|
|
RAMAZAN TAKVİMİ
Oruç tutan meleklere eş oldu,
Yedilere, kırklara kardeş oldu,
Geride bıraktık dört Ramazanı,
Şükür bugün orucumuz BEŞ oldu.
|
Abdil YILDIRIM
17.09.2007
|
|
İlim adamlarının penceresinden oruç
İslâmın şartlarından biri olan oruç ibadeti, bir çok hikmetinin yanında sağlığımız açısından da önem taşıyor. İşte bilim adamlarının orucun sağlık üzerine etkileri üzerine söyledikleri:
YENİDEN DOĞMUŞ GİBİ
Dr. Hellmut Lützner, “Oruç Sayesinde Yeni Doğmuş Gibi” adlı kitabında, şu gerçekleri dile getiriyor:
“Oruçlunun hissettiği acıkma safhaları, aslında tedavi seanslarıdır. Bu safhalar, hastalıklı ve zararlı maddelerin dokulardan koparıldığı ve vücutta dolaştığı saatlerdir. Oruç sırasında bazı vücutlarda meydana gelen ağız ve ter kokuları, bu zararlı maddelerin vücuttan atılması sebebiyledir. Oruç tutmanın verdiği zevki, sağlamış olduğu şu faydaları öğrendikten sonra daha iyi tadabilirsiniz:
*Güçlü bir maneviyat
*Kendi ruh dünyamıza ve vücudumuza karşı, gitgide artan bir alaka.
* Tasavvur ve hatırlama gücünde elde edilen artış.
*Kendinize olan güveninizin sağlanması ve kararların büyük bir soğukkanlılıkla alınabilmesi.”
Bağımlılık problemini oruçla aşabilirsiniz
Psikolog Jurgen Vom Scheidt, orucun insan psikolojisi üzerindeki etkileriyle ilgili şunları söylüyor:
“Özellikle kendini eşyaya bağımlı hissedenler için bağımsızlık kazanmak, son derece kıymetlidir. Orucun verdiği bağımsızlık duyguları ile böyle bir hazineye sahip olmak mümkündür. Oruç ile esas problemleri bağımlılık olan bütün insanların, uyuşturucu madde müptelâlarının ve alkoliklerin psikoterapi yoluyla tedavi edilmeleri mümkün oluyor.”
ORUCA NİYET ÖNEMLİ
Doktor Helga Bühler, açlık grevi ile oruç arasındaki farkı şöyle belirtmektedir:
“İkisinin arasındaki tek fark, insanın niyetidir. Oruç, pozitif ve istekli bir harekettir. Açlık grevi ise, öfke ve gazaptan kaynaklanır. Bilindiği gibi öfke ve sinirlilik halleri mide asidi üretmekte, mide asidi ise acıkmaya sebep olmaktadır. Dolayısıyla oruçlu kişi açlık hissetmezken, diğeri büyük bir açlıkla karşı karşıyadır.”
ZEHİRLERDEN KURTULMAK İÇİN ORUÇ TUTUN!
Dr. Hellmut Lützner’e göre oruç; vücudun senelerce depo ettiği zehirleri ve pislikleri dışarıya atmanın en tabiî yoludur.
ORUÇ VE MANEVÎYAT
Psikolog Jürgen Von Scheidt, bu konuda şunları söylüyor:
“Dinî bayramların manevî havasını tatmak için, oruç tutarak hazırlanmak şarttır. Oruç, ibadet olmaktan çıkınca, içindeki gizli kıymetler de yok oluyor. Diğer bir ifade ile insan maddiyâta fazla dalınca, maneviyatın kokusunu bile alamıyor.”
ŞİFALI ORUÇ
Orucun unutulan kıymetlerini Batı Dünyasına tekrar anlatmakta büyük payı olan Dr. Otto Buchinger (1882-1970) “Şifalı Oruç” adındaki kitabında, bizzat kendisinin büyük bir hastalık neticesinde oruca başladığını yazmaktadır. Tehlikeli bir mafsal romatizmasına yakalanan Buchinger, hastalığın arttığını, kasların eriyerek karaciğerinin büyüdüğünü ve safra kesesinin tekrar tekrar iltihaplandığını görünce oruç tutmaya başlamıştır. Buchinger, Alman oruç uzmanlarının en tecrübelisi sayılan Gustav Riedl’in kontrolünde oruç tutmuş ve tamamıyla iyileşerek sıhhatine kavuşmuştur.
Dr. Buchinger, on binlerce hasta üzerinde yapmış olduğu araştırmalarını şu cümleyle özetler:
“Tansiyon düşüklüğü gibi istisnalar hariç, hiçbir hastalık yoktur ki, orucun faydası olmasın veya tamamıyla iyileştirmesin! Oruç, bıçağa gerek duyulmayan bir ameliyattır.”
Buchinger ayrıca, tutmuş olduğu oruç neticesinde, zihin ve ruhunda şu tesbitleri yaptığını ifade etmektedir:
*Oruç sırasında, daha iyi konsantrasyon sağlanmaktadır.
* Vücutla birlikte düşünce ve his dünyasında, büyük bir hassasiyet elde edilmektedir.
* Günlük streslerde azalma gözlenmektedir.
* Yürüme ve bisiklete binme gibi bazı sporlarda, vücut dayanıklılığının arttığı fark edilmektedir.
|
17.09.2007
|
|
Sağlıklı olmak
Şüphesiz, hastalıklara sûistimal, ihmal, aşırı yeme-içme, temizliğe riâyet etmeme ve benzeri durumlarda yakalanırız. Ancak, hastalık bir hediye ve ikramdır. Buna karşı sabır ve şükürle mükellefiz. Fakat aynı zamanda canımızdan, nefsimizden sorumluyuz. Hayatımızı düşerek, kalkarak, sürünerek, acı çekerek geçirmek mi doğrudur? Yoksa ayakta kalarak, şükrünü edâ ederek sağlıklı olmak mı daha doğrudur? Hastalanıp yatağa düştüğümüzde Kur’ân ve iman hizmetlerimizi, ibadetlerimizi ne kadar rahat yapabiliriz? Bu vazifelerimizi yaparken sıkıntı çekmez miyiz?
Çok yemek, çeşitli nimetleri peş peşe yemek mideyi yorar, zamanla yağlar şeklinde birikmesine sebep olur. Vücudumuza alınan her farklı yiyeceğe mide tarafından ayrı enzimler (besinleri parçalayan, eriten) salgılandığı için mide yıpranır. Zamanla hastalıklar baş gösterir. Her yıl izine ayrılan insanlar, bir makineyi dinlendirerek tamir eden insanlar, midenin de dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşünmeleri gerekmez mi?
Çeşitli besinler yemek gerekir. Cenâb-ı Allah her sebze ve meyveyi farklı minerallere sahip ayrı bir yapıda yaratmıştır. Fakat bu besinleri ayrı zamanlarda yemek daha uygundur. Hatta faydalı olması için hergün farklı besinlerin yenmesi tavsiye edilir.
Aynı zamanda yemeklerin lezzeti, açlığın nisbetinde olur. Bu şekilde yenilen yemek iştahla yenir. Derler ki iştahsız yenilen aş, ya karın ağrıtır ya baş.
|
Muzaffer BORUZAN
17.09.2007
|
|
İftar sofrası ve lüks
Oruç midemizi, dilimizi, kalbimizi, kulağımızı, kısacası nefsimizi terbiye eden en önemli disiplinlerden biridir. Midemiz açısından imsakla başlayan yemekten uzak durma davranışı iftara kadar devam eder. Hâl böyleyken oruç tutan dilimizi, kulağımızı, kalbimizi de günahlardan uzak tutmak durumundayız. Ayrıca günahlar için bir iftar vakti yoktur. Tam tersine dilimiz için zikrin ve duâların, kulağımız için güzel, lâtif seslerin ve tesbihlerin, kalbimiz için tefekkürün sınırı da yoktur. Peki midemiz için iftar vaktinde bir sınır var mıdır?
Elbette vardır, çok yemek yemenin kalbi öldüreceğine ve midemizin üçte birinin yemekle doldurulmasına dair hadisler vardır. Peki biz ne yapıyoruz? İftarımızı açtıktan sonra midemiz çatlayıncaya kadar yemek yiyor muyuz? Aslında oruç, nefsi ve mideyi terbiye için bir fırsattır. Kanaatim çoğumuz bunu görmezden gelip kuş sütü eksik sofralarda orucun bize öğütlediğinin tersine yemek yemeyi abartıyoruz.
Ayrıca kuş sütü eksik sofralar da önemli bir konu. Geçen hafta Ümit Meriç, son model jipe binen bir kadını tuhaf karşıladığını, bunun yerine daha mütevazi bir otomobile binebileceğini söylüyordu. Bu eleştirileri dinleyen kadınsa, jipini satıp kendine daha mütevazi bir otomobil alırken artan parayı da mahalle bakkallarındaki yoksulların borçlarını kapatmak için kullanmıştı. Bazı muhafazakârlar da zekâtını verdikten sonra istedikleri model arabaya binme hakları olduklarını söylüyorlardı. İslâmiyet insanların özgürlüklerini en geniş dairede sınırlar, onun içindir ki söyledikleri doğrudur ancak insaniyet açısından bakıldığında ben Ümit Meriç’e katılıyorum. Ve birinci görüşün Ramazan’a yansıyan tarafının, orta direk bir ailenin bile ulaşamayacağı iftar sofralarındaki lüksü ortaya çıkardığını düşünüyorum. Ramazan’da lüks ve abartı sofralardan şikâyet ettiğimiz halde neden bu davranışa devam ediyoruz anlamıyorum. Bu lüks yerine daha mütevazi bir sofra hazırlanıp, arta kalan parayla bir iki fakir doyurulabilir diye düşünüyorum. Ne de olsa Ramazan, nefsimizi terbiye ve paylaşma ayı değil mi?
|
Hasan Hüseyin KEMAL
17.09.2007
|
|
Demirdeki sır
Demir, Kur’ân'da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kur’ân'ın "Hadid", yani "Demir" adlı sûresinde şöyle buyrulur:
“...Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik...” (Hadid Sûresi: 25)
Demir külçesi
Demir dünya üzerinde üçüncü en yaygın elementtir ve yerkabuğunun yüzde beşini oluşturur. Demir elementi, yeryüzünde bu kadar fazla miktarda bulunmasına karşın, demirin oluşumu Dünya dışında gerçekleşmiştir. Modern astronomik bulgular, Dünya'daki demir madeninin, uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur.
Ezelî Kelâm’da da "Demiri çıkardık" yerine, "Demiri indirdik" tabirinin geçmesi, bu gerçeğe işaret eder. Böylelikle hem demirin uzaydan yeryüzüne geldiğine, hem de insanlık için büyük bir ‘nimet’ olduğu yönüne işaret edilmiştir.
|
Fatih KAYNAR
17.09.2007
|
|
Sorularla Oruç
* Ramazan ayında oruca niyet etmeyen birisi, gündüz orucunu yese bu kişiye kefaret gerekir mi?
Niyet edilmeyen gün oruç tutulmamış demektir. Oruç tutulmayıp gündüz yemek yendiğinde ise, bozulan bir niyet olmadığı için, kefaret gerekmez. O günün kazası daha sonra gününe gün yapılır.
* Ramazan orucu için bir günün niyetini ne zaman yapmalıyız?
Niyet sahur vakti yapılabileceği gibi, o günün en geç kuşluk vaktine kadar da yapılabilmektedir. Ancak bu vakitten sonraya niyet bırakılmaz. En geç kaba kuşluk vakti niyet yapmak için de, o ana kadar orucu bozacak davranışlardan uzak bulunmak lâzımdır. Yoksa niyet geçersiz olur. Oruca niyet etmenin en erken vakti, bir gün önceki gün batımında başlar. Niyet için en hayırlı ve efdal vakit ise sahur vaktidir.
|
Süleyman KÖSMENE
17.09.2007
|
|
Oruç ve insan
Ramazan ayı ile insan psikolojisinde ortaya çıkan en belirgin farklılık acz ve fakrını hissetmek olmalıdır. İnsan psikolojisinin özünü belirleyen ve en temel yapısını teşkil eden de bu iki özelliktir. Psikolojik yapıyı oluşturan ve insanın varlık ile irtibatını şekillendiren kişilik, farklı alt yapılar üzerine oturtulur. Genetik özellikler, içinde bulunulan çevre, iklim, toplum kültür yapısı ve benzeri pek çok alt özellik, kişilik ve kimlik algısı üzerinde etkilidir. Bu da ferdin varlık ile irtibatını ve hayatın genel âhengine uyum tarzını belirler. Bir yönü ile kişilik, ferdin varlığın genel ritmine kendi âhengini, o ritim ile uyumlu ve âyinesinde yorumlanış şekli ile katmasıdır. Dolayısı ile varlık âleminin sosyal nağmelerinde kişiler adedince farklı melodiler yer almaktadır. Her insan aslında kâinat bestesinin bir gönülde yansımasının duygu ve davranışlar şeklinde dışa dönmesi şeklinde tarif edilebilir. Yani her kişilik, kâinat bestesinin farklı bir yorumudur.
Kişilikler adedince farklı varlık yorumlarının belki de tek ortak noktası acz ve fakrdır. Her insanın ve her psikolojinin temelini oluşturan ana yapı ruhun tâ derinliklerinde hissedilen ve her ferdin Hâlık-ı Kâinat’a karşı hissettiği duygulardır. Konumu ve kimliği ne olursa olsun her ruh halinin ana örgüsü bu duygulardır.
Ancak zaman ve ilerleyen ömür yılları içinde muhtaçlıktan kendi işini görebilir konuma doğru ilerleyen süreçte ferdin başına kalın bir benlik çorabı örülür. Dünya imtihanının en çetin ve çetrefilli tarafı da bu olsa gerektir. Öyle ki zaman içinde insan bu imtihanın içinde olduğunu unutacak şekilde nisyan ile malûlleşir. Yapabildiği, becerebildiği, en nihayetinde kendi kaderinin belirleyicisi olduğu zanları ile bu gafleti iyice kalınlaştırır. Gerçek kimliğinden, sağlıklı psikolojisinden uzaklaşır. Artık acz ve fakrını, dolayısı ile benliğini Rabb-ı Kerim ile bağlayan duygularını unutmuştur.
Bu katı gaflet hali kişinin en büyük batağıdır. Bu durumdan kurtulmadıkça ve gerçek kimliğini, sağlıklı psikolojisini elde etmedikçe, çırpındıkça batacağı bir bataklığa gömülmüş gibidir. Bu halin en güzel ilâcı acz ve fakrını tekrar fark etmek ve o zeminde konumunu yeniden belirlemektir.
İşte Ramazan bu durum için en büyük fırsat. Çünkü oruç, insana acz ve fakrını hatırlatan ve bunu bilinçaltına kazıyan en belirgin mesaj. Bu ayın manevî atmosferi ve bütün bu duyguları hissetmek için en uygun fiilleri, kişinin acz ve fakrını dile getirmekten çok hissetmesine zemin hazırlıyor. Çok acıkmış ve dudakları kurumuş bir insanın sofraya uzanma niyetini ve Rabb’inden gelecek emri beklemesinden daha lâtif bir acz ve fakr hissedişi olabilir mi? Bu insan psikolojisini çok güçlendiren ve bilinçaltını derinden etkileyen bir hâldir.
|
Hakan YALMAN
17.09.2007
|
|
Rehber Şahsiyetler
Cafer-i Sadık (669-765)
Risâle-i Nur’da, “manevî mehdî” (Mektubat, s. 100.), “eimme-i âlişan” (Lem’alar s. 26.) ifadeleriyle kendisinden söz edilen, Hazret-i Ali ve Hazret-i Ebûbekir gibi mübarek bir nesepten gelen Cafer-i Sadık, “on iki imam” olarak kabul edilen silsilenin altıncısıdır. Babası Muhammed Bakır olup, Hazret-i Ali’nin torunu olan Zeynelâbidin’in oğludur.
Cafer-i Sadık, otuz yıl boyunca sürdürdüğü imamet vazifesi boyunca, sadece Şiîler tarafından değil, Sünnîler ve âlimleri tarafından da büyük bir hürmet ve saygıyla karşılandı ve alâka gördü. Emeviler zamanında Ehl-i Beyt’e karşı sürdürülen menfî durumdan kendisi de etkilendi. Özellikle amcası Zeyd bin Ali’nin öldürülmesinden sonra tamamen siyasetten uzaklaşarak kendini dinî hizmete verdi. Abbasiler döneminde de siyasetten uzak durmaya devam etti. Kendisi siyasî faaliyet ve girişimlerde bulunmadığı gibi yakın akrabalarına da, idareyi elde etmeye yönelik faaliyet ve girişimlerden uzak durmaları konusunda tavsiyelerde bulundu.
Cafer-i Sadık 765 yılında Medine’de Hakkın rahmetine kavuştu. Vefatından sonra Şia iki büyük kola ayrıldı. Oğullarından İsmail adına müsteniden “İsmailiye” ve Musa Kâzım’ı imam olarak kabul eden “İsnaaşeriyye.” Ehl-i Sünnet nezdinde müstesna yeri olan ve hürmetle yad edilen Cafer-i Sadık, hadis ilmindeki vukufiyeti ve üstün şahsiyetinden ötürü bu alanda; güvenilir, itimada lâyık kimse anlamında gelen “sika” ünvanıyla tanınır ve kabul edilir. Doğru sözü söylemekten sakınmayan, ifrata gidip özellikle Ehl-i Beyt konusunda haddi aşanlarla mücadele etti. En önemli lâkaplarının başında “sadık” unvanı gelir.
Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelen Cafer-i Sadık için şu ifadelere yer verir: “Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer manevî mehdî hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.” (Mektubat, s. 100.) Peygamber Efendimizin Hazreti Hasan ve Hüseyin’e gösterdiği sevginin arka planında onların mübarek soyundan gelenlerin de hissesi vardır. Hazreti Hüseyin’e (ra) karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, onun nuranî silsilesinden gelen Zeynelabidin, Cafer-i Sadık gibi şanlı imamların ve “hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevat-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i Risâlet hesabına boynunu öpmüş, kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.” (Lem’alar, s. 26.)
|
Araştırma Merkezi
17.09.2007
|
|
Beynin etkin kullanımı
Beynin etkin kullanılıp kullanılmadığı tartışılabilir. Fakat kim ne derse desin, beyin denilen harika organın hakkıyla kullanılmadığı konusunda işin otoriteleri olan bilim adamları hemfikir.
İnsanları, beyinlerini kullanma durumlarına göre kategoriye ayırmak mümkündür.
Birinci grup
25 yaşına kadar lisans eğitimini tamamlayıp devlet memurluğuna kapağı attıktan sonra, okuma, yeni gelişmeleri araştırma gibi meşguliyetlerden uzaklaşmış, sadece rutin işlerle uğraşanların beyin gelişimi artık durmaktadır. 20-25 yıllık tecrübe sahibi olduklarında da, hep aynı yönlerini öne çıkarırlar. Resmî ideolojinin istediği insan profili böyledir. İleri yaşlarda bunama ve alzheimer hastaları da bunlar arasından çıkar.
İkinci grup
Bunlar aykırı ve sıra dışı olanlar. Lisans eğitimi ile yetinmeyenler. Devamlı araştıran, kitaplarla haşir neşir, yeni gelişmeleri yakından takip eden, tekâmül sırrını iyi anlamış, “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” hadisini pratiğe yansıtmış olanlar. Kalıplara, kurallara ve kabına sığmayanlar, beynini aktif tutanlardır.
Zira beyin sürekli yeni bilgi ve verilerle uyarıldığı zaman zinde kalıyor. Beynin ilâcı yeni uyarı, zihinsel aktivite, heyecan, hareket, faaliyettir.
“İki günü eşit olan ziyandadır” hadisini doğru anlayanlar, beyinlerini etkin kullananlardır.
Risâle-i Nur talebeleri, kesintisiz okudukları ve sürekli tefekkür halinde oldukları için beyinlerini etkin kullananlar grubundadır.
|
Dursun SİVRİ
17.09.2007
|
|
İftar Sofrası
Kayısılı muhallebi
Malzemeler:
*3 kahve fincanı toz şeker *3 kahve fincanı un *1 litre süt *1 yumurta sarısı *Vanilya *75 gr tereyağ *8-10 kuru kayısı *Biraz badem *Ayrıca 1 bardak şeker
Hazırlanması:
Süt, un, şeker ve yumurta sarısını karıştırıp muhallebi gibi pişirin, vanilya ve yağ ekleyip biraz çırpın.
1 bardak şekeri az su ile karamelize edilp ıslatılmış yuvarlak borcama yayın.
Üzerine haşlanıp ikiye bölünmüş kayısıları dizin. Haşlanıp kabukları soyulmuş bademleri aralarına dizin. Muhallebiyi dökün. Buzdolabında bir gece bekletip ters çevirerek servis tabağına alın. Afiyet olsun.
|
17.09.2007
|
|
Allah ve Resûlü ne dedi?
*Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, ap açık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile batılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.” (Bakara Sûresi: 185)
*Resûl-i Ekrem (asm) şöyle buyurdu:
“Herşeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur.”
|
Derleyen: Erhan AKKAYA
17.09.2007
|
|
|
|