|
|
|
Ruhban okulu sorununu Menderes çözmüştü, 12 Mart yeniden kördüğüm yaptı |
Sayın bakanım, ne Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasının ne de Fener Rum Patrikhanesi’nin kendisini “ekümenik” olarak tanımlamasının önünde emin olun hiçbir engel yok. Siz Atina’da “Lozan’a göre” demişsiniz ama Lozan Antlaşması’nda Patrikhane’ye doğrudan yapılmış bir atıf da bulunmuyor.
Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Lozan Antlaşması’nın Müslüman olmayan “azınlıklara” ilişkin hükümleri onların haklarını gasp etmemiz için değil, korumamız için kondu. Hatta bazı hükümlerden tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının faydalanması öngörüldü.
Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmıyorsak önünde herhangi bir hukuki engel bulunduğu ya da kapatılırken gerekçesi hukuki olduğu için değil, yenemediğimiz korkularımız, aşamadığımız kuruluş ideolojimiz yüzünden açmıyoruz, açamıyoruz.
Ruhban Okulu’nu açtığımız gün korkularımızı da yenmiş olacağız. Siz de bundan sonra Dora Bakoyanni ile buluştuğunuzda sıkıntı çekmeyeceksiniz, insani konuları pazarlık unsuru olarak kullanan bir ülkenin dışişleri bakanı gibi görülmeyeceksiniz. Batı Trakya’ya bir dahaki gidişinizde göğsünüzü gere gere konuşacaksınız, Türk azınlığın gasp edilmiş haklarını çok daha rahat savunacaksınız.
Fener Rum Patrikhanesi’ne “ekümenik” demenizin de hiçbir mahzuru yok. Çünkü Patrikhane ekümenik. Onu herkes öyle tanıyor ve eşitler arasında birinci olduğunu kabul ediyor. Lozan Antlaşması’nda ekümenik olmadığına ilişkin bir hüküm yok. Biz sadece tutanaklara bakarak Fener Rum Patrikhanesi’nin Türkiye’de kalmasına “yerel” olması koşuluyla rıza gösterdiğimizi iddia ediyoruz.
Ne şekilde “rıza göstermiş” olursak olalım, artık 80 küsur yıl öncesinin mantığı ile hareket edebilme lüksümüz kalmadı. İkinci Dünya Savaşı’nda birbirine karşı savaşan Almanya ve Fransa bile barıştı. Biz ise Birinci Dünya Savaşı’ndan kalan korkularımızı yenemedik. Hâlâ Yunanistan’ın bizi işgal etmesinden, hâlâ Patrikhane’nin Yunanistan ile işbirliği yapmasından korkuyoruz.
Korkularımız gerçeklerle bir türlü uyum sağlayamıyor. Siz bir yandan Atina’da Meçhul Asker Anıtı’na çelenk koyuyorsunuz, iki ülke silahlı kuvvetlerinin ortak hareket etmesini, sorunların bakanlar düzeyinde ele alınmasını kararlaştırıyorsunuz, diğer yandan da Patrikhane’nin sorunlarının altında eziliyorsunuz. Üstelik de Yunanistan ve bizi birlikte işgal eden İngiltere, Fransa ile kalıcı bir ortaklık kurmaya, egemenliğimizi paylaşmaya hazırlanırken.
Buna gerek var mı? Hadi diyelim ki “ekümenik” diyemediniz, hükümetiniz cesur bir adım atarak başta Ruhban Okulu olmak üzere Lozan azınlıklarının sorunlarını çözemez mi? Ruhban Okulu’nun kapatılmasının hata olduğunu kabul etmek ve hatadan dönmek bu kadar zor mu? Ruhban Okulu’nun açılması Türkiye’ye ne kaybettirir? Medeniyetlerin arasını bulmaya çalışan Türkiye’ye güç katmaz mı?
