|
|
|
Bediüzzaman Said Nursî ve Kürt meselesi |
Ne alakası var demeyin. Şöyle bir alakası var: ‘İnsanlık Onuruna Yakışır Bir Dünya için Adalet’ başlıklı Bediüzzaman Sempozyumu yapıldı geçen hafta. Sekizincisi yapılan sempozyum ancak THY’nin sponsor olması vesilesiyle gündeme geldi.
THY bir sürü ıvır zıvıra sponsor olunca hiç haberimiz bile olmuyor ama iş Bediüzzaman’a geldi mi, birileri hemen dikleniyor.
THY’ye yakışmadı...
THY’den ilginç sponsorluk...
Kimdir Bediüzzaman Said Nursi...
Osmanlı’nın çöküş ve cumhuriyetin kuruluş döneminde önemli hizmetleri vardı.
(...)
Meşrutiyetin ilanında ön saftaydı.
Bir Kürt kökenli bir alimdi ve Kürt meselesini tartıştığımız şu günlere denk düşen çözüm önerileri vardı.
En önemli projesi de Medresetüz Zehra idi.
Bitlis merkez olmak üzere Van ve Diyarbakır’da kurulu bir üniversite projesiydi bu.
Arapça, Kürtçe ve Türkçe eğitim dili olacaktı.
Bediüzzaman, Kürtlerin temel sorununun cehalet ve fakirlik olduğunu tesbit ediyor, bu bölgeye eğitim ve üretim yatırımını öngörüyordu.
Bu hususta kaleme aldığı bir yazıda, Kürtlere “meşrutiyetin ve hürriyetin mehasininden istifade ettirmek”ten söz ediyordu.
Alın meşrutiyeti, daha gelişmişi olan cumhuriyeti koyun yerine.
Yani, cumhuriyetin ve hürriyetin güzelliklerinden istifade ettirin Kürtleri, diyordu.
Türklerin, Kürtlerin ve Arapların, bu bölgede yaşayan vazgeçilmez dostlar olması gerektiğini ileri sürüp, aksinin menfi ırkçılığı körükleyeceğini dile getiriyordu.
Ama onun tek eksiği! vardı belki...
İşçi sınıfı diye hiçbir şeyin bulunmadığı bir yerde, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) gibi Marksist bir model sunmamasıydı.
Bölünmeye değil, birleşmeye yönelikti.
Ancak, artık bütün dünyayı meşgul eder hale gelen bu meselenin büyüyeceğine geçen asırda dikkat çekmiş mi, çekmiş.
Çözüm düşünürken, bütün fikirleri değerlendirmek gerekmez mi?
Nitekim Deniz Baykal da “eğitim şart” tadında şimdilerde.
Akşam, 26.11.2007
|
Elif ÇAKIR
27.11.2007
|
|
|
Buyrun Annapolis şovuna... |
Filistin-İsrail çatışması, Arap-İsrail anlaşmazlığı gibi derin ve çetrefilli meseleler mevzu bahis olunca, bundan daha manidar bir zirve düzenlenemezdi. Pardon, ‘zirve’ yanlış oldu, ‘toplantı’ demek lazım. ‘Hani bir deli kuyuya taş atmış...’ misali, Irak ve Afganistan’dan bunalmış ABD Başkanı George W. Bush geçen temmuzda Filistin sorununun çözümü için bir ‘toplantı’ (meeting) yapmayı zikretti ya, vakit geldi çattı. Lakin salı günü ABD’nin Annapolis kentinde yapılacak toplantının ne net bir gündemi, ne de net bir amacı var. Açıklanabilecek manidar bir ortak belge bile yok. Hatta İsrail ve Filistin liderleri aylardır tartışa tartışa olası beyanatın başlığında bile uzlaşamadı. Filistinliler ‘ortak belge’, İsrailliler ‘ortak açıklama’ demek istiyor. Velhasıl, ortada ‘ortak’ bir şey bulunmuyor.
