Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

AKP’yi bekleyen en büyük tehlike

AKP Kasım 2002 seçimlerine çiçeği burnunda bir siyasal parti olarak, 2001 krizini izleyen çok özel bir konjonktürde girdi ve tek başına iktidara geldi.

Bu seçim sonuçlarında yani 2002’de yüzde otuz beş oranında oy elde edilmesinde 2001’in tüm toplumu çok derinden etkileyen kriz ortamının etkisi yadsınamaz.

Ancak, AKP kurmaylarının başarılı bir biçimde yürüttükleri sistemik muhalefetin de bu seçim başarısında büyük payı oldu.

2002 Türkiye konjonktürü, Sayın Erdoğan’ın ilginç bir mücadele sonrası TBMM’ye girişi, Başbakan olması ve kanımca hepsinden de önemli olmak üzere o dönemin çok özel AB konjonktürü AKP’nin toplum içinde desteğinin sistematik bir biçimde artışını sağladı.

Burada, AB sürecinin önemini bilinçli bir biçimde öne çıkarmamın temel nedeni AB müzakerelerinin açılmasına giden dönemde ülkemizde AKP önderleğinde gerçekleştirilen yasal dönüşümlerin yaklaşık yüz yıllık kökleşmiş ve köhnemeye başlamış bir sistemin temel taşlarına muhalefet anlamına gelmesi.

Sistemin köhnemiş yapı ve görüntüsü ile bütünleşmeden ama beceriksizlik ve iktidarsızlık görüntüsü de sergilemeden gerçekleştirilen bir dizi yasal, anayasal reform ve Erdoğan’ın ekibinin bu dönüşümlere sahip çıktığı görüntüsü, köhnemiş sistemin sahipliğine soyunan CHP ve kimi bürokratik yapılarla uzlaşmaması da AKP’nin TBMM’de yaklaşık üçte ikilik bir sandalye çoğunluğuna rağmen ‘muhalif parti’ olma görüntüsünün sürmesine neden oldu.

2002 seçimlerinden yaklaşık 18 ay sonra yapılan yerel seçimlerde AKP’nin ülke genelinde oylarını yüzde kırkın da üzerine taşımasında temel faktör kanımca yine AB reform sürecinin getirdiği ‘sisteme muhalefet yapan parti’ görünümü oldu.

2005 senesinden itibaren AKP’nin AB reform sürecini yavaşlatması ile birlikte toplumda iktidardaki muhalif partisi görüntüsü zedelenmeye ve bu zedelenmeyle birlikte de başka siyasal güçlerin, örneğin kendine ulusalcı diyen kesimlerin seslerinin daha gür duyurmaları paralel süreçler oluşturdular.

Bu süreçte AKP’nin büyük bir dirayetle yürüttüğü ekonomi programının topluma taşıdığı istikrar havası AKP oylarının düşmemesinde temel rol oynadı ama özellikle 2007 başından itibaren ülkede estirilen bürokratik tahakküm havası, 27 Nisan muhtıra süreci, 367 meselesi AKP’yi yeniden ‘iktidardaki muhalif partisi’ çerçevesinin içine oturttu.

Ekonomik istikrar programındaki önemli başarı, 2007 senesinde yeniden oluşan ‘iktidardaki muhalefet partisi’ görüntüsü ile birleşince de 22 Temmuz sonuçları doğdu.

AKP kurmaylarının bir an bile akıllarından çıkarmaması gereken temel meselenin bu partinin toplumsal desteği ile ‘iktidardaki muhalefet partisi’ imajının at başı gitttiği gerçeğidir.

Önümüzdeki dönemde yeniden hızlanmasını umduğumuz AB süreci, sivil anayasa tartışmaları AKP’yi yeniden ve belki de daha güçlü olarak uzun bir süre daha ‘iktidardaki muhalefet partisi’ çerçevesine yerleştirecek.

Ancak bu kez, Çankaya’nın da sistematik muhalefeti ortadan kalkıyor, toplum desteği yüzde elliye yakın, ikinci dönem iktidarın getirdiği belirli bir yorgunluk ve yıpranma var; belki de en önemlisi üçüncü kez iktidar eski deneyimlere göre zor görülebilir.