Daha önce de yazdım ama bir kez daha tekrarlamakta sakınca yok, o çok korktuğumuz Ruhban Okulu, Mehmet Ali Gökaçtı ve Elçin Macar’ın TESEV için yaptığı çalışmada belirttiği gibi, 1844 yılında Heybeliada’da Umut Tepesi’nde Bizans döneminden kalma Aya Triada Manastırı’nda açılır. Cumhuriyetten sonra Heybeliada’daki iki okul, Ruhban Okulu ve Rum Ticaret Okulu için, İstanbul Vilayeti’nin 1918 tarihli isteğine dayanılarak istimlak kararı alınır.
Ruhban Okulu, 1936’da önce Hazine adına tapuya kaydedilir. Ancak çok partili yaşama geçişle birlikte, yıllardır uygulanan politikalarda kısmi yumuşamalara gidilir. 1946’da Patrikhane ile yapılan pazarlıklar sonucu, Heybeliada’daki Rum Ticaret Okulu istimlak edilirken Ruhban Okulu Patrikhane’ye bırakılır. Okul, açık olduğu dönem boyunca, dört farklı tedrisat dönemi geçirir.
Haziran 1947’de Patrikhane, Ruhban Okulu’nu bir yüksekokul haline getirmeyi amaçlar ve ders programında değişiklikler yapılması, yabancı öğretmen ve öğrenci getirilebilmesine izin verilmesi talebiyle MEB’ye başvurur. Bakanlıklar arası bir komisyonca incelenen yüksekokul olma isteği kabul edilmez. Ancak 1950’de iktidar değişip, Menderes başbakan olunca, azınlıklar açısından yeni bir dönem başlar.
1950 sonrasında çok partili ve görece özgürlükçü bir ortama adım atılması ve dış konjonktürün gündeme getirdiği yeni beklentiler doğrultusunda Ruhban Okulu, Demokrat Parti’nin iktidarının ikinci yılında, Milli Eğitim Bakanlığı emriyle, “Teoloji İhtisas Okulu” olarak isimlendirilir. MEB Talim ve Terbiye Kurulu’nun, 25 Eylül 1951 tarih ve 151 sayılı kararıyla “Heybeliada Rum Rahipler Okulu Öğretim Yönetmeliği”nin onaylandığı, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün Özel Okullar Bölümü’nün 3 Ekim 1951 tarih ve 3/105853 sayılı yazısıyla HRO’ya bildirilir.
Böylece okul üç sınıflı lise ve dört sınıflı teoloji ihtisas bölümlerinden oluşan yeni bir statüye kavuşur ve bu durum okulun kapatıldığı 1971 yılına değin sürer. Gökaçtı ve Macar’a göre okul faaliyette bulunduğu 127 yıl içinde, 930 mezun verir. Mezunların bir kısmı ruhaniliği seçip din hizmeti verirken bunların 343’ü episkopos olur, içlerinden 12’si de patriklik makamına kadar yükselir. Ruhaniliği seçmeyen mezunlar genellikle din dersi öğretmenliği yapar.
1963’te başlayan Kıbrıs krizinden Ruhban Okulu da payını alır. Menderes döneminde başlamış olan, Türkiye büyükelçiliklerinden okula gelmek için başvuran öğrenci adaylarına vize verme uygulaması 1963’te kaldırılır. Bu dönemdeki resmi yazışmalarda ilk defa, okulun Yunanistan’a karşı koz olma özelliği vurgulanır.
8 Temmuz 1971’de de 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun bazı maddelerinin 12 Ocak 1971’de Anayasa Mahkemesi’nce iptali üzerine, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün 12 Ağustos 1971 tarih ve Özel Öğretim Kurumları 101787 sayılı “gizli” yazısıyla okulun “yüksek kısmı”, 9 Temmuz 1971’den geçerli olmak üzere hukuk dışı bir yöntemle kapatılır. Danıştay’a dava açmak için dilekçe veren Patrikhane’nin talebi, “tüzelkişiliği olmadığı, yargıya başvurma ve okul açma ehliyeti bulunmadığı” gerekçesiyle reddedilir.
