|
|
|
İyi niyet iyi, ama kötü yöntem de kötü |
Anayasa değişikliği konusunda kollarını sıvayanların iyi niyetinden kuşku duymuyorum, ancak uygulanan yöntemin iyi seçildiği konusunda derin bir kuşkum var.
Türkiye’nin ihtiyacı olan ‘bugünün ruhuna uygun’ bir anayasadır: Bireyi önceleyen, hak ve özgürlükleri güvence altına alan, hukukun üstünlüğünü sadece sözde değil özde de baş tacı eden bir anayasa... Bireysel özgürlüklerin önünün açılmasının bütün bir ulusu ayağa kaldıracağı inancıyla kaleme alınmış bir anayasa... Umutları körükleyecek, korkulara kulak asmayacak bir zihniyeti yansıtan bir anayasa...
Yoksa, halkından korkan, her verdiği özgürlüğe karşılık bir kısıtlama koymayı ihmal etmeyen, kavram fetişizmini sürdüren bir anayasaya ihtiyacımız yok bugün; eldeki anayasa, yol boyu gerçekleştirilmiş ufak tefek değişikliklerden sonra, tam da böyle bir işleve sahip hale geldi zaten. Bu kadar zahmet, bu kadar tantana ve ardından koparılan bunca gürültüden sonra elimizde yine kısıtlı bir demokrasi kalacaksa, ürkütülen kurbağalara yazık edilmiş olmayacak mı?
Seçilen yöntemin, ‘yeni, yepyeni bir anayasa’ hazırlamak değil de, mevcudun kıyısından bucağından budanmasıyla varılmak istenen bir ‘revizyon’ olduğu hazırlanan metnin uzunluğundan belli. Eldeki anayasada ne varsa neredeyse hepsini, bavula son anda tıkılan iç çamaşırı benzeri bazı maddeler ekleyerek, yeni ifadelerle kaleme almayı ‘sivil anayasa’ saymamızı bekleyen bir yöntem söz konusu.
Hazırlanan metin bu anlayışı yansıtınca, siparişi veren Ak Parti’nin hukukçularının da “Sizin kotardığınız yerine ilk dört maddede eldeki anayasa metnini koruyalım” teklifiyle ortaya atılmaları gayet doğal. Mukayeseli okunacak her maddede, Ak Parti heyeti, elde zaten var olan metinden yana tavır alırsa, hiç şaşırmamak gerekiyor. İnsanın bilmediğindense alıştığını yeğleyen bir tarafı vardır çünkü.
Peki de, bu yöntemle ortaya çıkacak metin köpürtülmüş beklentilere cevap verebilecek mi?
Hareket noktasında sorun var bir defa. Hep biliyoruz ki, anayasayı değiştirme konusu Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği arayışıyla yakından ilgili. Bölük pörçük yasa ve anayasa değişikliği ile sağlanmak istenen uyum işe yaramıyor. Bitli yorgan gibi, bir tarafını üzerinize çektiğinizde ayaklarınızı açıkta bırakıyor eldeki anayasa, ayaklarınızı örtmeye kalkıştığınızda üzeriniz çıplak kalıyor.
Bu gerçek ortadayken, ilk dört maddesini koruyarak, diğer maddelerini ‘revizyoncu’ mantıkla yeniden yazarak elde edilecek anayasa metni istenen sonucu verebilecek mi? Elbette hayır. Bu yolun sonunda, halkoylamasıyla yürürlüğe girdiği ilk günden başlayarak yeni değişiklik taleplerinin ayyuka çıkacağı bir metne varılabilir ancak. Cumhuriyet, lâiklik ve özgürlükler merkezli tartışmaların hepsine, yeni anayasanın yürürlüğe girdiği ilk günden itibaren, “Nereden kalmıştık?” diye yeniden başlamamız gerekebilir.
Fırsat bu defa da kaçırılırsa çok yazık olacak.
Yeni bir anayasa yazmak elbette sorunludur. Fincancı katırlarını ürkütür ve gürültü koparır. Hayata dar bir açıdan bakanlar herkesin kendileri kadarını görmesini ister ve bundan fazlasını vermeye kalktığınızda karşınıza dikilir. Varlıklarının tehdit altına düştüğüne inanan çevreler ve odaklar gök kubbeyi başınıza geçirmeyi bile düşünebilirler.