Bu faktörler bir araya gelir AKP’yi çevre partisi görüntüsünden ideolojik olarak statükoya çeker, parti ‘iktidardaki muhalefet partisi’ görüntüsünü yitirirse bu kez üçüncü dönem iktidar şansı gerçekten kaybolur.

Ama esas olarak da Türkiye önemli bir dönüşüm şansını yitirir; bu durumun hem AKP hem de Türkiye için büyük bir talihsizlik olacağına kuşku yok.

Önümüzdeki dönem AKP’nin kendini içlerine çekmek isteyen statüko güçlerine teslim olma ya da olmama macerası dönemi olacak.

Statükoya teslim olan liderler ve partilerin küçümsenmeyecek bir devlet ikbali gördüklerine kuşku yok.

Sayın Erdoğan’ın ve Sayın Gül’ün temel tercihlerinin statüko ile uzlaşma mı yoksa Türkiye’yi AB’ye sokan tarihsel lider prestiji mi olacağını hep beraber izleyeceğiz.

Star, 26.8.2007

Eser KARAKAŞ

27.08.2007


 

AKP’li yazarın isyanı

İncinmek ve incitilmek ince bir ayardır aslında. Genelde nedense de çok çabuk incinen insanlar çok da kolay incitirler hem de hiç bunun farkına varmadan. Bu nedenle incelik ya da kabalık, incitmek ya da incinmek başka duygusal durumlar gibi çok subjektiftir.

Ülke siyasetine ilişkin değerlendirmeler yapar, kazanan kaybedenleri şahsileştirmeden duygularınız değil düşüncelerinizi paylaşırsınız, bakarsınız birileri alınır. Oysa konu ne duygusaldır ne de şahsi bir şeydir sadece bir değerlendirmedir.

Tek sesli bir koroya dahil olmak istemezseniz de tepkilere hazır olmalısınız. Öncelikle kendi mahallenizden gelir suçlamalar.

“Niye bizim gibi düşünmüyorsun” soruları, sürüye boyun eğmek zorundasın yaklaşımı imani bir sorgulamaya bile dönüşebilir çoğu zaman. “Yoksa sen de mi onlar gibi oldun, davayı satıyorsun?” “Hangi dava ne davası, fanatik mahalleli olmak zorunda mıyım, ne fırsatları değerlendirmek ne de yıldızların yükselişini yakalamak ne de siyasi arenada şahsi ikballer gibi bir derdim var” demeye kalmadan mahalleli kıyıcılığı “kimlerle yanyana duruyorum, burada ne işim var” sorusunu sordurur insana...

Allahtan inanç dünyamın şekilenmesinde insanlar değil İslami öğretiler etkili oldu!

“Size oy vermek için 2000 euro harcadık” diyen Almancılar...

“Size bunun için mi oy verdim hem de sizin ikiyüzlü olduğunuzu düşünürken” diyen MHP’liler...

“Müslümanların başa geçmesini istemiyor musun”, “Bizi içimizden mi vuruyorsun”, “Başörtüsünü çıkarın, niçin kullanıyorsun” ve en acımasızı da “Sen Gül’ün niye cumhurbaşkanı olmasını istemiyorsun sürtük” diyen dinciler... Dinciler diyorum çünkü Müslüman ahlakını benimsemeden dindarlık iddiasında olanlarla da, bir kadına sadece siyasi alanda farklı fikirlerin tartışılabilir olmasını seslendirdi diye hakaret edebilenlerle de bir kardeşlik hukukumuzun olmadığını düşünüyorum.