O günden bu yana da okul bir türlü açılamaz. Daha pek çok ayrımcılığa ve haksızlığa uğrar. Türkiye’yi ve Türkiye’yi temsil edenleri mahcup eder durur. Sayın bakanım, sizin daha önce 301’e atfen bir toplantıda söylediğiniz gibi 404 gibi üstümüze yapışır. Türkiye’deki ayrımcılığın sembolü olur. Yapılan çoğu reformu gölgeler...
Referans, 8.12.2007
|
Mensur AKGÜN
09.12.2007
|
|
|
Keyfî yasak ve âdil çözüm |
Toplumdaki gerçeklere karşı yasakçı/baskıcı tavırlar sergileyenlerin bir kısmı evhama kapılıp hakikaten korkuyorlar. Bir kısmı da bu gerçekleri içlerindeki kin ve nefreti kusacak vesile olarak görüyorlar.
Ortak oldukları nokta ise toplumun gerçeklerinden kopuk olmaları.
Toplumdan izole edilmiş mekanlarda hayat süren bu kesimin bir ortak noktaları ise yasakçı dayatmalarına gerekçe olarak laikliği göstermeleridir.
5 gündür Milliyet’te yayınlanan Gündelik Yaşamda Din, Laiklik ve Türban konulu araştırma, toplumun bazı gerçeklerini bir kez daha rakamlarla gözler önüne sermesi açısından önem arz ediyor.
Yorumlar farklı olabilir.
Yazımın girişinde bahsettiğim kesim toplumun içinde olmadıkları için kendi içlerinde duydukları huzursuzluğu toplumun huzursuzluğu olarak algılıyor ve pazarlamaya çalışıyorlar.
Kadınlarımızın yüzde 60’ından fazlası adına ister türban ister başörtüsü deyin ne ad verirseniz verin başını örtüyor. Toplumun ezici çoğunluğu da uygulanan yasağı onaylamıyor. Toplumda kadınlarımızın başının örtmesi değil örtüye uygulanan baskı huzursuzluk oluşturuyor. “Türban, bir geriye dönüş değil, muhafazakâr genç kızlarımızın eğitim ve modernleşme talebinin göstergesidir. Toplumda bundan dolayı bir huzursuzluk yoktur. Huzursuzluk çıkarmak isteyenler, bir avuç oligarşik jakoben azınlıktır.” “H. C.Güzel 6.12.2007, Radikal”
Evet, kadınların yüzde 60’ından fazlası başörtüsü/türban kullanmaktalar. Bu bir gerçek. Fakat aktif hayattaki başörtülü/türbanlı hanımların oranı sıfıra yakın.
Hadi başörtüsü/türban karşıtları onlara fırsat tanımıyor. Ya başörtüsü/türbanı savunanlara ne oluyor?! Dindar olduğunu iddia eden çevrelerde (işyerleri, sivil toplum örgütleri) başörtülüler ikinci sınıf insan muamelesi görmüyor mu? Dost, Hilal ve Kanal 5 dışında başörtülü hanımlara program yaptıran tv kanalı var mı? Sıra savunmaya gelince mangalda kül bırakılmıyor. Söylem ile imkan olduğu halde eylem birbirini tutmuyorsa orada bir sorun var demektir. Samimiyet sorunu!!!
Kadınların yüzde 60’ından fazlası başını örtüyor ve bu oran gittikçe artıyor. Oysa dışarıdan bakıldığında, cumhurbaşkanıyla başbakanın eşleri de olmasa Türkiye’de başörtülü hanım yokmuş gibi bir izlenim oluşuyor.
Demek ki sorun sadece başörtüsü/türban yasakçılarından değil bu yasağı söylemleriyle reddedip eylemleriyle içselleştiren başörtüsü/türban savunucularından da kaynaklanıyor!
Hazırlanan yeni anayasada başörtüsünün sadece üniversitelerde serbest bırakılması fikri de başlı başına bir sorundur. Eğer bu yasak meşru/hukuki ise üniversitede de yasak olmalıdır. Değilse hiçbir yerde yasak olmamalıdır.
