Eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün görev süresinin dolması üzerine, onun yerine daha makul birisinin atanması ihtimaline umut bağlayanlar olmuştu. O sırada ben de bu konuda fazla ümide kapılmamamız gerektiğini yazmıştım. Ne yazık ki ihtiyatlı yaklaşımımda haklı çıktım.
Gerçekten de Erdoğan Teziç’in YÖK başkanlığı dönemi Gürüz döneminden pek farklı olmadı. Her iki döneme de akademik özgürlük ve özerklik yerine ‘hikmet-i hükümet’in saltanatı damgasını vurdu. Onun içindir ki, ‘Başkan ve Adamları’ hem demokratik duyarlılıkla bağdaşmayan hem de hukukun üstünlüğüne ters düşen siyasetler güttüler.
‘28 Şubat Rejimi’nin akademik camiadaki sembol isimlerinden biri olan Kemal Gürüz’ün demokratik kurum ve mekanizmalara saygılı olması zaten beklenemezdi. Nitekim kendisi o dönemde görevini bir nefer sadakati ve disipliniyle yerine getirdi. Akademisyen gibi değil de bir asker gibi davrandı.
Oysa, zamanında İstanbul Üniversitesi’nin hukuk-tanımaz, mustebit idaresinden rahatsızlık duyduğu bilinen hukukçu Erdoğan Teziç’in bu konularda daha hassas davranacağı beklentisi vardı. Ne yazık ki öyle olmadı; Teziç zaman zaman parlamentonun ve hükümetin yetkisine neredeyse meydan okuyan, bu uğurda ‘bütün adamları’nı -rektörleri- seferber etmekten kaçınmayan bir profil çizdi. İdeolojiyi hukukun önüne koydu.
Şimdi yine YÖK’e bir başkan atanması zamanı geldi. Ben bir kere daha kimsenin aşırı beklenti içine girmemesini tavsiye edeceğim. Sayın Cumhurbaskanı’nın bu kurumun başına akademik özgürlük ve özerkliği ciddiye alan ve aynı zamanda demokratik-hukuk devletiyle de uyumlu bir kişiyi atamaya ne derece özen göstereceğini bilemiyorum. Dahası, halihazırdaki YÖK üyeleri arasında bu vasıfları haiz, yöneticilik yetenekleri olan bir akademisyenin bulunup bulunmadığı hakkında da bir fikrim yok.
Ama her nasıl olursa olsun, mevcut sistem içinde çok fazla bir şeyin değiseceği kanaatinde değilim. Elbette daha makul, medeni, hukuka ve demokrasiye saygılı bir kimsenin YÖK Başkanı olması iyi olur. Böyle bir başkan üniversite sistemimize ve ülkemize olumlu bir katkı sağlayamasa da, hiç değilse YÖK sisteminin ülkenin akademik hayatına vereceği zararı azaltabilir.
Çünkü, esas yanlışlık mevcut sistemin kendisindedir. YÖK tarafindan yukarıdan aşağıya yönetilen bu sistemin merkeziyetçi ve hiyerarşik yapısı akademik gereklere tamamen terstir ve bu haliyle ülkemizin bilimsel hayatına da zarar vermektedir. Bu sistem üniversitelerde rektörleri, genelde ise YÖK’ü ve onun başkanını sorumsuz diktatörler haline getirmiştir.
Mevcut sistemin akademik ihtiyaçlarla bağdaşmayan başka bir özelliği de ideoloji öncelikli olmasıdır. Bu ‘hikmet-i hükümet’çi ideolojik tarafgirliğin iki büyük sakıncası var: Bunlardan biri beşeri ve sosyal bilimler alanında bağımsız araştırma yapmayı zorlaştırması, diğeri ise akademik hayatta ehliyet ve liyakati ikinci plana atmasıdır.
YÖK sistemi bilimin ‘hayatta(ki) en hakiki mürşit’ olmasına geçit vermeyen bir sistemdir. Türkiye’nin asıl ihtiyacı bu çağdışı ve gayri medeni sistemi toptan kaldırmaktır.
Star, 22.11.2007
|
İşsizliğin, çaresizliğin, açlık sınırının “mutlak sefalet”iyle kimi vahşi madenin, kaçak, göçek atölyelerin ömür törpüsü yanında lafı olur mu!
Ama olsun.
“Çağdaş işletme”nin, plazaların, cici ofislerin, temiz pak kıyafetlerin, iletişim-bilişim teknolojisinin orta yerinde, “ortalamanın çok üstünde eğitim, bir iş bulma beceri ve şansı, büyük umutlar” ile gelip de ufalanan binlerce insan da mevcut.