Gürültü koparsa kopsun... Karşınıza dikilirlerse dikilsinler... Gök kubbeyi başınıza geçirmeye kalkışırlarsa kalkışsınlar... Bunları göze almadan anayasayı değiştirmeyi düşünmek boş bir hevestir. Halk, son seçimde, oyunu, bu mülâhazaları da düşünerek kullandı; bütün partiler nasiplerine düşen oy kadar anayasa değişikliği konusunda da sandık sonucundan ders çıkarmak zorunda.
Anayasa konusunda iyi niyetli olanlar kötü yöntemlerini bir daha gözden geçirmeli.
Yeni Şafak, 16.9.2007
|
Fehmi KORU
17.09.2007
|
|
|
Anayasa nasıl yazılır? |
Şu anda ortada neredeyse kimsenin memnun olmadığı bir anayasa var. Bir de toplumun büyük kesiminden onay almış gelmiş bir iktidar. Hem de ‘Aman bu anayasayı sakın değiştirme’ diyen yok. O zaman onların doğal olarak yapacağı iş bu anayasayı değiştirmek. Onlar da öyle yaptılar ama yine de gürültü koptu.
Türkiye’nin makus kaderi haline gelen yeni anayasa yazma işine tekrar girişildi. O kadar fazla anayasa yazıldı ki; bu işin profesyonelleri de oluştu gayet tabii... Sonunda profesyonel anayasa yazıcılarımız da var bizim.
Karikatür çizme yeteneğim olsaydı, bir cam korumanın arkasında tutulan kravatlı, ceketli ve gözlüklü bir adamı elinde kalem varken çizer, yanına da ‘Acil ihtiyaç halinde camı kırın’ diye yazardım. Bence o karikatür Türkiye’nin halini iyi anlatırdı.
Önemli bir konu tabii ki anayasa. Toplumsal yaşamın temel kurallarının çerçevesi çizileceğinden hem de çok önemli.
Ne var ki; yapılan tartışmalara bakıldığında, insanlar konunun önemini kavramış gibi davranmıyor. İçerik konuşulup tartışılacağına, insanlar usul tartışmaya başladılar. Bir kısmı ‘Alışmış kudurmuştan beterdir’ lafını doğrularcasına ‘Kurucu meclis olmadan anayasa yazılamaz’ diyor. Bu kesimi tatmin edebilmek için ‘İlk önce bir askeri darbe yapıp ortalığı dağıtsak, sonra da toparlamak için kurucu meclis oluşturup ondan sonra anayasa değişikliği yazdırmaya başlasak bunlar daha memnun olacaklar’ gibi bir hava da var ortada. Çoğunlukla böyle olmuştur bu iş de, bu kez AKP’nin bu yönteme hayli itiraz edeceği yolunda içimde bir kaygı taşıyorum.
Kurucu meclislerin içinde yer alan insanlar bugünkü TBMM içindeki insanlardan daha mı kaliteliydi, daha engin fikirlere filan mı sahipti?.. Geçmişi bilmesek, o zamanlar anayasaları kaleme alanları tanımasak bu hikayeye belki inanabilirdik ama şimdi yemeyiz bunu.
Şu anda ortada neredeyse kimsenin memnun olmadığı bir anayasa var. Bir de toplumun büyük kesiminden onay almış gelmiş bir iktidar. Hem de ‘Aman bu anayasayı sakın değiştirme’ diyen yok. O zaman onların doğal olarak yapacağı iş bu anayasayı değiştirmek. Onlar da öyle yaptılar ama yine de gürültü koptu. Fehmi Koru’nun dünkü yazısında dediği gibi ‘Anayasa yazıyoruz, gürültü elbette kopacak’ tabii ki, ama önemli olanın bu gürültünün içini biraz doldurmak olduğunu da görmemiz gerekiyor.
Anayasa yazmaya başlamadan önce ‘Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz’ sorusunu yüksek sesle tartışmamız lazım. ‘O maddede şu olacak, bu maddeye dokunulamaz’ tartışmalarından daha önemlisi budur. Eğer AKP dediğinde samimi ise, ki; onlar demokratik, özgür, Avrupa idealine inanan, herkesin yaşam biçimini özgürce yaşayacağı, kimsenin inanışları yüzünden baskı görmeyeceği bir Türkiye istediklerini defalarca söylediler. Üstelik dört buçuk yıl iktidarda kalan bir hükümet söylüyorsa artık bunlara inanmak zorundayız.