Kamuda uygulanan başörtüsü yasağı hukuki bir yasak değildir. Keyfi bir yasaktır. Apaçık bir insan hakkı ihlalidir. Başı açıklar üniversitede okuyup devlet dairelerinde çalıştıkları gibi başörtülüler de okuyup çalışma hakkına sahip olmalıdırlar.
“Devletin başörtülü kadınlara yönelik resmi ayrımcılığı, hem demokrasiye, hem de din ve vicdan özgürlüğüne aykırı bir laiklik anlayışına dayanılarak meşrulaştırılıyor. Pozitif hukuktaki bu yasağın ekonomik ve sınıfsal ilişkilerden, sığ bir modernleşme ve çağdaşlık anlayışından, İslamofobiden, dine ve inanca ilişkin başka türden sorunlu tercihlerden, felsefi, siyasi ve cinsiyetçi önyargılardan kaynaklanan sebepleri var.”
“Adil çözüm, din ve vicdan özgürlüğünün herkes için tanındığı, sınırın sadece insan haklarına ilişkin genel sınırdan ibaret olduğu, devletin bu sınırları korumaktan başka bir ödevinin olmadığı bir hukuki ve siyasi çerçevenin oluşturulmasıdır. İster kamu görevlisi olsun ister “sade vatandaş”, başörtülü, başörtüsüz, haçlı, kippalı veya başka türden dinî veya din dışı ifade biçimleriyle bireyin hakkı tanınmalı ve korunmalıdır. Türkiye toplumu, eğer bir gün gerçekten medeni bir ülkede yaşayacaksa, er veya geç ulaşacağımız çözüm budur ve sadece budur.” (Yard. Doç. Dr. B. Berat Özipek, Zaman)
Yeni Şafak, 8.12.2007
|
Resul TOSUN
09.12.2007
|
|
|
İşkence ve yargısız infazın dönüşü |
Geçen hafta iki yapıt, bize mazinin karanlığını hatırlattı:
Biri Kanal D’de yayımlanan Eve Dönüş filmiydi. İşkence sahneleri nedeniyle izlemesi zor bir yapım sayılmasına rağmen gecenin en çok izlenen programı oldu.
Diğeri, 10 yıl önce yine bir işkence olayıyla gündeme gelen Manisalı gençlerden Hüseyin Korkut’un önce Radikal’de yazı dizisi olarak yayımlanan, sonra da İmge Yayınları’ndan kitabı çıkan anılarıydı. O da çok dikkat çekti.
Biri 80’ler, öbürü 90’lar Türkiye’sini anlatan iki yapıtın ortak özelliği, bir yandan işkencenin nasıl yıllara meydan okuyan bir süreklilik ve vahşetle, sistematik uygulandığını gösterirken, öte yandan da işkencecilerin nasıl kollandığını belgelemeleriydi.
* * *
Yeni kuşak gençlere “maziden karanlık bir sayfa” olarak görünebilecek bu konunun, aslında hâlâ güncel olduğu da anlaşıldı geçen hafta...
Türkiye’de temaslarda bulunan Avrupa Parlamentosu İnsan Hakları Alt Komisyonu, işkence vakalarında “yeniden, vahim düzeyde bir artış” olduğunu tespit etti.
Komisyon’a göre, “işkence yaygın”dı ve yapanlara ceza verilmiyordu.
Yani bir ara “Avrupa ne der?” kaygısıyla ara verilen işkence, AB süreci tavsayınca derhal “eve dönmüştü”.
* * *
Boşluktan istifade işbaşı yapan bir başka melanet de, “yargısız infaz...”
Biri Alman uyruklu üç kişinin boğazı kesilerek öldürüldüğü Malatya misyoner katliamı soruşturmasında tanıdık gelişmeler oluyor.