Bir de tabii ne demeye çalıştığımı anlamayıp tepki verenler “Biz onu hiç öyle bilmiyorduk, çok kırıldık” diyenler, mimleyenler hatta fişleyenler... İşlerine geldiği yerde “Ne güzel temsil ettin başörtülüleri” diyenlerin “Başka bir bakış açısı ile konuya baksak” mırıldanmalarında bile çıldırabiliyorlar olmaları insanı ürkütüyor. Üstelik sorgulamayı her alanda olduğu gibi siyaset içinde önemseyen birisi olarak müteaddit defalar dile getirdiğim farklı, muhalif fikirlere destek çıkanların tutumlarını da yadırgıyorum. Hem de zaten ikbal, statü, mevki derdinde ve görünümünde olmadığım ortada iken!

Tüm bunlar koroya dahil olmadım ve cumhurbaşkanlığı tartışmalarını gerilim konusu yapmadan çözme alternatifleri bulunabilir mi dediğim için. Dediğim de tam da budur. Yoksa Sayın Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkmak değil/ velev ki çıkmış olsaydım kimbilir başıma neler gelirdi kimbilir mürtedlikle bile suçlanabilirdim/. Üstelik bu konuda katıldığım siyasi toplantılarda da kesinlikle Sayın Gül’ün cumhurbaşkanı olması gerektiği konusunda görüş bildiren birisi olarak haksızlığa uğradığımı düşünüyorum.

Hiçbir şey talep etmeden yürüttüğüm siyaset tarzı içinde, başörtüsünün sözkonusu olduğu her yerde “Aman kimseye zarar vermeyelim” anlayışı içindeyken gördüğümüz destek bu sefer nedense tam tersi bir şekle büründü. Haksız tepkiler insana mahalle ahlakını sorgulatıyor ne yazık ki...

Yeni Şafak, 25.8.2007

Ayşe BÖHÜRLER

27.08.2007


 

Çankaya değiştirir

Biliyorum bu yazıyı kimileri 11’inci Cumhurbaşkanı’nı peşinen aklama niyeti diye okuyacak.

Belki tam aksini düşünenler de çıkacak, “dindar cumhurbaşkanı değişmemeli” inadı nüksedecek.

Halbuki bu yazının başlığı temenni veya korkuya değil masum gözlemlere dayanıyor.

30 yıla yaklaşan meslek yaşamımda 4 cumhurbaşkanı gördüm.

Eğer seçilirse Abdullah Gül beşincisi olacak. Geçmiş tüm cumhurbaşkanları Çankaya sürecinde değişti. Abdullah Gül’ün başına aynısının gelmemesi için makul bir sebep düşünemiyorum.

* * *

Dün gün boyu eski telefon defterlerini karıştırdım.

Çankaya sakini dört ismin en yakınlarıyla konuştum.

Hepsine aynı soruyu yönelttim:

- Tanıdığınız lider nasıl ve neden değişti?

Hepsinin üzerinde anlaştığı gerekçe aynıydı.

Çankaya’da siyaset yok. Dahası icraatın oy karşılığı yok.

Bu yokluk -belki de boşluk- siyasetçiyi devlet adamına dönüştürüyor.

Ancak siyaset kozasının kırılması zaman alıyor.

Cumhurbaşkanı veya devlet başkanı refleksleri kolay kazanılmıyor.

Ve başlıkta iddia ettiğimiz gibi; Çankaya değiştiriyor.

Kenan Evren’i düşünün, darbeyle geldi, yüzde 92 oyla seçildi. (Yeni Asya’nın sorusu: Nasıl ve hangi şartlarda?) Turgut Özal başbakanlığında reformlarıyla anıldı ama Köşk’teki son yılında hiçbir icraata geçit vermedi. Askeri darbe mağduru Süleyman Demirel Refahyol’u bitiren süreci yöneterek tarihe geçti. Ahmet Necdet Sezer seçildiğinde muhafazakár medya ile liberaller bayram etti, bugün sadece ulusalcılar tarafından uğurlanıyor.

* * *

Başbakanlık politikaya, Çankaya devlete ipotekli olduğuna göre... 864 rakımlı tepeye son 25 yılda çıkan her siyasetçinin kurduğu partiyle kavga etmesi herhalde rastlantı sayılmaz.

Turgut Özal ve Süleyman Demirel örnekleri ortada iken bakalım Abdullah Gül ne yapacak?

