Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bu kafa!

Cumhuriyet mitingleri bitti. Şimdi sırada Anayasa mitingleri var. Bunları organize edecek olan da yine aynı kafa! Cumhuriyet mitingleri, Türkiye’yi alabildiğine germişti. Toplumda ciddi bir kutuplaşma yaratmıştı.

Bu kutuplaşmanın da sandığa yansıyacağı sanılmıştı. Oysa planlananın tam tersi gerçekleşti...

Ak Parti’nin yüzde 46’yı aşan oy oranında bu mitinglerin de payı oldu. “Çankaya’ya imam istemiyoruz” sloganı, inanan kesimleri rencide etti. Ak Parti’nin değirmenine su taşıdı. Yine aynı kafa devrede olduğuna göre... Belli ki seçim öncesi yaşadıklarımız bir defa daha tekrarlanacak!

* * *

Anayasa mitinglerini devreye sokmak isteyenlerin ortaya koydukları gerekçeler de son derece garip... CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman, bakın ne diyor:

- Türban, kadını ikinci sınıf yapan ve haklarını elinden alan bir siyasi simgedir. Türban, onun vesayet altında olduğunun ve özgür birey olmadığın bir kanıtıdır.

İster inanın, ister inanmayın, ama söylediklerinden çıkan sonuç çok açık ve net. Canan Arıtman, üniversitelere getirilmek istenen kılık- kıyafet serbestisini, kadınların kazanılmış haklarında bir geriye gidiş olarak görüyor. Şaka gibi değil mi? Başörtülü kızlar üniversite kapısından geri çevrildiklerinde bunun adına “özgürlük” deniyor. “Kadın haklarındaki” ilerlemeden bahsediliyor. Onlara okuma hakkı verilmek istendiğinde “Kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yapılıyor” diye feryat ediliyor. Belli ki Canan Arıtman ve onun gibi düşünenler, Türkiye’de yaşayan başı kapalı insanları “kadından” saymıyor!

CHP Milletvekili Necla Arat’ın söyledikleri de farklı değil: - Kimse kazanılmış haklarından vazgeçemez. Mutlaka bizim kadınlarımız da kazanılmış haklarına sahip çıkacaklardır.

Neymiş o kazanılmış haklar? Belli değil... Herhalde o da yeni Anayasa’ya konulmak istenen kılık-kıyafet düzenlemesinden söz ediyor. “Kazanılmış haklardan” bahsettiğine göre, mevcut durumun devamını istiyor.

Bu toplumdaki genç kızların büyük bölümü, yıllardır sırf başları örtülü olduğu için okuma hakkından yararlanamıyor. “Biz de okumak istiyoruz” diye feryat ediyor. Necla Arat ise mevcut durumu savunuyor. Bu garip tavrı da önümüze “kadın hakları” diye koyuyor. Tabii yerseniz!

* * *

Oysa, başları bayanlar da bizim insanlarımız. Onlar da bu toplumda yaşıyorlar. Onların da hakları var... Var, ama kimin umurunda! Canan Arıtman ve Necla Arat gibi isimler, onları kadın olarak görmüyor. Yok sayıyor! Bir yandan kadınlarımız arasında tasnifler yapıyorlar. Diğer taraftan başkalarını suçluyorlar:

- Bu anlayış, ülkeyi kamplara bölmek ve yangına körükle gitmek demektir... Aslında kendilerinin ülkeyi kamplara böldüklerinin farkında değiller!

Onlar kabul etseler de etmeseler de... Gerçekleri gizlemek için büyük çaba sarf etseler de... Bu ülkede bir başörtüsü sorunu var. Türban, belki ülkenin en önemli sorunu değil, ama çözülmesi gereken ciddi bir sıkıntı. Canan Arıtman ve Necla Arat gibi isimler, en haklı olduğu noktada İktidar’a yükleniyorlar. Durum bu olunca da Erdoğan ve ekibinin elini güçlendiriyorlar.

Oysa, yeni Anayasa taslağında tartışılması gereken o kadar çok nokta var ki... Sonuçta onlar gözden kaçmış oluyor! Bu kafa, hep İktidar’a yardım ediyor!

