AKP’nin zaferi ve Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı ile sonuçlanan demokratik süreç Batı’nın dikkatlerini yeniden Türkiye’ye yöneltmiş bulunuyor. Bu çerçevede ortaya atılan, “Türkiye’de dinciler kazandı, laikler kaybetti” türünden kolay yorumları daha önce eleştirmiştik.
Bu yorumlar bile gerçek Türkiye’nin Batı’da ne kadar az tanındığını ortaya koymaya yetiyor. Türkiye’ye yüzeysel bakan Batılı dostlara karşı her zaman zaten “Türkiye’yi izlemeye devam edin, beklenmedik gelişmeler görün” türünden bir yaklaşımımız olmuştur.
Dost olmayan yabancılara her zaman söylediğimiz ise, “Türkiye’nin en büyük silahı sizin gibi kişilerin bu ülkeyi azımsamalarıdır” olmuştur. Nitekim modern tarihimiz Türkiye’yi azımsamanın sakıncalarını açıkça göstermiştir.
Taahhütler dikkat çekiyor
Burada ağırlığını hissettirmeye başlayan bir üçüncü kategori daha var. Türkiye’yi giderek daha çok tanıyan, tanıdıkça da bu ülkenin genel olarak Batı için, özel olarak da Avrupa için var olan kaçınılmaz önemini çok daha iyi anlayan kişiler.
Örnek olarak, daha birkaç gün önce International Herald Tribune gazetesinde, Türkiye’nin Avrupa için büyük önemini vurgulayan bir ortak yazıyı kaleme alan İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt ile İtalya Dışişleri Bakanı Massimo D’Alema’ya işaret edebiliriz.
Bildt ve D’Alema gibi son derece olumlu bir perspektiften bakan kişiler Türkiye’nin önemli gelişmelerin eşiğinde olduğunun tabii ki farkındalar. Hükümetin demokratik özgürlükleri genişletme taahhütleri ise bu çerçevede özellikle dikkatlerini çekiyor.
Sedat Ergin’in de önceki günkü yazısında kullandığı ifadeyle bu taahhütler AB çevrelerinde de birer “senet” olarak kabul ediliyor. Özetle, sadece genişletilmiş özgürlükler yönünde beklentisi olan vatandaşlarımız değil, aynı zamanda AB’de Türkiye’ye olumlu bakanlar da yeni hükümetin performansını bizzat hükümet programında yer alan iddialı kıstaslara göre ölçecekler.
Bizi olumsuz tanıtıyor
Bu yüzden de, hükümetin önümüzdeki dönemde AB kanadından 301’inci madde hakkında çok şey işiteceğini şimdiden anlıyoruz. Nitekim, AB çevrelerindeki, “Hükümetin bu maddeyi ya kaldırmak, ya da gözden geçirmek için bir bahanesi kalmadı” şeklindeki kanıyı daha önce yansıtmıştık.
Ancak, AB bir yana, bizler bu reformları gerçekten söylendiği gibi, “başkaları için değil, Türkiye için yapıyorsak”, o zaman 301’inci madde hükümetin vaat ettiği yeni Türkiye’ye zaten yakışmıyor.
“Türklük” ise Türklerin gösterecekleri ve takdir toplayan nesnel başarılarla yücelecek olan bir kavramdır, yasaların zorlamasıyla değil.
Şunu da unutmamak lâzım: Türkiye’de “etnisite” itibariyle Türk olmayan, ama bu vatana sadık olan “Türkiyeli” insanlar da var. Mevcut haliyle 301 ise, Başbakan Erdoğan’ın son günlerde başlattığı talihsiz, “Ya sev, ya terk et” tartışmasının yasalara oturtulmuş farklı bir şeklinden başka bir şey değil.
Bu madde aslında Türkiye’ye de hizmet etmiyor, aksine, bizi dünyaya olumsuz tanıtıyor. Bu yüzden bu madde hükümeti değerlendirirken kullanılacak en önemli kıstaslardan biri haline gelmiş bulunuyor. Hükümetin bunu göz ardı edebileceğini sanmıyorum.
Milliyet, 6.9.2007
|