Filistin sorununun çözümü için dünya ne zirveler gördü! 1991’deki Madrid konferansının ciddi barış süreci başlattığı zannedildi. O zamandan beri 1993’teki Oslo görüşmeleri, 1998’deki Wye River zirvesi, 1999’daki Şarm el Şeyh, 2000’deki Camp David, 2001’deki Taba görüşmeleri, 2003’teki Akabe zirvesi derken, nefes tüketici bir sürecin ötesine geçilemedi. Şimdi de stratejik hiçbir planlamanın yapılamadığı, davetli listesinin üç-beş gün önceden açıklanabildiği Annapolis toplantısı. 47 ülke ve uluslararası örgüt boy gösterir, kameralar çalışır, gülücükler atılır. Sonunda ite kaka bir beyanat yapılabilir de, şu adına ‘kapsamlı barış görüşmeleri’ denilen süreç sil baştan başlatılabilirse.. Alın size başkanlığının son yılında demokrasi yayma çabasındaki Bush’un ‘Ortadoğu başarısı’. Filistin sorunu zaten bir yere kaçmıyor!
Ünlü İsrailli aydın Uri Avnery, Annapolis toplantısı için ‘komik olmayan bir şaka’ diyor. Haklı elbette. Amerika’da başkanlık seçimi süreçleri İsrail-Filistin meselesiyle ilgili ‘ölümcül sessizliği’ gerektiriyor. Ve neocon’lar seçimleri kazanacağı varsayılan Demokratlara bile büyük baskı yaparken, Bush’un istese dahi İsrail’e verdirtebileceği bir taviz yok.
Gazze’den çekilmenin mimarı olan İsrail Başbakanı Ehud Olmert, bir süredir halkına ‘barış için acılı tavizler gerek’ temasını işliyor. Misal, işgal altındaki Batı Şeria’nın bazı yerlerini bırakmak gibi... Hatta kimi danışmanları geçenlerde Doğu Kudüs’ün ‘bir kısmını’ (neresi oluyorsa!) Filistinlilere vermekten filan söz etti de, İsrail parlamentosu derhal toplanıp Doğu Kudüs’ün kaderine ancak üçte ikilik çoğunlukla karar verileceğine dair yasa çıkarıverdi. Zaten yolsuzluk suçlamalarıyla başı ciddi dertteki Olmert, koalisyonunu Filistinlilerin topyekün sürülmesini isteyen Avigdor Lieberman gibi aşırı dinci ortaklarının desteğiyle zar zor ayakta tutarken, verdirebilecek bir tavizi var mıdır? Geriye herkesin şüphe ettiği unsur kalıyor. Hiçbir İsrail başbakanının yapamadığını yapıp, Annapolis’e nazlanarak giden Suudi Dışişleri Bakanı Suud el Faysal’la el sıkışmak. Gel gör ki, bu niyeti sezen Faysal, İsraillilerle el sıkışmak gibi ‘teatral’ gösterilerin parçası olmayacakları sözünde ciddiyse, Olmert’in hevesi kursağında kalacak demektir.
Annapolis’in üçüncü yıldızı Mahmut Abbas’a gelince...
Hükmü sadece Batı Şeria’da geçen Abbas, Arafat’ın karizmasına sahip olduğunu biçare Filistin halkından ziyade dünyaya nafile ispat çabasında. Şunun şurasında İsrail’e, bırakın vatanlarından sürülen Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını, Bush’un Annapolis’ten itibaren sekiz ay içinde ‘iyi niyet müzakereleri’ başlatması, yahut ‘iki devletli çözüm’ ifadesini dahi kabul ettiremiyor. Hani merhum Arafat Oslo sürecinde ‘İsrail devleti’ni zaten tanımıştı ya, İsrailliler bir de şapkadan tavşan çıkarır gibi Abbas’ın karşısına İsrail’i ‘Yahudi devleti’ olarak tanıması şartını koyuverdi. Avnery bu yeni şartla pek güzel dalga geçmiş: ‘ABD’nin ‘Hıristiyan’ yahut ‘Anglo-Sakson devlet’, Sovyetler’in ‘Komünist devlet’, Polonya’nın ‘Katolik devlet’, Pakistan’ın ‘İslami devlet’ olarak tanınmayı şart koşmasına ne dersiniz..?’
