaptığına kani olmuş; onun için, neredeyse kıvançla, söylediklerini basına sunuyor: evdeki parayı nasıl aşırmış, arkadaşını nasıl bıçaklamış, girdiği işlerde nasıl hır çıkarmış ve kovulmuş vb. İşte size dört dörtlük bir münferit.. hiçbir örgüt bağı yok. Erhan Tuncel gibi polis ajanlarından bile örgüt, talimat, silah almamış. Tam Prens Sabahaddin’lik bir ‘teşebbüs-ü şahsî’ göstermiş.
Ama... Bu kaçıncı papaz? Sabah keyifsiz uyanıp ters tarafından kalkan her temiz Türk genci öğleye doğru bir papaz bulup temizliyorsa (papaz bulmanın iyice güçleştiği bir nüfus yapısında), bu girişim ne kadar ‘şahsî’, ne kadar ‘münferit?’ (Yahu, Ferit, kusura bakma! Ne yapayım, böyle bir ses benzerliği var.)
Galiba, ‘münferit’ üreten bir ‘sistem’ yaratmış durumdayız.
Sorun bu zaten. Adam yazıyor, insan ayırmazmış, Müslüman’ı da, Hıristiyan’ı da severmiş. Ama Hıristiyan misyoner olup iş karıştırmaya başlarsa, o zaman başka... Peki, ‘başka’ olunca ne oluyor? Bunu yazan zat, belki o misyonere artık selam vermeyecek. Onun ‘hümanizm’i böyle gerektiriyor. Peki, Ramazan Bay’ın ‘başka’sı ne ? Belli ki, gidip adamı bıçaklamak. Bu da onun ‘hümanizm’i.
Sorun, bütün değer sistemimizin, dolayısıyla bütün eğitim sistemimizin, böyle bir vurma, kırma, öldürme, yok etme kültürünü içselleştirmek ve yaygınlaştırmak üzere kurulmuş olması. Yıllar önce yazmıştım, çocuklarım yuvaya giderken, “Düşmanın gemisi mavi direkli/İçindeki askerler saman yürekli” diye bir şarkı öğrenip geldiklerini.
Bu normal bir şey mi?
Ya da, ‘normalleşmek’ istiyor muyuz biz?
İçimizden bazılarının istemediği belli. Bu ‘bazıları’na, Mottke’nin deyimiyle ‘millet-i müselleha’, buna 12 Eylül’ün verdiği nüansla, ‘ordulaşmış millet’ gerek. İnsanları ‘er meydanı’na sürmek için, ‘urun şahbazlarım, paralayın arslanlarım’ ünlemleri yararlı olabilir de, her an, her dakika bu ünlemlerle yetişen ve yaşayan bir toplum başka türlü bir bakış açısı edinemez ve dolayısıyla normalleşemez. Başka bir deyişle de, kendi ‘normal’ini burada inşa eder.
Papazı bulduğu yerde papazı vurur; onu bulamazsa, Ermeni vurur; ender bulunur bir şey değil, Kürt vurur; en değerlisi, ‘vatan haini’ vurur, büsbütün madalyalanır.
Canı sıkıldıkça birini vurur, ferahlar, içi açılır. Bu bir yatırım zaten, öte yandan, yatar çıkar, hatta çıkmadan, bir çeteye intisab eder, kariyerini yapar.
İşte böyle ‘münferit’ üreten bir ‘sistem’ yarattık.
Radikal, 22 Aralık 2007
|
Murat BELGE
23.12.2007
|
|
|
Resmi kumar: Milli Piyango |
İçkisi, kumarı olmayan damat’ klişesi ile içkiyi de kumarı da erkekleştirdiler. Ve kontrolsüzlükle bir tuttular hep. Tu kaka yaptıkları ikiliden kumar, rötuşlanması daha kolay bir ögeydi. Yasaklayıverdiler. Ama yok etmediler.
* * *
Bugün Türkiye’de kumar yasak. Bu, kumarın oynanmadığı anlamına gelmiyor. Evet yasak ama yalnızca özel işletmelere. Devlet kendini yasaktan muaf tutuyor! Üstelik bundan beslenerek kumar gelirini her geçen gün artırıyor!
* * *
Devletin güzel bir kaplama ile allayıp pulladığı kumar paketinin ismi Milli Piyango. Yıllardır özellikle bayramlar ve yılbaşlarında hayallerimizin baş aktörü olan Milli Piyango hayal tacirlirği yaptığı için sırtına dokunulmazlık zırhı almış. Herkesin düşlerini seslendirdiği için kimse onu sorgulamıyor. Milli Piyango adeta toplumun afyonu görevini görüyor.
* * *
Bilmem dikkat ettiniz mi? Son zamanlarda Milli Piyango’nun şans oyunlarının sayısı dörde katlandı. Önce yalnızca Sayısal Loto vardı. Ardından Şans Topu geldi. Şimdi ise bu ikiliye Süper Loto ve 10 Numara da eklendi. Bu 4 şans oyunu haftalık oynanıyor. Her hafta 4 kez devlet eliyle hayal tacirliği yapılıyor. Üstüne bir de klasik Milli Piyango çekilişleri var. İçinde bulunduğumuz zaman dilimine bir bakın mesela: Arkamız bayram, önümüz yılbaşı. Milli Piyango için bulunmaz fırsat. Hayallerimizin katalizörü biletler yok satıyor!