Kendi kendilerini kırbaçlamaya, hedef tutturmak için insanlıktan çıkaran her şeye boyun eğmeye, “iş arkadaşı”nı rakip kabul edip ite kaka geçmeye, bertaraf etmeye, oymaya, oyulmamak için hep uyanık olmaya, fazla ücret talep etmeden aşırı iş yüklenmeye, ücretsiz fazla mesaiye, hep koşmaya, bir an tökezlememeye, tökezlerse düşmeye mahkûmlar.
Bunalıyorlar.
*
Teknoloji, hizmet açısından sıçramış olsa da, bu tip işyerinin önde geleni banka.
Çünkü “bankacılık”, iletişim devrimi ile piyasanın, bina ve insan şıklığı ile agresifliğin simge sentezi. Sadece bu değil.
2001’de “banka arsızlıkları, medya bankaları, spekülatif şımarıklık ve yağmalatan iktidar” yüzünden nicemizin canını yakan krizden sonra, çok şükür, herkes biraz gün yüzü gördü, ama bankalar cenneti gördü.
Kârları coşturan, yabancıları birkaç sene önceki değerlerin kat kat ve kat kat üstünde bedelle banka kapmaya koşturan ve reklam veren sayın bankaları seven medyada hiç tartışılmayan durum.
*
“2005’te kâr patladı, yabancı bankaların altın yılı oldu... Karlar ikiye katlandı... 2006’da banka kârları yüzde 90 arttı... 2007’nin ilk 9 ayında kârlar coştu, toplam kâr yüzde 88 arttı... Kârını yüzde 718, yüzde 479, yüzde 445 artıran bankalar var.”
Bu haberlere rastladınız ama;
Kâr patlaması için patlayan; kan ter, hırs, esaret, bunalım, kendi olmaktan çıkma, kendini kaybetme, arkadaş harcama, düşmemek için (zincirlendiği) koşu bandında sürekli koşma, hedef manyağı olma, hiçbir şeye itiraz edememe, bir üstünün baskısına teslimken bir alttakini ezme, adeta militer bir düzende robotlaşma pahasına “en modern işletmelerin şık köleleri” olarak hırpalanmış, kırbaç izleri kalplerine, beyinlerine kazınmış, birbirlerinin ve kendilerinin işkencecisi, celladı kılınmış insanlara hiç rastlamadınız.
Bize anlatılan hikâyelerin sıradan özneleri, kitleleri, toplumsal acıları hiç olmuyor. Kendilerini, başkasını öldürmedikleri, olağandışı bir şey yapmadıkları sürece.
Patronlar, CEO’lar, yönetmenler, müdürler, komutanlar başımız üstünde; ama yüzbinlerce insan, insan olarak yok.
Çünkü bankadan orduya, medyadan okullara, madenden tersaneye onların insanlıktan çıkarılışlarını tartışmak ateşten gömlek.
Kendi sorunlarını kendi elleriyle gömmeye mahkûm edilmişler. Dillerini yutmaya. Kapının dışına atılmaktansa içerideki her şeye razı olmaya.
*
Ve aralarında bu insanların dertlerini gazetecilikle dile getirmesi gereken medya grupları da olan banka sahipleri, yabancılara sadece müthiş bankacılık başarılarını, zekalarının eserlerini satmadı.
Onların adeta yağmalanmış emeklerini, kalplerini, beyinlerini, hayatlarını da, iri bir parça koparıp çiğnedikten sonra satıp iyi kazandılar.
Yabancılar paraları bayıldı çünkü, DİSK araştırmasına göre, verdikleri verginin en az beş katını devlete borç verip kazanan, enflasyon düşerken kârı anormal katlanan, müşteriyi önce tavlayan sonra avlayan ve harç, hurç dayatan bankalar ile grev de dahil tüm itiraz, daha iyi çalışma, ücret talep hakları kârlı kasalara kilitli “köleler”i de kapattılar.
Öyle yapmayanı tenzih ederim ama, yalan mı?
Yazılıp konuşulmuyor diye, “en ileri kapitalist sektör”ün “ilkel köleci toplum” hali yalan mı?
Paranın vicdanı var mıdır, bankanın olur mu, “Piyasa”da vicdan bulunur mu? “Bankalar Birliği” bir şey der umarım. Kurum kadar, insan da olan banka yöneticilerinin vicdanı olmalı: Bankada değilse de evde, çocuklarına bakarken mesela. Sanatla, resimle, kitapla, müzeyle, kültürle bu kadar “hümanist” bir ilişki ve ilgileri olduğuna göre.