Akşam, 24.9.2007

Emin PAZARCI

25.09.2007


 

En büyük mahalle devlet mahallesi

Unutmayalım ki Türkiye’nin en büyük mahallesi devlet mahallesi ve bu mahallede yakın geçmişte gayrimüslimlere, kürtlere, solculara, alevilere, sünni müslimanlara, liberallere, milliyetçi beyin yıkama kampanyalarına çok kulak asmak istemeyenlere hem yasal hem de toplumsal bazda çok önemli baskılar yapılmış.

İşin en ilginç yanı ise bugün islami yaşam tarzının kendilerine mahalle baskısı olarak dönmesinden bir ölçüde haklı endişe duyan kesimlerin bu potansiyel baskının en iyi ilacı olabilecek demokratikleşme, sivilleşme, AB entegrasyonu gibi projelere önceleri mesafeli şimdi şimdi de net bir biçimde muhalif durmaları.

Hem mahalle baskısı endişesinden söz edeceksiniz hem de ülke yurttaşlarına daha fazla birey kimliği getirmeye aday projelere, mesela AB sürecine muhalif duracaksınız, ciddi bir tutarsızlık.

Aynı endişeli kesimlerin Türüt kültürü ile mahçup bir üslupla da olsa iyi ilişkiler içinde oluşu da ‘mahalle baskısı’ şikayetinin kökeninde başka kaygıların yattığı endişesini de bende uyandırıyor.

Kemalizmin bir ideoloji olduğunu ve her ideoloji gibi eleştirilebileceğini, temel devlet referansı olmaması gerektiğini söyleyen bizlerin çevremizden senelerdir aldığı tepkileri hatta dönem dönem bu tepkilerin tehdite kadar uzanmasını aynı kesimler acaba bir mahalle baskısı olarak algılıyor mu?

Mahalle baskısı konusunda bile çifte standarda düşmüş olmamız gerçekten çok üzücü.

Star, 24.9.2007

Eser KARAKAŞ

25.09.2007


 

Sistem bu!

Yarbay 5 Haziran 2005’te intihar etti. 44 yaşındaydı. O gün önemli bir tartışma yaşamıştı. İntiharı da biraz şüpheli kaldı.

“Bıraktığı mektup” ta şu yazıyordu:

“Artık, orduya iş yapan yolsuzluğa batmış şirketleri daha fazla kaldıramayacağım; sadece kendilerini düşünen komutanlar için de çalışmaktan bıktım.”

Yarbay Ted Westhusing, ordusunun işgal ettiği Bağdat’ta, Irak’ta “çok özel kuvvetler” eğiten bir şirketle ilgili tartışmanın ardından ölü bulunmuştu.

“Paralı asker, özel güvenlik” şirketleri üstüne, daha Afganistan, Irak işgalleri dahi olmadan yazmaya başlamıştım. Neredeyse kitap hazırlıyorduk.

Türkiye’deki kimi bağlantılarına da atıf yaparak.

Irak’ın işgali sonrasında bunların faaliyetleri, sorgulama, işkence, eğitim ve infaz ile yolsuzluk faaliyetleri üstüne de Dipsiz Kuyu’da epey yazı çıktı.

PKK “çok sayıda” mayın ve patlayıcı elde edip Türkiye’ye soktuğunda da.

2007 bitmek üzere.

Türkiye, “PKK’daki Amerikan silahları” ndan şikayetçi.

“Özel ordu” şirketlerinin en babalarından “Blackwater” ın kimi çalışanı da “kaçak silah trafiği” zanlısı olunca, “Hah” dedik.

Oysa, o silahların çoğunun sevki de Türkiye üzerinden yapılmıştı.

Sadece silahların değil; Amerikalı ve İsrailli “özel güvenlik, özel ordu” uzmanları ile “ajanları” nın da.

Türkiye’deki kimi şirketler, kimi eski ordu yahut güvenlik mensubunun da yer aldığı ve mantar gibi biten firmalar da (elbette Türkiye de vurulsun diye değil!) bu trafiklerin sağına soluna ilişti. Irak’ta (ve burada) taşeronluklara soyundu.

Burada asgari ücrete çalıştırılıp “kellesi ve bedeni” en az 1000 YTL’den pazarlanan, kiralanan “özel güvenlik eratı” ndan oraya da ihraç edildi.

Ama biz “hakikatin sadece bir kısmı” nı anlamaya çabalamak, onunla yetinmek, “sistem” in esas yüzüyle yüzleşmek istemeyenlerdeniz.