Öne sürülen bu ideallere karşı çıkan bir fikir, bir siyasi hareket var mı ortada; gördüğüm kadarıyla yok. O idealler ortak hayallerimiz olabilir bu toplumda.
O zaman anayasa yazıcıların görevi de hayli basittir. Bu ortak ideale varmamızın yolunu açacak düzenlemeleri yapmak sanıldığı kadar zor bir iş değildir. Yazma işine soyunanlar bu işin eğitimini almış bilim adamları olduklarından, en zor iş olan ortak hedefler bölümü ellerine verildiğinden yapacakları tek şey; ortaya iç tutarlılığı olan bir metin çıkarmaktır.
Tabii bu süreçte işi AKP karşıtlığının bir fırsatı olarak gören çevreler mutlaka çıkacaktır. Onların diyeceklerinin içeriği mutlaka olmayacaktır. Gayet tabii ki yeniden tanımlanması gereken laiklik ilkesi yeniden yazılırken, bunlar ‘Şeriat geliyor’ sesiyle ortaya atılacaktır. Bu tepkileri verenler artık inandırıcılıklarını yitirmiş durumdadırlar. Bu çevreler artık yenilmiş olduklarını görsünler. Ne kimse onları dikkate alıyor ne de ciddiye alıp dinleyen var toplumda.
Akşam, 16.9.2007
|
Serdar TURGUT
17.09.2007
|
|
|
Siyaset dışı halk dışı |
“Ben doğrusu bu sivil anayasayı hiç içime sindiremiyorum. Bugüne kadar yapılan anayasalar başka bir anayasa mıydı? Hepsi sivil anayasaydı. Anayasa mutlaka yansız ve bilimselliğe dayanan, geniş kapsamlı bilim adamları tarafından yapılmalı.
Siyasetin dışında olmalı, siyasi bir tandansa yandaş olmamalı.” İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak’ın hazırlanmakta olan sivil anayasa hakkındaki görüşleri böyleymiş. Türkçesini anlamakta zorluk çeksek de, sayın rektörümüzün “Anayasayı siyasetçiler yapmasın, biz yapalım” demek istediği anlaşıyor.
Normal olarak, üzerinde yazı yazmaya değecek bir cümle değil bu. Hani koskoca profesöre yakıştıramasanız da, “Ehh, bu da onun fikri” der geçersiniz. Ama dün baktım, bazı köşelerde, Parlak’ın bu konuşmasının diğer rektörler tarafından bir “işaret fişeği” olarak algılanmasını isteyen yazılar çıktı. 28 Şubat günlerinin üniversitelerini özleyen kimi zevat, “Hadi, siz ne duruyorsunuz; Ak Parti’nin taslağına karşı hep birlikte saf tutsanıza” diye çağrılar yapıyor diğer üniversitelere...
Tabii o zaman sizin de, bu zavallı ve talihsiz demeci dikkate almama gibi bir lüksünüz kalmıyor.
* * *
Siyasetin dışında olan, siyasi bir tandansa sahip olmayan bir Anayasa nasıl bir şeydir acaba? Sayın Parlak bize dünyada bir tane “siyasetin dışında” Anayasa gösterebilir mi? Ya da kendisi böyle bir şeyin mümkün olabileceğini düşünecek kadar siyaset biliminden habersiz olabilir mi?
Sanmıyorum. Bütün önemli konularda “Aman bu işe siyaset bulaşmasın” deyip duranlar, aslında “aman bu işe halk bulaşmasın” diyecekler, ama onu diyemedikleri için ayni fikrin kibar bir söyleniş biçimi olarak “siyaset bulaşmasın” diyorlar.
Anayasa sadece bir siyasi belge değil, bütün belgelerin en siyasi olanıdır. Bir toplumu oluşturan katmanların eğilimlerin ve hatta kişilerin bir arada yaşama iradesini ve kurallarını ortaya koyduğu için, o toplumun hangi ortak ilkelerde birleştiğini; nasıl bir yönetim yapısı içinde barış içinde bir arada yaşayabileceğini formüle ettiği için böyledir bu. Siyaset eğer bütün bu tercihleri de dışında bırakıyorsa geriye siyaset adına ne kalır acaba?
Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz tercih, Anayasaya siyasetin bulaşıp bulaşmaması değil, hangi siyasetin bulaşacağı. Ya halkın oylarıyla gelen Meclis’in oluşturduğu siyaset bulaşacak; ya da bürokratik elitin siyaseti... Şimdiye kadarki anayasalar bürokratik oligarşinin siyasi çıkarları doğrultusunda hazırlandı; bu defa becerilebilirse, halk çoğunluğunun siyasi tercihleri doğrultusunda bir anayasa hazırlanacak. Acaba, Parlak’ın asıl içine sindiremediği bu olmasın?
Bugün, 16.9.2007
|
Gülay GÖKTÜRK
17.09.2007
|
|
|
Bir senede nereden nereye geldik |
27 Nisan muhtırasına giden sürecin kanımca ilk önemli sinyali geçtiğimiz Ağustos ayında emekli olan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Karahanoğlu’nun, Tuzla’daki Deniz Harp Okulu Komutanlığı’nda düzenlenen ‘And içme/meç kuşanma ve 2006-2007 eğitim ve öğretim yılı açılış töreni’nde öğrencilere verdiği ilk ders olmuştu.
Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral Yener Karahanoğlu’nun kimi iç ve dış mihrakların Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmak için iş birliği halinde saldırılarını yoğunlaştırdıklarını belirterek ‘Sonlarını kendileri hazırlayan bu zavallılara biz sadece acıyoruz. Bu mihraklar, ya onlar bu ülkeyi terk edecekler ya da Anadolu denizinde boğulacaklardır’ ifadesi herhalde siyasi ve askeri literature geçecek bir ifade olarak tarihte yerini alıyor.
Sayın Karahanoğlu bugün için emekli bir memur ama yaklaşık bir sene önce çok önemli bir rütbede, çok önemli bir görevin başında iken kendi düşüncelerine gore suç işleyen kişilerin ülkeyi terk etmesini ya da boğulacaklarını ifade etmeye çekinmemişti.
Aşağıda da göreceğimiz gibi demokrasi, hukuk devleti gibi konulara hiç girmeden milliyetçilikten Türkçe’ye, laiklikten bağımsızlığa, küresel kapitalizmden AB’ye dek her alanda at oynatmış ama görüşlerini paylaşmadığı kişilerin de ülkeden gitmesi ya da boğulması gibi ilginç yaklaşımlar da sergilemişti.
Aşağıda Sayın Karahanoğlu’nun o ünlü konuşmasından bazı alıntılar yapıyorum:
‘Haince hedefleri, Türkiye Cumhuriyeti ve bu Cumhuriyet’in temel değerleri olan ancak bu hedefleri önündeki esas engelin, gücünü Türk milletinden alan Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu bilen kimi iç ve dış mihraklar ki onlar kendilerini bizim bildiğimiz gibi çok iyi biliyorlar, dün olduğu gibi bugün de Türkiye Cumhuriyeti devleti üzerindeki emellerine ulaşma gayretlerini sürdürürken Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak için iş birliği halinde saldırılarını yoğunlaştırmışlardır. Sonlarını kendileri hazırlayan bu zavallılara biz sadece acıyoruz.’
‘Bu mihraklar, ya onlar ülkeyi terk edecekler ya da Anadolu denizinde boğulacaklardır. Çünkü bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasa ile belirlenmiş temel değerlerine bağlı, kanunlarına saygılı, Ata’sının ilke ve devrimlerini, onun fikir ve düşüncelerini özümsemiş, irade ve kararlılığını her koşulda ispatlamış kurumlar vardır, Türk Silahlı Kuvvetleri vardır, arkamızdan gelen Atatürk’ün gençleri vardır. Sizler varsınız.’
(...)
Temel beklentimiz ülkede böyle buram buram tehdit kokan konuşmaların ve bu konuşma ortamlarının yeniden yaşanmaması; Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının da çağımızda bu tür gerginlik ortamlarının beklenmedik sonuçlar üretebileceğini 27 Nisan ve 22 Temmuz süreçlerinden sonra kavradıklarını düşünüyorum, umuyorum.
2006 Ağustos ayından 22 Temmuz’a giden sürecin kimseye faydasının olmadığı umarım çok net görülmüş, anlaşılmıştır.
Star, 16.9.2007
|
Eser KARAKAŞ
17.09.2007
|
|
|
Budanmasına Sapanca’da mı başlandı? |
“Sivil Anayasa” adı verilen taslak etrafında başlayan tartışmalar bakalım nasıl sonuçlanacak.
Tartışmaların bugün itibariyle geldiği noktayı şöyle özetleyebiliriz:
Komisyon dışında kalan anayasa hocalarının önemli bir bölümü taslağı beğenmedi. Kimi hazırlanış sürecini kimi barındırdığı ruhu eleştiriyor.
CHP ve MHP’den gelen ilk tepkilerin olumlu olmadığı da bir gerçek.
(MHP’den yükselen tepkilere –dünkü yazımda- Faruk Bal’ın açıklamasına yer vererek değinmiştim. İsterseniz bugün de, bir ilk örnek olarak CHP’li Atilla Kart’ın –gerçekten enteresan- açıklamasını aktaralım: Kart, “Ortaya çıkan sonuç; ‘parti devleti’nin anayasal altyapısını oluşturma sürecidir” diyor. Görüyorsunuz; bu kadar olur doğrusu... Her şey tamam ortaya bir de “parti devleti” kavramı atıldı. Böyle bir kavramın varlığı inkâr edilemez tabii ki. Ancak bugünkü CHP hafızasını biraz tazelerse, “parti devleti”nin tarifini ve bu beraberliğin neye benzediğini herkesten iyi kavrayacaktır.)
Farklı çevrelerden yükselen itirazlar da var şüphesiz.
Ancak benim bu çerçevede ilgili çeken asıl tepki, önceki gün Sapanca’da bir araya gelen AKP Anayasa Komisyonu’ndan gelen haberlerde yer alıyor.
Ortada dolaşan haberler doğruysa eğer, söz konusu Komisyon taslağın anayasanın başlangıç bölümü ile değiştirilemez hükümleri olan 1, 2, 3 ve 4’üncü maddelerine ilişkin değişiklik önerilerine katılmamış.
Oysa biliyorsunuz; komisyon üyeleri bir miktar değişikliğe uğramasına rağmen ortada hâlâ bir “anayasa skandalı” olarak duran Başlangıç bölümünü tırpanlamış, ilk 4 maddeyi de hukukun ciddi olması gereken diliyle yeniden formüle etmeyi önermişlerdi.
(Sapanca’da toplanan Komisyon üyelerinden bazılarının fotoğrafları da var gazetelerde. Mesela Cemil Çiçek’i görüyoruz bahçede, üzerinde şort var. Bu fotoğrafın resimaltı şöyle: “Çiçek, şortlu görüntülerinin alındığını farkedince ‘Bu yaptığınız suç değil mi? Savcıya söylesek sizin için sorun olur. Lütfen buradan uzaklaşın’ dedi.” Bu haber gerçeği yansıtıyorsa, durum gerçekten bir kara mizah örneği. “Sivil anayasa” taslağını gözden geçirmek için toplanan komisyonun bir üyesini şortlu görüntüleyen gazeteciler için eski adalet bakanından suç duyurusu! )
Sizi bilmem ama bu haber benim canımı sıktı doğrusu. Anayasa’yı büyük ölçüde değiştireceği söylenen bu hamlenin nefesi daha Başlangıç bölümünde kesilirse işimiz var demektir. Anayasa’nın 1, 2 ve üçüncü maddelerini koruma altına alan 4. maddeye dokunulmayacaksa ne anladım ben bu “sivil”likten...
Yanlış anlaşılmasın; “Türkiye Devleti”nin şekli ve demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti gibi niteliklerine (ve de tabii ki bayrağı, milli marşı, dili ve başkentine) itiraz ettiğim filan yok. Ama bu maddelerin de taslak da olduğu gibi iyi bir dile kavuşturulmasının zamanı gelmedi mi?
Başlangıç bölümünden başlayalım:
Taslak bu bölümün niçin “kısa, özlü ve demokratik değerler üzerindeki vurgusu güçlü bir biçimde yeniden” yazıldığını bakın nasıl gerekçelendiriyor:
“Demokratik anayasacılık geleneğinde, anayasaların yapılış sebepleri ile dayandıkları temel felsefeyi açıklayan başlangıç bölümleri, anayasanın diğer hükümleri gibi uygulanabilir hukuk normları içermezler. Bu nedenle Başlangıç Bölümü, bir kısmı zaten Anayasanın diğer maddelerinde somutlaşan, bir kısmı da hukuken tanımlanması mümkün olmayan ifadelerden arındırılarak...”
Güzel ve akılcı bir gerekçe değil mi bu.
O halde “Hayır kalsın!” demenin ne anlamı var şimdi?
Yeni Şafak, 16.9.2007
|
Kürşat BUMİN
17.09.2007
|
|
|
|