* * *
Devlet kumarhaneleri lanetleyip, yasaklarken kendi eliyle kumarın başka bir çeşidi olan piyangoların sayısını her geçen gün artırıyor. Bunda bir tezat yok mu?
* * *
Resmi yollarla piyango adı altında sürekli şans oyunlarının tetiklenmesi ‘acaba kumar, gelirinin özel sektörden devlete kanalize olması için mi yasaklandı?’ sorusunu getiriyor akla.
* * *
Milli Piyango’nun gelirlerinin dağılımı da ilginç. Resmi sitesindeki tabloya gore kârının yüzde 95’i Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na gidiyor. Yani bizim biletlerimiz orduyu besliyor! Bizlere hayal kurduran paralar silah ve bomba olarak vatana geri dönüyor...
* * *
Piyango şans demek. Şansın olduğu yerde de adalet yoktur. Yani piyango adalete olan inancı kaldırıyor. Şansa inanmak da bir nevi batıl inançları güçlendiriyor. Kısacası toplum rasyonellikten uzaklaşıyor. Uzaklaştıkça da bizi fikirler değil silahlar koruyacağı için bu işte aslında bir tezat yok! Devlet bizden yalnızca hayal kurmamızı bekliyor. Sınırsız ‘ücretli’ hayallerimiz var. Daha ne isteriz?
Akşam, 22 Aralık 2007
|
Nagehan ALÇI
23.12.2007
|
|
|
Hal ve gidiş: Âlâ |
Bu ülkenin sıkıntıları var. Bu sıkıntılar sadece kararların nasıl alınacağına dair meşruiyet tartışmalarından, atanmış-seçilmiş, asker-sivil, çevre-merkez arasındaki gerginliklerden oluşmuyor.
Türkiye’nin somut sıkıntıları da var.
Tesettür meselesi, agresif laiklik anlayışı, Güneydoğu sorunu, kamu borçları ve mobil dış kaynaklara bağlı ekonomik kırılganlık, bu somut sorunların önde gidenleri…
Gerek bu somut sıkıntılar gerekse onların derinleştirdiği iktidar tartışmaları ya da saray çatışmaları, ülkeyi her an bir yol ayrımındaymış havası içinde tutuyor…
Türkiye’deki sert kutuplaşma ve çatışmaların derin anlamlarından birisi de işte bu “yol ayrımı iklimi”nden kaynaklanır.
Zira bu iklim, “atılan siyasi adımların geri dönülmez ve Türkiye’yi sert değişmelere sürükleyecek nitelikte olduğu inancı” üzerine oturur.
Bu ruh hali “siyasete duyulan güvensizlik” olarak da tanımlanabilir.
Nitekim siyaset etrafında, hatta siyaset adına siyaset karşıtlığının iliklerimize işlemesine yol açar.
Örneğin devletin ve devlet etrafında kümelenen grup ve aktörlerin dışa açılma zorunluluğu ile içe kapanma refleksi arasında gidip gelmesinin, bu gidip gelişin Türk siyasetini ve toplumu kökten etkilemesinin ana nedeni de buradan kaynaklanır.
Peki bu “derin anlam” kökünde ne yatar?
Asıl soru budur?
Bu derin anlam aslında başka iki gelişmenin sonucu olarak karşımızdadır...
İlk gelişme, Türk sisteminin modernleşme öyküsünün kritik aşamalarından birisini yaşamasıyla ilgilidir.
Başka bir deyişle, birbirinden ana çizgilerle ayrılmış olan toplumun çevresi ile (yani İslami kesim, Kürtler, gecekondular, vs) toplumun merkezi arasındaki mesafenin azalması, bu ikisi arasındaki temasların artmasına ilişkindir.
İdeolojik bir devlet aygıtının toplumsal merkezi kıskançlıkla koruduğu bir düzende, bu temasın, sentezden çok, yeni paylaşım kavgalarına, devlet ve kamusal alan kontrolu çatışmalarına yol açması; mevcut toplumsal mutabakatları altüst etmesi, toplumsal gruplar arasındaki ilişkileri gerginleştirmesi kaçınılmaz olur.
Nitekim Türkiye bugün toplumsal bütünleşme bunalımını ve siyaset krizini alabildiğine yaşıyor.
Devlet, bu krizin panzehiri olan değişimci yeni bir demokrasi anlayışını dışladıkça, bütünleşme politikasından çok çatışma politikasına saptıkça, otoriterleşiyor.
Otoriterleştikçe değişim, demokrasi, AB gibi meseleler iç politik kavgalarda karşı taraf haline getiriliyor.
Peki Türkiye bu “otoriterleşme öyküsü”yle neden bir yol ayrımına girmiş olsun?
Zira otoriter sistemlerin ömürleri, devletçilik ve popülizmle iç içe geçerek devlet kaynaklarını dağıtmada oynadıkları rolle belirlenir.
Ve Türk siyasal sisteminin, toplumun altındakileri en üste taşıyan, bir kesimden diğer kesime kaynak transferlerini sağlayan, patlamaları engelleyen, tepkileri şekillendiren, ilkeleri dışlayıp fayda üzerine kurulu siyasi kültürü devran mekanizması olan devletçilik ve onun türevi olan popülizm, bugün tarihinin en ciddi, aşılması en zor tıkanıklığını yaşamaktadır.
Yol ayrımı duygusunun arkasında yatan derin anlamı üreten ikinci gelişme de, budur...
Ancak bu duygu artık bir fiil aşamasına ilerliyor…
Yeni Şafak, 22 Aralık 2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
23.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|