Sadece “sistem” i biraz anlayabilmek için bir örnek aktaracağım.

Amerikalı yarbayın “katlanamayıp” intihar etmesinin yahut ona katlanılmayıp temizlenmesinin odağındaki şirketin adı USIS; “Birleşik Devletler Soruşturma Hizmetleri”.

USIS de şu sıra çok sayıda kayıp silahın adresi olarak şüpheli.

Bir devlet birimiyken özelleştirilip şirketleşen USIS’in sahibi, 11 yıl boyunca, ABD’li meşhur “yatırım” şirketi Carlyle Group’ tu. Uçak, otomotiv, savunma, teknoloji, gayrimenkul, medya, iletişim, sağlık alanlarındaki grup, kiralık otocu Hertz ile Dunkin’ Donuts ve Baskin Robbins’in de sahibi.

USIS, Irak’ta özel bir Irak polis kuvveti olan ERU’ nun “eğitilmesi” ihalesini almıştı.

ERU, bugün çok sayıda faili meçhulün, infazın, iç savaş kışkırtıcılığının, sivil katlinin de adresi.

Bu yıl USIS satıldı.

“Irak işgali, iç savaşı ve silah trafiği” içindeki USIS’ i “PEP” adında bir Amerikalı grup 1.5 milyar dolara aldı.

PEP’ in baş danışmanı Michael Powell.

Eski genelkurmay başkanı ve Irak işgalinin başındaki Dışişleri Bakanı, bu mevkilere gelmiş ilk siyah olan Colin Powell’ ın oğlu.

İkinci önemli özelliği ise, Bush tarafından, ABD (ve dünya) medyası açısından çok kritik bir kurum olan “Federal İletişim Komisyonu” FCC’ nin başına getirilmesi ve ayrılana kadar, medyada tekelleşmenin önünü açıp medya baronlarının çok sayıda kanalı ele geçirebilmesini sağlaması.

Powell sayesinde büyüyenlerden biri de birçok yerel kanalı kapatan “Clear Channel Network”.

O kimin derseniz, şimdi Powell’ ın baş danışmanı olduğu, “özel güvenlik” şirketi USIS’ i de satın alan PEP’in .

Yani bir elinde medya, bir elinde silah; bir ayağı ABD’de, bir ayağı Irak işgalinde, bir eli uzaktan kumandada, bir eli kayıp silahlarda, bir kolu serbest piyasada bir kolu kayırmacı, ahbap çavuşçu ekonomide bir “emperyalizm ve kapitalizm harikası.”

Bakarsınız Türkiye piyasasında da varolur!

Bilmiyorum; karışık mı oldu?

Ama SİSTEM BU!

Bazı yarbayların katlanamadığı ama güçsüz kalıp cansız dahi düştüğü, binlerce insanın cesedini çiğneyen, halkları birbirine sokan, savaş ve terörü kışkırtan, her yerde işbirlikçi bulan sistem bu.

Sistemin kafasıyla, kalbiyle ilgilenmeden sadece kuyruğuna, ne bileyim kayıp silâhlara filan takılmaya devam edin yine de.

Sabah, 24.9.2007

Umur TALU

25.09.2007


 

Takeho Hisamatsu’ya ne oldu?

Takeho Hisamatsu’nun ocağın başında tarhana pişirirken çektirdiği fotoğrafı gördünüz mü? Ben bir gazetenin internet sitesinde gördüm, dehşete kapıldım. Sonradan fark ettim ki, haber ülkemizin esaslı bir ajansı tarafından servis edilmiş ve bir çok gazetede yayınlanmış.

Görmeyenleriniz “Kim bu Takeho Hisamatsu yahu?” diye soruyor olmalı... Bir Japon turist! Görmeyenleriniz bu defa da “Biz de Danimarkalı bir antropolog olduğunu pek düşünmemiştik” diyor olmalı. Görmeyenleriniz haklı, adamın Japon olduğu belli, Japonların çoğu da turisttir zaten... Adamcağız antropolog da değil üstelik, bilgisayar programcısı ve grafiker... Nereden estiyse kalkıp Safranbolu’ya yöre kültürünü incelemeye gelmiş. O gelmiş, hemen arkasından da mübarek Ramazan gelmiş. Safranbolu’da herkes sahura kalkıp oruç tutmaya, iftar edip teravihe gitmeye başlamış. Takeho Hisamatsu ne olduğunu anlamaya çalışırken, etraftan yardımcı olup Ramazan ayı ve oruçla ilgili kendisine bilgi verenler olmuş. Adam çok etkilenmiş ve oruç tutmaya başlamış. O gün bugün orucunu tutuyormuş, herkesle birlikte iftarını ediyormuş, hatta konuya komşuya iftara çağırılır olmuş. Hatta işi abartıp, iftar öncesi kaldığı konağın mutfağına inip yemeklerin yapılmasına da yardım etmeye başlamış. Tarhana çorbası pişirirken çekilen fotoğrafı da bu esnada çekilmiş.

Bütün bu yaşadıklarından da oldukça mutlu görünüyor. Söylediklerine bir bakın hele: “Oruç tutarken bazen zorlandığım günler oldu. Ancak oruçluyken dünyadaki aç ve fakir insanları daha iyi anladım. Manevi huzur buldum.”

Her şey iyi, herkes mutlu görünüyor değil mi?

Durun o kadar acele etmeyin, bu aslında çok sıkı bir mahalle baskısı örneği...

Bakın ben haberi bir de alternatif cümlelerle yazayım:

“Turizm sezonunda tercihini Türkiye yönünde kullanan Japon turist Takeho Hisamatsu Safranbolu’da büyük bir şok yaşadı. Bölgeye geldiğinde gündüz saatlerinde kimsenin bir şey yiyip içmediğini, kendisi bir şeyler yiyip içmek istediğinde de ters bakışlarla karşılaştığını fark eden Hisamatsu, huzurlu bir tatil için çevreye uyum göstermeye karar verdi. Oruç tutmaya alışık olmayan Hisamatsu, gündüzleri yemek hasretini, çaktırmadan mutfağa inip tarhana tenceresini koklayarak giderdi. Muhabirimizin kulağına fısıldamak suretiyle bu durumdan yakınan Hisamatsu, ‘Huzuru ancak böyle buldum. Dünyadaki aç ve fakir insanların halini şimdi çok daha iyi anlıyorum’ dedi.”

Nasıl, bundan iyi mahalle baskısı olur mu? Böyle yanılgılar mahalle baskısının doğasında vardır. Adam açlıktan mayışır, kolunu bile kaldıramaz hale gelir, karşısına geçip, “Vay be adama bak, daha dün buralara geldi, akabinde manevi huzuru buldu” dersin. Bu işler bakış açısıyla çok ilgilidir. Şerif Mardin hocam da “Benim sözlerimden 20 farklı anlam çıkarılabilir” diyerek bu hususa işaret buyurmamış mı zaten. Biraz paranoyaklıktan kimseye zarar gelmez. Gün gelir manşeti az önceki panik atak nöbetinizden çıkartmak da gerekebilir. Zinde güçler ve maalesef eskisi kadar zinde görünmeyen güçler yine de uyanık olmak zorundadır, en azından sert kahveyle gözler açık tutulmaya çalışılmalıdır. Takeho Hisamatsu’nun yaşanmış ve yaşanmamış hikayesi asla unutulmamalıdır.

Düşündüm de, sanki benim sözlerimden de 10 kadar anlam çıkarılabilir gibime geldi.

Yeni Şafak, 24.9.2007

Gökhan ÖZCAN

25.09.2007


 

Mâlûm neşriyat

Gene yürüyüş düzenlemek istiyorlar. Gene kendilerini kandıracaklar, halkı da kandırdıklarını sanacaklar ve gene havalarını alacaklar.

“Cumhuriyet mitinglerinin” benzerleri yapılacakmış. Kadınlar haklarını savunacaklarmış.

Kadın okuyucuyu gıdıklamak isteyen gazeteler elbette çanak tutuyorlar: İki fırt The Secret saçmalığı, bir tutam selülit sorunu, üç çorba tarifi, pilates milates topu, yanında miting de verelim...

Sonra da rakamları şişirebildikleri kadar şişirecekler: Milyonlar yürüdü! Kitleler sel oldu aktı... Türk kadını haykırdı... Haykıran Türk kadını, bizim patronun televizyon kanalında yayınlanan dizileri de kaçırmasın!

