Geçenlerde bir gazetenin iri puntolu sürmanşeti şöyleydi: “Türbanlı sayısı dörde katlandı.” Hayretle karşıladım başlığı; çünkü haber ilk bakışta örtünen insan sayısının dört misli arttığını düşündürüyordu.
Yani, ilk araştırmada üç milyon kişi türban takıyorsa, şimdi bu sayı on iki milyona ulaşmış sanılıyordu. Haberin detayına inince anlaşılıyor ki örtünmeyi çarşaf, yemeni, başörtüsü ve türban diye dörde ayırmışlar; bu dörtlü tasnifin içinde türban takanların sayısının arttığını tespit etmişler.
Haydi, çarşaf ve yemeniyi anladık; türban ve başörtüsü arasındaki fark ne(ler)den oluşur? Bunu hafta başındaki genel yayın toplantısında arkadaşlara sordum; net bir cevap alamadım. Örtülü arkadaşlarımız da bu soruya net cevap veremiyor. Bizim muhabirler, araştırmanın başındaki Tarhan Erdem’e sormuşlar bu farkı, “Herkes bilir, etekle pantolon arasındaki fark gibidir.” demiş. Böyle cevap mı olur?
Türban ve başörtüsü tartışması, sembolik bir ayrıma dayanıyor. Şöööyle bağlarsan başörtüsü oluyor, böööyle bağlarsan türban oluyor. Peki dünya markası şirketlerin ürettiği eşarp nasıl bir şey? O da herhalde bağlanma şekline göre değişiyor; kâh türban oluyor, kâh başörtüsü. Peki bir zamanlar “başörtüsü yanlıştır, şu tarz bağlanırsa türban olur ve bu daha modern bir tercihtir” diye türban teşvik edilmiyor muydu; hatta bu tarz bağlama şekline Mevhibe İnönü örnek gösterilmiyor muydu? Ne oldu da şimdi şehirlerde örtünen herkese “türbanlı” deniyor ve bu kişilerin tehlikeli! olduğu ima ediliyor?
Sistem kendini öyle hükümran hissediyor ki; eşarp bağlamanın “meşru” şekillerini tarif ediyor. Mesela diyor ki; “eşarbı alttan ya da yukarıdan iğneyle tutturma sakın”. Hatta daha öte bir tarif yaparak “saçlarınız yukarıdan bir tutam gözükecek, bu bir; ikincisi, tavşan düğümü gibi bir bağlama tarzıyla alttan düğümlenecek”. Peki böyle yapınca her şey yerli yerine oturmuş mu oluyor? Bazılarına göre “evet”. Tamam, bütün vatandaşlar iğneleri bir kenara atıp tavşan bağına teslim olsa, başörtülülere reva görülen cüzamlı muamelesinden vazgeçilir mi? Kritik soru bu! Bir de eşarp altından bağlanan bone meselesi var. Bone giydiğin an her şey değişiyor. Bir anda “türbanlı” oluyor başörtülü bir bayan. Tamam da aynı hanımefendi bazen bone takıyor, bazen takmıyor; şimdi bu kişiler türbanlı mı, başörtülü mü? Abesle iştigal ediliyor, vesselam.
Başörtüsü meselesinin topyekûn bir haber bombardımanına dönüşmesi de düşündürücü. Bazı gazete ve televizyonlar, başörtülü öğrencilere uygulanan üniversite yasağının yeni anayasada yer alması ihtimaline binaen telaşa kapılmış durumda. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bu engizisyon uygulamasından söz ediyoruz. Yakışıyor mu Türkiye’nin üniversitelerinde “ikna odaları” kurup, başörtülü çocukları beyin yıkama işlemlerine tabi tutmak? Neymiş; üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılırsa, bu bir baskıya dönüşürmüş ve herkes örtünürmüş. Muhtemel baskıyı önlemek için baskı kurmak! Tam bir vehim, tam bir güven eksikliği. Başörtüsüz çocuklarımıza çer-çöp muamelesi yapılıyor; yani bir başörtüsü rüzgârı esecek ve herkes bu rüzgâra kapılıp gidecek. Ne örtülü insanımıza güven duyuluyor ne de örtüsüz insanımıza. O zaman çare ne? “Yeterince düşünemeyen insanlara” nasıl giyineceklerini tarif etme, onların şahsî tercihlerini tanzim etme. İyi de böyle yönetimlere demokrasi adı verilmiyor; hele katılımcı ve çoğulcu demokrasi hiç denmiyor...
Türkiye, başörtüsü tartışmasından yoruldu; bunu daha fazla sürdürmek doğru değil. Her tartışma, başörtülü insanları ve onların yakınlarını rencide ediyor; çünkü potansiyel suçlu muamelesi yapılıyor bu insanlara. O zaman iş hayal mahsulü “mahalle baskısı”ndan çıkıyor, gerçek bir medya baskısına, daha kötüsü, “devlet baskısına” dönüşüyor. Böyle bir durumda şu soruyu sormak şart oluyor: Hangi devirde yaşıyoruz; halkın hayat tarzının sistem emriyle belirlendiği faşizmle mi idare ediliyoruz; bütün bireysel özgürlüklerin garanti altına alındığı demokrasiyle mi?
Zaman, 6.12.2007
|