ABD Dışişleri’ndeki bir kokteylde, biri İtalyan, diğeri Alman iki diplomatla sohbet ediyordum.
22 Temmuz sonuçlarının ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının AB açısından anlamını konuşurken, iki Avrupalı diplomat da düğmelerine basılmış gibi aynı anda, neredeyse aynı kelimelerle, ‘Türkiye bizi hayrete düşürdü’ anlamında birer cümle söylediler.
Bu senkronizasyona gülüştük; sonra, neye hayret ettiklerini dinledim.
Devlet ve toplum
Özetle, toplumumuzun değişim hızıydı bu iki diplomatı (ya da onlar üzerinden genellersek AB’yi) şaşırtan.
2001’de başlayan, AKP iktidarının ilk iki yılında hızlı ilerledikten sonra 2005’te duralayan reform sürecinin ilk aşamalarında, ‘Kararlar parlamentodan pat pat geçiyor ama toplum bunu sindirecek mi?’ sorusu AB’nin (ve ABD’nin) kafasında vardı.
Bugün artık soru böyle sorulmuyor. Merak edilen, AKP’nin yeni dönemde, toplumdaki değişimi layıkıyla taşıyıp taşıyamayacağı... Sorulan, toplumun reform isteyip istemediği değil, Meclis’in bunun gereğini ne ölçüde yapacağı, bürokrasinin buna nasıl uyum göstereceği...
Şu söylenebilir:
Dışarıdan Türkiye’ye bakanlar, toplumun gerisinde bir devlet, tabanı değişirken tepesi değişime direnen bir ülke görüyorlar.
27 Nisan ve 22 Temmuz bu görüntüyü billurlaştırdı; toplumun nabzı ile devletçi çizgi arasındaki farkı yansıttı. Dışarıda daha ziyade ‘neo-milliyetçilik’ diye adlandırılan ‘ulusalcılığın’ toplumun tümüne değil, devletçi kesime hakim olduğunu gösterdi. Bu kesimin siyasetteki uzantılarına fazla teveccüh etmeyen, onların aksine, gözünü 1920’lere değil 2020’lere dikmiş bir toplum profili çizdi.
Kokteyl sohbetinin bir yerinde, İtalyan diplomatın, “Neo-milliyetçilik sandıkta yenildi” sözü üzerine, Alman diplomat “Hangi neo-milliyetçilik?” diyerek üç örnek verdi:
Mesela, (bazı generaller bunu darbe bahanesi yapmaya niyetlenmiş bile olsalar) AKP’nin Kıbrıs’ta ezber bozmasını toplum yadırgamamıştı. Mesela, (devlet güney sınırımızdaki oluşumu tanımasa bile) toplum, Irak Kürdistanı ile iktisadi-ticari ilişkisini sürekli geliştiriyordu. Mesela, (Ankara, sınırı açmamakta dirense de), Ermenistan’la dolaylı ihracata, bavul ticaretine, orada iş yapan Türk şirketlerine bakılırsa, toplum normalleşmeden yanaydı. Alman diplomata göre, ‘neo-milliyetçi’ bir toplumun refleksleri değildi bunlar.
AKP’den beklenen
Devletimizin alışkanlıkları ile toplumumuzun özlemleri arasındaki farklılaşma, AB sürecini doğrudan ilgilendiriyor. 2005’te reformlarda frene basılması, bir yönüyle, bu farklılaşmanın sonucuydu.
Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) 17 Ağustos tarihli ‘Türkiye ve Avrupa’ raporunda, katılım sürecindeki yalpalama “Avrupa’nın genişleme yorgunluğu ve Türkiye’deki neo-milliyetçi geri tepme” ile açıklanıyor.
AB’den (ve ABD’den) gözlemcilerle konuştukça şunu görüyorum; bu ‘neo-milliyetçi’ reaksiyonu topluma mal etmekten ziyade devletle özdeşleştiriyorlar. Seçmenin AKP’ye ‘reformlara devam’ yetkisi verdiği kanısındalar. 2005’te, önündeki dönüştürücü adımların sonucundan ürkerek devletçi atalete uyan AKP’nin, şimdi o adımları atacağını umuyorlar.
ABD’li yetkililer, AKP’lilerden sık sık işittikleri “301’i değiştirmek isteriz ama... Heybeliada Ruhban Okulu bizce de açılmalı ama...” sözlerinin artık ‘ama’sının kalmadığını söylüyorlar mesela.
AB diplomatları, yeni hükümetin sivil anayasa konusunda cesur davranmasını diliyorlar. ICG raporundaki ifadeyle, AKP’nin, bu dönüştürücü adımları atabilmek için, “seçmenden aldığı yeni yetkiyi, laikçi ve milliyetçi korku tellallarını marjinalize edecek kuvvetli bir reform yanlısı siyasi konsensüs oluşturmak için kullanmasını” öneriyorlar.
Gül’ün rolü
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı da, toplumun tercihinin devletçi çizgiye galebe çalmasının sonucu. Toplumun içinden, devletçi zihniyetin dışından birisi devletin tepesine çıkıyor; başlı başına bir dönüşüm bu.
Bir yandan, Gül’ün toplumun tümünü kucaklayacağını söylemesi olumlu. Bir yandan da, Financial Times’ın 15 Ağustos tarihli başyazısındaki şu uyarı önemli:
“Sayın Gül, tabii ki, Türklerin tümünü temsil etme vaadini yerine getirmeli. Ancak dengecilikte aşırıya da kaçmamalı. Onun görevi dünyaya açılan bir Türkiye’yi temsil etmek ve hepsinin üstünde de, AB ile üyelik müzakerelerini azimle kovalamaktır.”
Ben, Gül’ün ‘kucaklayıcı’ olacağına, Çankaya üzerinden gerilim yaratmak isteyenlerin işini zorlaştıracağına inanıyorum. Ama Financial Times’ın dediği gibi, dengeciliğin de bir sınırı olmalı.
Demokrasi karşıtlarına teslim olup 2005’teki gibi durmak, Türkiye’yi tökezletiyor. AB sürecine asılacak bir hükümet ile bu sürece destek veren bir cumhurbaşkanı, demokrasinin önünün açılması için fırsat. Bu fırsata sahip çıkalım.
Milliyet, 20.8.2007
|