İlkönce kendi yazarları inanacaklar: Çağdaş kadınlarımız alanları doldurdular, ufukta erken seçim var, CHP bu sefer mutlaka iktidara geliyor! Olmazsa, CHP-MHP koalisyonu çantada keklik...

Zaten Tuncay Özkan CHP’ye genel sekreter olursa gelmemesi mümkün değil canım! Bir de Gülsün Bilgehan’ı başkan yapabilsek, siler süpürürüz...

Sonra, yeni anayasa halkoyuna sunulup kabul edilince de çok şaşıracaklar: Nereye gitti yahu o alanları dolduran vatandaşlar?

Kahraman Türk kadını nasıl oldu da bu anayasaya evet dedi yahu?

Halkımız 1961 Anayasası’na da, onun taban tabana zıddı 1982 Anayasası’na da evet demişti, şimdi nasıl olur da buna da evet der yahu?

Yok, bunlar adam olmaz arkadaş.. Önce halkı eğitecektik, yanlış yaptık... Sırası mıydı demokrasinin?

Dalgamızı geçersek de bize küfür edecekler, iftira edecekler...

Şimdilik, bir yandan gene bayrak üreticilerini zengin etmeye hazırlanıyorlar, bir yandan da Profesör Ergun Özbudun’a çullanmaya, Profesör Şerif Mardin’i ketenpereye getirip sözlerini çarpıtmaya devam...

(...)

Seçimde madara oldukları yetmiyormuş gibi, kendi kendilerini bir de anayasa tartışmasında rezil ettiler.

Yıllarca demokrasi isteyip birdenbire kendini cunta kanunlarını savunur bulma zavallılığı, her aydına nasip olmaz. Zoru başardılar: Kredilerini, itibarlarını bir çırpıda çöpe attılar.

Benim bildiğim Aydın Doğan, bu tutumdan doğan okuyucu kaybının da hesabını sorar. Hele şu arsa ve inşaat işlerini bir düzene koysun, sıra dükkân içi temizliğe de gelecek.

Akşam, 24.9.2007

Engin ARDIÇ

25.09.2007


 

Rejim kendini koruyor, ama rejimperestler ona güvenmiyor

Anlaması zor olan durum ise, Cumhuriyet’in ilanından neredeyse 100 yıla yakın zaman geçmesine rağmen “Rejim”in sağlamlığına ilişkin güven duygusunun, bazı kesimlerde böyle zayıf olmasıdır.

Oysa geçen yıllar boyunca “Rejim” tek partiden çok partiye, devletçilikten serbest pazar ekonomisine geçmiş, sayısız ekonomik ve siyasi kriz yaşamış, dört kez de doğrudan ve dolaylı darbelere sahne olmuştur. Rejim’in TBMM’si iki kez kapatılmış, Rejim’in anayasaları lağvedilmiştir.

Bu yıllar boyunca dünyadaki savaşlara, krizlere, değişime pek çok ülkenin ve hatta “Rejim”i adeta kutsanılan Sovyetler’in bile rejimleri dayanamamıştır.

Ama bizim yukarı mahalledekiler askeri darbelerde bile “Ya rejim değişirse” diye hiç endişelenmemişlerken, şimdi kamuoyuna açık bir “anayasa girişimi”nden ötürü “ya rejimin niteliği değişirse” endişesi içinde yalpalayıp durmaktalar.

Galiba bunun sebebi “Rejim” denilince bu “Rejimperestler”in aklına sadece “Laiklik”in gelmesi ve “Demokrasi”nin gerekirse vazgeçilebilir bir rejim öğesi olarak görülmesidir.

Bu arada “Rejim” denilince klişe halinde tekrarlanan “Hukuk devleti”nden de “Hukukun üstünlüğü” değil “Üstünlerin hukuku” anlaşılmaktadır.

Ama sanmayın ki bu sadece “Yukarı mahalle”nin endişeli insanlarının konumlarını yansıtan bir durumdur. Bunların “Baskıcı” olarak gördükleri “Aşağı mahalle”nin bazı sakinleri için de demokrasi, hukuk veya laiklik, sadece kendileri gibi düşünenler için var olan kurumlardır.

Posta, 24.9.2007

Mehmet BARLAS

25.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri