Türk sinemasının kendi dilini bulamadığını söyleyen Ömer Lütfi Mete: “Bunun için önce iki temel şart var: Biri, kendi kendisi olabilmek, kendi kültürü ile bütünleşmiş ve evrensele açılabilecek dünya görüşüne sahip bulunmak. İkincisi de üst düzey san’atçı derinliğine sahip bulunmak.”
*Türk sinemasının geldiği noktayı kısaca özetlemek gerekirse neler söylenebilir? Emekleme dönemi bitti yürüyor mu, yoksa koşuyor mu?
Hiçbir şeyin bittiğine inanmıyorum. Türk sineması kendi dilini daha bulabilmiş değil. Bunun için önce iki temel şart var: Biri, kendi kendisi olabilmek, kendi kültürü ile bütünleşmiş ve evrensele açılabilecek dünya görüşüne sahip bulunmak. İkincisi de üst düzey san’atçı derinliğine sahip bulunmak. Bizde ya sanat’çılık yanı güçlü oluyor sinemacının, ya da beslendiği iklimden evrensele açılabilme yanı. İkisi bir araya geldiğinde büyük ve özgün sinemacı ortaya çıkacak, o zaman da ‘Türk filmi’ denebilecek, ‘Türk Sineması’ denebilecek ürünler ortaya çıkacak.
*Türkiye’de film festivalleri düzenleniyor, altın portakallar vb var.. Bu tür yarışmaları ve verdikleri ödülleri daha doğrusu ödül verilme şeklini nasıl yorumluyorsunuz? Teşvik edici olarak kabul edebilir miyiz?
Bizde festivaller biraz ‘körler sağırlar, birbirini ağırlar’ misali herkesin kendi dostuna veya meşrebine destek çıktığı yarışmalara sahne oluyor. Gerçi dünyanın bütün festivallerinde san’atın önüne geçen başka mülâhazalar olur, denge gözetmecilik ağır basabilir. Bir yarışmada, ötekilerine çok üstün fark atabilen bir şaheser ortaya çıktığında, yapılan seçimin doğruluğuna inanılır ama çoğu zaman jüri kimseyi memnun edemez. Bizdeki jürilerde ne gibi tartışmaların yapıldığını, hangi dengelerin arandığını, hangi türden tarafgirliklerin yaşandığını bilen biri olarak henüz bu san’at dalında yarışma kültürümüzün ötekilerden daha ileri olmadığını düşünüyorum.
*Türk sinemasına devlet desteği veya devletin bakışı nasıldır? Devlet gözüyle Türk sineması bizim çocuklar bir şeyler yapıyor gibi görünüyor sizce?
Bazı siyasiler sinemanın önemini, şahsî merakları dolayısıyla bu san’ata yatkınlıkları yüzünden daha iyi kavramışlardır. Mumcu bunlardan biriydi. Onun döneminde Türk sineması için çok elverişli düzenekler hazırlandı. Ancak bürokratlar bunların doğru işlemesini engellediler. Onların da kendilerine göre katılabileceğiniz veya katılmayacağınız gerekçeleri var. Başlangıçta devletin bu sektöre yaptığı ve yapacağı teşvikleri istismar edecek çokça üçkâğıtçı, sinema adamı diye ortaya çıkabilir, fırsatı kötüye kullanabilir. Fakat Mumcu’nun zamanında öngördüğü sistem bunları ayıklayabilecek, böyle üçkâğıtçılar devleti ancak bir kere aldatabileceklerdi. Atilla Koç da sinemayı önemseyen bir bakan ama bürokratları, her bakanlıktakiler gibi, işin ruhuna vakıf ve hâkim değiller. Sinemanın devlete neler kazandırabileceğini bilmiyorlar. Kaldı ki devletin sinema için ayırdığı fon, yine sinemaseverlerin ödedikleri paralardan sağlanan bir kaynaktır... Bu mevzuda söylenecek çok söz var. Fakat işin özü şudur: Türkiye’de tarım, turizm ve sanayi sektörüne yapılan teşvikler gibi sinemaya yönelik teşvikler de devleti bir şey yaparken gösteriyor ama ciddî bir sonuç elde edilemiyor. Ya teşvik yetersiz kalıyor veya kötüye kullanılıyor...
SİNEMA İŞİN BAŞINDA
ÇIRAK OLARAK ÖĞRENİLİR
*Türkiye’deki sinema eğitimi konusunda neler söylenebilir?
Bu konuda en inandığım eğitim alaylı sistemdir. Resmî veya özel kurumların verdiği sinema eğitimi, hayatta ne kadar etkili oluyor, onu ölçemem. Alaylı sistemden gelmiş bir sinema adamı olarak pek çok eksiklerim olabilir ama işin mektebinden gelenlerin de mükemmelliklerinden söz edemeyiz. Sinema iş başında, çırak olarak öğrenilir. Yazacaksanız yazanların yanında pişeceksiniz, yönetecekseniz de sette ve stüdyoda dirsek çürüteceksiniz.
*Türk gençliği eski heyecanına nasıl kavuşur? Türk gençliği 1980’den sonra okumaya başlamıştı ama 1990’dan sonra sanki okuma unutuluyor gibi mi? Sizin görüşleriniz nelerdir?
Gençliğin okuma alışkanlığının yavaş da olsa geliştiğini sanıyorum. Kitap yayıncılığı geliştiği için böyle söyleyebiliyorum. Bu durumun daha iyiye doğru gideceğini düşünüyorum. Günümüzde artık kitap da artık öteki piyasa ürünleri gibi tanıtımlarla, özendirmelerle kendine pazar buluyor. Önce iyi tanıtacaksınız kitabı, sonra iyi dağıtacaksınız. Bunu yapabilenlerin kitapları daha çok satıyor, ötekiler az satıyor. Öyleyse mesele okuyucu bulup bulamama meselesi değil, okuyucu adayına ulaşıp ulaşmama veya yeni okuyucu geliştirip geliştirememe konusu ile karşı karşıyayız...
|