Velhasıl mesele Filistin filan değil. Hem uluslararası medya çok dalga geçer korkusuyla son dakikada Suriye de devreye sokuldu. ‘İsrail’in Golan’ı işgali konuşulmazsa ben gelmem’ ısrarı, ABD’nin bu konuyu resmi gündeme dahil etmesine gerek kalmadan Şam’a verilen mesajlarla kırıldı. Asıl niyet Suriye’yi İran’la ittifaktan vazgeçirmek olunca, bu kadarı normal sayılmalı. Eh Suriye için de hava hoş, Annapolis’te davalarını bir kez daha anlatacaklar. Anlaşılan herkes herkesin malumu meseleleri ortaya koyacak. Ne diyelim, buyrun Annapolis şovuna...
Radikal, 26.11.2007
|
Ceyda KARAN
27.11.2007
|
|
|
Çok yakın tarih |
Size “hiç olmayacak” epey “hayali” bir film senaryosu anlatayım.
Sonra gideyim.
1. Büyük Devlet, küçük gördüğünün kendisine küçük küçük postalar koymasına bozuktur zaten.
2. Onun yarım yamalak desteğini köstek saymış, ağzı bir kere sütten yandığı için yoğurtları üflemeye koyulmuştur.
3. Hem Irak meselesindeki titrek desteğin acısını çıkartmak, hem de bundan sonra şu veya bu komşuda Büyük Devlet merkezli bir operasyon olduğunda bir daha ağzının yanmaması için Büyük Devlet cinlik yapar.
4. Zaten, kendi sorunlarını kendisi içeriden çözmekte mütereddit, hatta o ne kelime, gönülsüz duran müttefikinin kadim “terör belası” nı yeniden hortlatır.
5. Birincisi, bu şekilde, yani şehitlerin çoğalması, operasyon, sınır ötesi, savaş hali, kitlelerin öfkesi altında; sık sık kendisine yanaşsa da, kamuoyu baskısı ve kökeni itibariyle epey “kaypak ve güvenilmez” bulduğu siyasi iktidarı askerin gölgesine sokacaktır.
6. İkincisi; ABD’nin açık itirazlarına rağmen, aslında oradaki bir “İsrail’e çok yakın ekip” in tam da istediği şey olan “derin” bir sınır ötesi “savaş” a dalarsa, gölge tamamen vesayete, hatta olağanüstü, ara rejimlere dahi gidebilecektir.
7. Buna rağmen, sahnenin önündeki ABD yönetimi daha “uygun” yöntemi tercih etmektedir:
“Ülkenin içine içine sapladığın saldırılar sonucu terörle tehdit et, kışkırt, öfkelendir; ayağına getir. Alacağın vaatleri al, terörü bitirmede yardım sözü ver. Zaten kontrolün altına girmiş örgütü iyice gemle. Tasfiye etmesen dahi Türkiye’ye karşı pasifize edip İran’a sakla.”
8. Böylece, siyasi iktidarı bu kez ordu ve öfkeli ahali karşısında rahatlat. Elini hiç olmazsa görünürde güçlendir. Sana biat katsayısını ise artır.
Özetlersem:
ABD, PKK’ yı istediği gibi kullandı; Türkiye’ye saplayıp AKP iktidarını zorladı. Medya azdı, militerleşti. AKP de askerileşerek araziye uymakta büyük beceri gösterdi önce. Sonra, ABD’ ye koşturuldu. Sanki sadece Biz Onlardan bir şeyler istemişiz gibi yapıldı. ABD Bizden ne istedi, ne kabul ettirdi, asla belli olmadı. ABD artık iyice kuklalaşmış, tetikçileşmiş silahlı örgütü kenara, daha ziyade İran’a karşı kullanmak üzere çekmeye başladı. Türkiye’de ise iktidar ile orduyu birbirini törpületerek birbirine yaklaştırdı.
Özetin özeti: “Terörist saldırılar” ile köpürtüp Beyaz Saray’da duruladı, kuruladı!
Bu çok kısa, kaba ve pek de “komplocu” görünen anlatıma bakıp sanki kendimizin hiç sorunu yokmuş, sanki burada insanların acıları, öfkeleri, sanki hakikaten bir Kürt meselesi, sanki Türkiye’nin PKK’dan da bağımsız Kuzey Irak tedirginlikleri, hesapları, Türkiye’de darbeci hevesler, cepheleşme gerilimleri, hep ateşte tutulan iç savaş fitneleri mevcut değilmiş gibi olmasın.
Lakin, “çok yakın tarih” in şipşak özeti biraz böyle.
Meşhur “kazan, kazan” sistemi. Aslında kazınarak, kazandığını zannetme ve kazandırma sistemi.
Tabii şu da var:
Onlarca şehit er, uzman, astsubay, teğmen; onlarca yaralı, acılı aile, evlatsız kalmış ana baba, babasız kalmış çocuklar; kendi ülkelerine saldırtılan onlarca “ölü terörist” ile onların aileleri; nefret, düşmanlık iklimi.
Bu minvalde;
Bana düşmez ama, yine de kendimi tutamadım:
“ABD ve İsrail lekeli militer ulusalcılıklar ile milliyetçilikler” in, “ABD cilalı muhafazakar demokratlıklar” ın, “ABD ile onun kuklası bir örgüt gölgesinde demokratlıklar” ın, ille kendilerini kandırmaya devam edeceklerse de, bizi daha fazla yemeye devam etmemelerini diler selam ederim.
Bu memlekette kardeşlik, güzellik, barış, millet, ulus, halk, cumhuriyet, demokrasi, hukuk, adalet adına yapılabilecek daha neler var halbuki.
Sabah, 26.11.2007
|
Umur TALU
27.11.2007
|
|
|
Gülünç durumlar |
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, İngiltere Adalet Bakanı’na bir plaket vermiş. Söz konusu “plaket”in ne münasebetle verildiğini bilmiyoruz.
“Âdettendir” diye olsa gerek....
Çünkü biliyorsunuz, tamı tamına ne zamandan beridir şimdi çıkaramıyorum ama bu “plaket verme” işi uzunca bir zamandır karşılaştığımız bir uygulama.
Türklerin bu işe niçin, nereden esinlenerek, hangi amacı gözeterek sarıldıkları hakkında hiçbir bilgim yok. Bilenler açıklasa da öğrensek, diyorum. Bu uygulama yoksa, sektörel bazda (“plaket sektörü” diyelim) düzenlenen bir teşvik sonucu mu ortaya çıktı, onu da bilmiyorum.
Neyse, İngiltere Adalet Bakanı plaketi alınca başparmağını söz konusu şeyin içine sıkıştırmış. Bu olay gazetelere yansıdığına göre, plaketin başparmağı kapması bayağı etkileyici bir biçimde gerçekleşmiş olsa gerek... Plaket sunulan kişi İngiltere Adalet Bakanı olduğu için, parmak sıkıştıran bu plaket güçlü ve oturaklılar arasından seçilmişti herhalde.
Misafir Adalet Bakanı, parmağını plaketten kurtardıktan sonra şu hoş sözleri etmiş:
“Hâlâ parmağım yerinde. Türkiye’yi çok seviyorum, ama başparmağımı burada bırakmak istemiyorum!”
Evet, “gülünç durumlar”a ilişkin birinci hikayemiz bundan ibaret.
Gelelim bu hikayeyi aratmayacağı kesin olan ikinci hikayemize:
Bu hikaye ülkemizin önde geldiği söylenen bir ekonomi yazarıyla ilgili.
Hürriyet yazarı Ege Cansen’den söz ediyorum.
Birçok yazar gibi Cansen’i de yazdığı sayfanın konuları kesmiyor ve arada bir o da dışarıya çıkıyor. Ve bu dışarıya çıkışlar, nedense, kendi alanı içinde dolaşırken takındığı tavırdan çok ama çok daha ateşli bir nitelik taşıyor. O derece “ateşli” ki, ateşin çok yükseldiği hemen her durumda olduğu gibi iş hepten gülünçleşiyor. Şöyle böyle değil, gerçekten gülünç çıkışlar bunlar...
Cansen, üç hafta kadar önce yazısına şu başlığı uygun görmüştü mesela: “Bir tane patlatacam ama elim acır diye korkuyorum”.
Bu başlık ile bir ekonomi sayfasında karşılaştığınızda ne düşünürsünüz? Şöyle bir şey herhalde: Ekonomi yazarı, hararetin son derece yükseldiği bir dönemde (tezkere vs.), ekonomiyi ciddiye alan herkesin paylaştığı bir düşünceyi, yani “ekonomik ilişkilerin gelişmesi barış getirir, savaşı önler” gibi beylik bir varsayımı merkeze alarak milleti ironik bir başlıkla sükunete çağırıyor.
Siz öyle sanın, ne gezer... Ne geçer, çünkü Cansen, tahminlerin aksine savaş güzellemesi yapmakla meşguldür. Şu gülünç düşüncelere bakın:
“Tarihin en büyük gerçeği, savaştır. Barış, ancak savaşla kurulur ve korunur... “
“Savaş, bir yatırımdır. Yatırımın külfetine katlanmayan, nimetine kavuşamaz..”
“Toplum, kendi bekası için fertlerini feda eder...”
“AKP’nin akıl hocalığına soyunmuş, cumhuriyet düşmanı olmakla müftehir (Türkiye’yi Amerika ve AB yönetsin diyen) ‘mandacı aydınlar’ da...”
Şu sözlerin yanlışlığına, yersizliğine, manasızlığına, münasebetsizliğine filan değil, “gülünçlüğüne” bir bakın...
Bu yazıyı analiz eden Taraf gazetesinden (yeri gelmişken, geç de olsa, Taraf’a hoş geldin der uzun ömür dilerim) Halil Berktay’ın yerinde nitelemesiyle, Cansen, gerçekten de “sahte bir bilgelik” oyunu sergilemektedir.
“Ekonomi”den canı sıkılınca savaş feylosofluğuna soyunmak gibi bir arzu, istek ve de tabii ki cüret...
Cansen konu cumhuriyet, savaş, barış, cumhuriyet düşmanları, mandacı aydınlar gibi ekonomi dışı konular açıldığında çok da ısrarcı bir yazar doğrusu.
Nitekim, “Patlacatam..” başlıklı yazının yarattığı şaşkınlık geçmeden önceki gün de (24 Kasım) “Cumhuriyet ve demokrasi” başlıklı benzer bir yazı daha “patlattı”:
Yazının bizi ilgilendiren son bölümünde, yazar kendine sorduğu şu soruya cevap arıyor: “Türkiye’de ‘cumhuriyet’ ne demek?”
Cevaba bakın:
“1- Sokakta yürürken, lokantada yemek yerken, uçağa binerken, okula giderken, işini yaparken, aile içi ilişkileri düzenlerken, haliyle, tavrıyla ve kıyafetiyle, üstün nitelikli bir ‘Batılı’ gibi duran ve davranan,
2- Hayatta en hakiki yol gösterici , bilimdir diyen,
3- Ülkesinin birlik ve bütünlüğünü savunan,
4- İnsanların ırkını, dinini ve soyunu sorgulamayan,
5- Vatanını seven ve onu koruyan,
6- Kendine Türk denmesinden mutlu olan insan tipi yaratma projesidir.”
Alıntının çok uzun kaçtığının farkındayım. Ama bilinsin istedim. Bilinsin istedim o kadar. Fikir diye ortaya salınan bu şeyleri ciddiye almaya bunlara laf yetiştirmeye de gerek yok. Çünkü bunların yüzlercesiyle işportada her gün karşılaşıyoruz. Bu açıdan, Halil Berktay’ın yaptığı gibi, yazarın ilk yazısının “faşizm” hatırlanarak yorumlanmasına da –bence- gerek yok. Çünkü ortaya fikir diye salınan bu şeylerin böyle “alimce” savunulması bizi olsa olsa gülümsetir. Komik olmasından dolayı değil, gülünç olmasından dolayı tabii ki....
Yeni Şafak, 26.11.2007
|
Kürşat BUMİN
27.11.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|