Çankaya Köşkü’nde devlet refleksinin siyasete egemenliğine en çarpıcı örnek başyaverlik kurumudur.

Çankaya Köşkü başyaver ve yardımcısı dört yaver tarafından yönetilir desek yeridir.

Başyaverin talimatnamesi yani görev yönergesi bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaleme alındı ve o günden bu yana değişmedi.

İstisnaları olmakla birlikte genellikle kurmay albaylardan seçilen başyaverlerin Köşk’ten sonraki kariyerleri de parmak ısırtır... Kenan Evren’in başyaveri Çevik Bir, Turgut Özal’ın başyaveri Aslan Günel ve Süleyman Demirel’in başyaveri Reha Taşkesen gibi...

Biliyorsunuz, her askerin odasında doğrudan emir aldığı komutanların fotoğrafları asılı durur. Başyaverin arkasındaki iki fotoğraf Genelkurmay Başkanı ile İkinci Başkan’a aittir. Bu aracısız iletişim haberleşmeye de yansır. Başyaverin kriptolu telefonu doğrudan Genelkurmay’a bağlıdır.

Bu kadarı bile Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda başkomutan olduğuna kanıt sayılmaz mı?

* * *

Abdullah Gül’ün Köşk’te siyasetçiden devlet adamlığına dönüşmesi, eşinin türbanın şeklinden, geride bıraktığı partisinin çizgisinden çok daha önemlidir.

Hürriyet, 26.8.2007

Enis BERBEROĞLU

27.08.2007


 

ADL, Ermeniler, Kongre

Giderek daha belirgin hale gelen bir gerçek var. Türkiye’nin dış politikasının en yakıcı mevzuları aynı zamanda Türk iç politikasının en yakıcı konularıyla yakından bağlantılı. İç politikasında sorunlarını çözemeyen, yakın tarihine soğukkanlılıkla bakmayı beceremeyen bir Türkiye dış politikada sürekli ikilemler yaşamaya mahkum.

Her sıkıştığında Türkiye stratejik önemini gündeme getirerek kendi tezlerini zayıflatıyor. Zaaflarının başkaları tarafından kendisine karşı koz olarak kullanılmasının önünü açıyor. Ermeni tasarıları meselesinde olan da özetle budur.

Bu felçlilik halinin önemli boyutlarından biri, kamuoyunun bugüne kadarki yönlendirilme şekli. Türkiye’de yaşayan insanların kendisini nasıl gördüğüyle, nasıl olduğu arasında ciddi fark var. Örneğin toplum hoşgörülü olmayı özelliklerinden biri diye görmesine ve sevmesine rağmen tüm kamuoyu yoklamaları durumun hiç de böyle çıkmadığını gösteriyor.

‘Etnik temizlik’ diyorlar

Bugünlerde devletin resmi tarih kurumunun başkanı düpedüz ırkçı kategorilerle konuşup, ellerinde etnik kökene dair listeler bulunduğunu açıklayabiliyor. Bazı vatandaşların “maalesef” Ermeni kökenli olduklarını söyleyebiliyor. Bunun faşist, soykırımcı çağrışımlarının ya farkında değil ya da umursamıyor. İçeride ırkçı söylemlerin, en bayağı antisemitizmin yaygınlaşabildiği bir ülkenin de dışarıya Ermeni meselesinde kendi tezlerini kabul ettirebilmesi mümkün olamıyor.

Amerikan Yahudi derneklerinden ADL’nin (İftirayla Mücadele Birliği) başkanının Ermenilerin Osmanlı döneminde maruz kaldığı “katliam ve zulmü”, “soykırım” olarak değerlendirme kararının bağlamlarından biri bu. Osmanlı Ermenilerinin 1915’ten sonra yaşadıklarını dünyanın dört köşesinde en hafifinden etnik temizlik olarak görenler dünya kamuoyunun çoğunluğunu oluşturuyor.