Sabah, 22.11.2007
|
ABD Başkanı Bush ve Britanya Başbakanı Brown haklı: Ortadoğu’da nükleer silah bulunmamalı. Bu bölgedeki nükleer çatışma riski, dünyanın başka yerlerinden daha fazla olabilir. Nükleer silah geliştiren her ülkenin katı diplomatik tepkiyle karşılanması gerek. Öyleyse bu iki liderin ülkeleri İsrail’e yaptırımlar uygulayacak mı?
Onlar gibi ben de İran’ın atom bombası peşinde olduğuna, ekonomik baskı ve rüşvet bileşimiyle caydırılması gerektiğine inanıyorum (askeri yola başvurmak elbette ki felaket yaratacaktır). Bush ve Brown (ki nükleer cephaneliklerini, nükleer silahların yayılması anlaşmasına dayanarak sürdürüyorlar) kimseye ders verecek konumda değil. Fakat, Bush’un da iddia ettiği gibi bu tür silahların yayılması ‘dünya barışını tehdit edecekse’, iki lider neden İsrail’in (ABD Savunma İstihbarat Dairesi’nin gizli bir brifingine göre) 60 ila 80 nükleer silaha sahip olduğu gerçeği karşısında tek kelime etmiyor?
Rabin de reddetmemişti
İsrail resmi olarak bir ‘nükleer belirsizlik’ tavrı sergiliyor: Nükleer silaha sahip olduğunu ne yalanlıyor ne de kabul ediyor. Fakat meseleye aşina olan herkes, bunun basit bir amaç taşıyan bir formül olduğunu biliyor: ABD’ye, yasadışı kitle imha silahına sahip ülkelere yardımı yasaklayan kendi yasalarını ihlal etmesi için bahane vermek. Belirsizlik kurgusu hararetle korunuyor. 1986’da nükleer teknisyen Mordehay Vanunu, İsrail’in nükleer silah tesisinin fotoğraflarını Sunday Times’a verdiğinde, Britanya’dan Roma’daki tuzağa gönderilmiş, Mossad ajanları tarafından ilaçla uyutulup kaçırılmış, gizlice yargılanmış ve 18 yıl hapse mahkûm edilmişti. Vanunu bu cezanın 12 yılını hücrede geçirdi.
Ancak geçen aralıkta Başbakan Olmert İsrail’in ‘ABD, Fransa ve Rusya gibi’ nükleer silaha sahip olduğunu ağzından kaçırdı. Muhalifler Olmert’i ‘sorumsuzluk raddesinde dikkatsiz davranmakla’ suçladı. Fakat ABD yardımı kesintiye uğramadı.
Ulusal Güvenlik Arşivi’nin geçen yıl yayımladığı çarpıcı belgelerin de gösterdiği üzere, ABD yönetimi 1968’de İsrail’in nükleer bir aygıt geliştirdiğini biliyordu (ABD’nin bilmediği şey, ilk aygıtın o yıldan önce çoktan geliştirildiğiydi). Bugün İran’ın nükleer silah geliştirmesini önlemek için gösterilen çabalar düşünüldüğünde, tezat tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
İlk başta diplomatları Washington’dan, İsrail’e 50 adet F4 Fantom jetinin satışını, nükleer programından vazgeçmesi şartına bağlamasını istedi. Yakındoğu İşleri Bürosu’nun Ekim 1968’te dışişleri bakanına gönderdiği bir notun da ortaya koyduğu gibi, bu sipariş ABD’yi ilk kez ‘İsrail’in askeri ihtiyaçlarının ana tedarikçisi’ haline getirecekti. Bunun karşılığında ABD’nin ‘İsrail’in hayati önemdeki nükleer kararını zorlaştıracak güvenceler’ istemesi gerekirdi. Bilgi notuna göre, bu baskı acilen yapılmalıydı: Fransa bir orta menzilli füze anlaşmasının ilk partisini daha yeni teslim etmişti ve İsrail füzelere nükleer savaş başlığı takmak niyetindeydi.
20 gün sonra, 4 Kasım 1968’de, ABD savunma bakan yardımcısı, İsrail’in Washington büyükelçisi Rabin’le bir araya gelmiş ve Rabin İsrail’in nükleer kapasitesine dair bilgilere itiraz etmemişti. Sadece konuyu tartışmayı reddetmişti. Dört gün sonra da önerinin ‘kendileri için tümüyle kabul edilemez’ olduğunu söylemişti.
27 Kasım’da Johnson yönetimi İsrail’in ‘Bölgede nükleer silahlarını ortaya koyan ilk güç olmayacağı’ garantisini kabul etti.
Bilgi notlarının da gösterdiği gibi, ABD bu garantinin daha verilmeden önce ihlal edildiğini biliyordu. Kissinger’la bir başka yetkili arasında Temmuz 1969’da geçen bir telefon konuşmasının kaydı, İsrail’in anlaşmaya alenen uymamasına rağmen, Nixon’ın ‘Fantomları vermek konusunda gayet hevesli’ olduğunu ortaya koyuyor. Anlaşma devam etti ve o zamandan beri ABD, İsrail’in yalanını savunmaları için kendi yetkililerini kandırmaya çalıştı. Ağustos 1969’da ABD yetkilileri Dimona nükleer tesisini ‘teftiş etmeleri’ için İsrail’e gönderildi. Fakat dışişleri bakanlığının bir bilgi notu şunu açığa vuruyor: “ABD, ekip üyelerinin gerekli soruları doğruca sorabilmeleri ve/veya kayıtlara, materyallere vb. bakma izni verilmesi için ısrar etme konusunda yetkili hissedebileceği ‘gerçek’ bir teftiş çabasını desteklemeye hazır değil. Ekip, üstü kapalı olarak tartışmadan kaçınmaları, ‘centilmen olmaları’ ve konuyu ev sahiplerinin iradesi hilafına ele almamaları konusunda uyarıldı.”
Nixon, İsrail Başbakanı Meir’le telefon konuşmalarına dair ABD’nin İsrail elçisi Barbour’a bilgi vermeyi reddetmişti. Anlaşılan o ki Meir ve Nixon, gizli tutulduğu sürece, İsrail’in nükleer programının sürebileceği üzerinde mutabık kalmıştı.
ABD yönetimi söz konusu programı hâlâ koruyor. Altı ayda bir istihbarat birimleri Kongre’ye ‘kitle imha silahı geliştirmeye veya üretmeye uygun’ teknolojiyi elde eden yabancı devletlere dair bir rapor sunuyor. Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, İran ve diğer ülkelerin programları tartışılıyor, fakat aralarında İsrail yok. Ne zaman diğer ülkeler İsrail’e Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na katılması için baskı yapsa, önleri ABD ve Avrupa hükümetlerince kesiliyor. İsrail biyolojik ve kimyasal silahlara dair uluslararası anlaşmalara da imza atmıyor.
İsrail de İran gibi tehlikeli
İsrail bu anlaşmaları imzalamayarak, denetlenmemeyi garantiliyor. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) denetçileri İran’ın tesislerinde cirit atarken, uranyum tanklarını mühürlerken ve işbirliği yapmadığında Tahran’a demediğini bırakmazken, İsrail’deki tesisleri denetlemek hususunda zerre kadar yetkiye sahip değil. Bu yüzden İsrail geçen haftaki gibi, UAEK Başkanı’nın ‘İran’ın nükleer programı konusunda kafasını kuma gömdüğünden’ yakındığında, küstahlığın bu kadarına pes diyebiliyorsunuz sadece. İsrail, İran’a karşı harekete geçilmesi için baskı yapıyor ve hiçbir güçlü ülkenin kendisine karşı harekete geçilmesi için baskı yapmayacağını biliyor.
Evet, Ahmedinecad liderliğindeki İran, yurtdışında terör eylemlerine karışan tehlikeli ve ne yapacağı kestirilemez bir devlet. Cumhurbaşkanı Holokost’u inkâr edip İsrail’in varlığına karşı çıkıyor. İran Saddam’ın zehirli bombalarına kendi kimyasal silahlarıyla karşılık verdi. Fakat Olmert liderliğindeki İsrail de yurtdışında terör eylemlerine karışan tehlikeli ve ne yapacağı belirsiz bir devlet. İki ay önce Suriye’de bir tesisi bombaladı. Geçen yıl Lübnan’a saldırganca bir savaş başlattı. Filistin’deki işgalini sürdürüyor. BBC’ye göre Şubat 2001’de Gazze’de kimyasal silah kullandı: 180 insan vahim kasılmalarla hastanelere kaldırıldı. İsrail’in nükleer silahlarının, en az İran’ınkiler kadar tehlikeli olacağına kuşku yok.
Peki hükümetlerimiz Ortadoğu’da zaten bir nükleer gücün bulunduğunu
ve komşularına ölümcül tehdit oluşturduğunu ne zaman kabul edecek? İran’ın bir nükleer yarış başlatmadığını, olsa olsa o yarışa katıldığını ne zaman söyleyecekler? İran’a uygulanan kuralların İsrail’e de uygulanmasını ne zaman talep edecekler?
The Guardian, 20.11.2007
İktibas: Radikal, 21.11.2007
|