Sanıklar, katliamdan bir gün önce silahla atış talimi yapıyorlar. Polis yakalıyor, silaha el koyuyor. Ve aynı silah, ertesi gün, katliamın gerçekleştiği olay yerinde bulunuyor.
Tıpkı İstanbul’daki Hrant Dink cinayetindeki gibi...
Tıpkı Trabzon’daki rahip Santoro suikastındaki gibi...
Tıpkı daha önce Abdi İpekçi’nin, Doğan Öz’ün, Bedrettin Cömert’in, TİP’li 7 gencin ve nicelerinin katledilmesindeki gibi...
Malatya’daki misyoner katliamında da, tetiği milliyetçi tetikçiler çekiyor ama, tetiği çektirenin, katilleri önce teşvik edip sonra da kollayan ve kolları her yana uzayan bir “resmi ahtapot” olduğu, günbegün, tüm kanıtlarıyla açığa çıkıyor.
Hem sanık ifadelerinden, hem telefon kayıtlarından anlaşılıyor ki, askeri-sivil yetkililer katillerle kol koladır ve katliamın perde arkası ortaya çıkmasın diye, soruşturma aşamasında her türden “perdeleme” yapılmaktadır.
* * *
İtiraf etmesi zor bir gerçekle yüz yüzeyiz:
Türkiye’de devletin bilgisi, teşviki, tasdiki, dahli, katkısı olmadan katliam olmuyor.
Ve devletin derinlerindeki unsurlar, kendilerinden hesap sorulmayacağını hissettikleri anda, kanlı icraatlarına kaldıkları yerden, pervasızca devam ediyorlar.
Korkudan ya da işlerine geldiği için bugün “Ahtapot”un üzerine gitmeyenler, yarın onun kollarının kendi boğazlarına dolanacağını bilmelidirler.
Çare, bir yandan insan hakları reformlarına devam ederken, öte yandan suçluların üzerine kararlılıkla gitmek ve hukuku yeniden inşa etmektir.
Yoksa hiçbir devlet, bu çürümeyle ayakta kalamaz.
Milliyet, 8.12.2007
|
Can DÜNDAR
09.12.2007
|
|
|
Pinokyo Sarkozy |
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bu hafta Cezayir’e yaptığı gezi bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yankı buldu. Sarkozy, sekiz bakan ve 150 işadamıyla gittiği Cezayir’de hâlâ, 1,5 milyon masum insanın ölümünden sorumlu bir ülkenin cumhurbaşkanı sıfatını taşıyordu.
Fransa; insanlık dışı muameleler ve yüz binlerce masumun öldürülmesinden sonra terk etmek zorunda kaldığı Cezayir’in zengin petrol ve doğalgaz yataklarıyla ilgilenmeye devam ediyor. Sarkozy’nin ziyaretinin asıl sebebi de buydu. Yani bir Afrika ülkesine el uzatmasının, işbirliği önermesinin altındaki en önemli, belki de tek neden orada bulunan doğalgaz ve petrol yataklarıydı. Fransa Cumhurbaşkanı, Cezayir’de yaptığı konuşmalarda çok enteresan sözler söyledi. Mesela sömürgeciliği çok adaletsiz bularak kınadı ve Cezayirli işadamlarına, ‘’Sömürge sistemi tamamen gayri adildi ve cumhuriyetimizin dayandığı özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerine tamamen zıttı.’’ dedi. Cezayir’de tam 132 yıl süren sömürge idaresinin de çok adaletsiz olduğunu itiraf etti. “1962’de 7 yaşında olan bendeniz, bugün bütün kurbanları saygıyla anıyorum.” ifadesini kullanırken, ‘Ben o zaman 7 yaşındaydım. O işleri yapmışsa babam yapmış. Benim ne suçum var?’ demeye getirdi. Bu sözlerden Fransa’nın yüzlerce yıl sürdürdüğü sömürgecilikten pişman olduğu zannedilebilir. Peki Fransa sömürgecilikten pişman ve artık politikalarını sömürgeciliği tekzip edecek şekilde mi yapıyor? Tabiî ki hayır! Cezayir’in çok şanslı olduğunu söylemek mümkün. Çünkü Fransızlar geçmişte yüz binlerce masum insanın ölümüne sebep olmuş olsalar bile Cezayir’le bugün cumhurbaşkanı düzeyinde ilişki kuruyorlar. Diğer sömürge ülkeleri hâlâ bu kadar şanslı değil (!) Fransa’nın, geçmişte sömürgesi olmuş her ülkeye böylesine uygar davrandığı söylenemez.
Sarkozy, ‘adaletsizdi, pişmanız’ gibi laflar etse de Fransa’nın sömürgeciliği hâlâ devam ediyor. Dünyanın en zengin elmas ve altın madenlerine sahip olan Afrika ülkelerine hiçbir zaman kendi kaynaklarını kullanma fırsatı vermediler ve vermemeye devam ediyorlar. Bugün Kara Afrika’nın elmas yataklarının büyük çoğunluğunu hâlâ başta Fransızlar olmak üzere Avrupa firmaları kullanıyor ve burada yaşayan Afrikalılara sadece hayatta kalabilecek kadar gelir bırakıyorlar. Bölgeyle ilgili en taze haberleri alabilmek için Orta Afrika Cumhuriyeti’nden birkaç gün önce dönen Samanyolu Haber Genel Koordinatörü Metin Yıkar’ın anlattıklarına kulak verelim.
‘’Dünyanın en zengin elmas ve altın madenlerine sahip Orta Afrika Cumhuriyeti’nde kendi kaynaklarını kullanma fırsatını hiç vermemişler. Bugün bile hâlâ elmas yataklarını başta Fransızlar olmak üzere Avrupalı firmalar kullanıyor. Oysa Orta Afrikalılar sadece hayatta kalabilecek kadar yiyecek bulabiliyor. Yarının hesabını hiç kimse yapamıyor. Hiçbir üretimleri yok. Kibrit kutusu bile üretemiyorlar. Ölmeyecek kadar yiyecek bulup günlerini geçiriyorlar. İnsanlar üretmeye değil, istemeye adeta alıştırılmış. Resmi dil Fransızca. Yerel dilleri okullarda bile öğretmiyorlar. Yönetim kadrolarına mutlaka Fransa yanlısı ve Fransa’da eğitim görmüşler getiriliyor. İşler tersine giderse muhalefetten birine para ve güç desteği verilerek, önce ülkede yıllarca sürecek kargaşa çıkartılıyor, sonra da işlerine gelen bir tanesine darbe yaptırılarak yönetime tekrar ortak oluyorlar.”
Sarkozy, Cezayir konusu açılınca ‘Ben o vakit 7 yaşındaydım, onların suçunu ben niye ödeyeyim?’ demeye getiriyor; ama Türkiye’de yaşayan herkesi babamın değil, dedemin değil, dedemin babasının döneminde olmuş olaylardan dolayı zanlı olarak anmaktan geri durmuyor. Cezayir olaylarını tarihçilere bırakıp kurtulmaya çalışırken, Ruanda’daki 500 bin insanın katledilmesini ve Afrika’da devam eden sömürgeciliği gündeme bile getirmiyor. Salonlarda konuşurken, sömürgeciliğin ne kadar adaletsiz bir şey olduğunu söylerken, başında bulunduğu Fransa Afrika’yı sömürmeye devam ediyor.
Diğer sömürgeci ülkelerin olduğu gibi Fransa’nın zenginliğinin altında da kuşkusuz Afrika’nın zengin hammaddeleri yatıyor. Afrika’nın zenginliklerini haksız yere alıp, oluşturdukları müreffeh ülkelerine Afrikalı göçmenlerin gelmesinden de bir hayli rahatsızlar. Sarkozy’nin, Pinokyo gibi konuştukça burnu uzuyor, haberi yok...
Zaman, 8.12.2007
|
Mehmet KAMIŞ
09.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|