Türkiye veya Türklere garezi olmayan ciddi bilim insanlarının makale ve kitaplarında da benzer yaklaşım hakim. Durumun böyle şekillenmesinde soykırım kavramının ve sözcüğünün günümüzde çok daha sık ve kolay kullanılmasının da etkisi var. Ancak belli ki bugüne dek sürdürülen resmi politikalar Türkiye’nin tezlerinin kabul görmesini sağlamakta yetersiz kalmış. Ermeni meselesinde Türkiye dünya kamuoyu indindeki maçı kaybetmiş durumda.

Sınırı açmamanın bedeli

ADL üyelerinin de çoğunlukla bu kanıda olduğuna şüphe yok. Nitekim son olayın patlamasına yol açan gelişmeler de ADL’nin bir bölgesel şubesinin soykırım tanımlamasını benimsemesiyle başladı. Şube başkanı görevden alındıktan sonra kıyamet kopunca ulusal örgüt başkanı Ermenilerin başına gelenleri soykırım olarak tanıyacaklarını, ancak yasa haline gelmesine karşı çıkacaklarını beyan etti. Daha sonra İsrail Cumhurbaşkanı’nın da baskısıyla hafiften çark etti ya da eder gibi yaptı.

ABD Kongresi en geç gelecek yıl Ermeni soykırım tasarısını kabul edebilir. Bunu yaparken yegane kaygısı iç politika olacaktır. Başkanlık seçiminin yapılacağı bir yılda Ermenilerin yoğun ve güçlü olduğu Kaliforniya’dan seçilmiş Temsilciler Meclisi Başkanı, kendisini tasarıyı geçirmek zorunda hissedecektir. Türkiye’nin bu konuda yapabilecekleri sınırlıdır. Bush’un tasarının geçmesini önlemesi ancak Amerikan askerlerinin hayatının tehlikeye atılacağına Kongre’yi ikna etmesiyle mümkündür.

Sonuçta Türkiye, ABD iç siyasetindeki bir oyunun parçası haline gelmiştir. Yıllardır surdürülen politika iflas etmiş, Ermenistan ile sınırı açmamanın bedeli artık ortaya çıkmış sayılır. Türkiye kendisini bu prangadan ve şantaja açık durumdan kurtarmak zorundadır.

Sabah, 26.8.2007

Soli ÖZEL

27.08.2007


 

AKP’nin muhafazakârlığı nedir?

AKP’nin muhafazakârlığının haddini, şeklini, şemailini bilen birileri var mı?

Muhafazakâr bir parti olan AKP’nin ‘muhafazakâr bir Türkiye tasavurru’ sahibi olması en tabii hakkıdır. Peki ama bu tasavvur nedir? Bunun resmini yapabilecek olan birileri var mı?

Bu resmin Baykal ve cenahından gelemeyeceği açık. Onlara göre bu Taksim’de camiyle başlar, aklın ulaşamayacağı bir menzilde biter. (Ki haberlere göre AKP, Taksim’e cami değil, Cumhuriyet Müzesi öngörüyormuş.) Buyur buradan yak kendini Baykal.

Peki nedir AKP’nin muhafazakârlığı? Zina yasası çıkarıp ertesi gün vazgeçmek mi?

301’in cismini değil ama ismini muhafaza etmeyi arzulamak mı? Nedir Allah aşkına AKP’nin muhafazakârlığı? Türbanlı kızların ellerinden zorla alınmış ‘öğrenim haklarını’ bir gün iade etmeyi hayal etmek mi?’ Ekonomide liberal olmak mı? (Ki bu artık kimilerine ve bana göre tam tersini temsil ediyor.)

Bunlar mıdır muhafazakârlık?

CHP’nin cisminden büyük gölgesi AKP’nin üzerine düşünce, ‘ampulünün ışığı’ dışında AKP görünmez hale gelmiştir. Şimdilik görünen yalnızca AKP’nin hak edilmiş pırıltısıdır.

Peki AKP’nin görünmeyen yanını, ‘Muhafazakâr Türkiye’ tasavvurunu bize kim anlatacak? Umduğundan fazla büyüyen AKP bu tasavvuru yolda kaybetmiş midir?

Radikal, 26.8.2007

H. Gökhan ÖZGÜN

27.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri