Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Deli gömleğinden kurtulmalıyız

Mesele sadece Ankara’daki iktidar oyunuyla ilgili değil. Bu vesayet rejimi hayatın her alanında sivil vatandaşların karşısına çıkıyor.

Askeri vesayet rejimi kademe kademe devlet idaresinin ve toplum hayatının hemen her alanına el almış durumda. Hatta görevi olmadığı halde sivil yargının alanına dahi müdahale ediyor.

Son yıllara kadar sivil şahısları, yazarları, gazetecileri, insan hakları aktivistlerini görevleri olmadığı halde bu askeri mahkemeler yargılıyordu.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu konuda Türkiye’yi mahkum eden çeşitli kararlarından sonra bu yetki gasbı durmuş gibi oldu.

Çünkü AİHM, özellikle 9 Kasım 2006 tarihli Düzgören/Türkiye davasıyla ilgili kararında, Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/1’nci maddesini açıkça ihlal ettiğini oy birliği ile kabul etmişti.

Türkiye’yi temsilen heyette bulunan yargıç dahi bu karara katılmıştı.

Karar aslında Türkiye’deki askeri vesayet rejiminin varlığını ortaya koyması açısından örnek bir karar niteliğindeydi. Ayrıca da bu vesayet rejimine indirilen bir hukuk darbesi olarak da önem taşımaktaydı.

Ancak, bu ve benzer mahkumiyet kararlarına rağmen bu askeri vesayet anlayışı devam ediyor. Tıpkı seçim sonuçlarına rağmen cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale etmeye çalışan vesayet anlayışı gibi...

Şemdinli davasının temyiz aşamasında davanın askeri yargıya intikal ettirilmesi için gösterilen çabayı yakından biliyoruz.

Son olarak Pülümür’deki jandarma karakolu baskınıyla ilgili olay vesilesiyle sivil şahısların Elazığ 8’inci Kolordu Askeri Savcısı tarafından sorgulandığını ve bunlardan üçünün askeri mahkeme tarafından tutuklandığı haberlerini okudum.

Haberler, bu askeri vesayet rejiminin hayatın her alanında etkin bir şekilde hükmünü icra etmeye devam ettiğini gösteriyor.

Sanki ülkede ya da o bölgede sıkıyönetim rejimi varmışcasına askeri savcı ve askeri mahkeme faaliyet sürdürüyor.

Bia’nın olayla ilgili değerlendirmesi şöyle:

“PKK eylemleri veya başka bir silahlı organizasyonun saldırıları askeri personele zarar verse bile askeri mahkemelerin herhangi bir yetki ve görevi bulunmuyor. Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) 250. madde ve Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) ilgili hükümleri, devletin varlığı ve birliğini bozmaya elverişli eylemlerin Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yargılanacağını açıkça ortaya koyuyor.”

“Bu durumda Pülümür köylüleri hakkında soruşturma yürütme yetkisinin de Elazığ Askeri Savcısı’nda değil, Erzurum Savcılığı ve Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde olması gerekiyor.”

Alın size yeni bir potansiyel AİHM davası daha. Türkiye aleyhine potansiyel bir mahkumiyet kararı daha.

Askeri vesayet rejimi görüldüğü gibi her alanda Türkiye’nin başını belaya sokuyor.

Bu nedenle her alanda sorun çıkıyor.

Ankara’da cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde çıkıyor, Anadolu’da vatandaşların hak ve özgürlüklerine ilişkin çıkıyor.

Bu vesayet anlayışı Ankara’da milli iradenin özgürce tecelli etmesini engellemeye çalışıyor, Anadolu’da ise adaletin sağlanmasını, hak ve özgürlüklerin kullanılmasını…

Dolayısıyla Türkiye’ye bir deli gömleği gibi zorla giydirilmiş bu vesayet rejiminin hayatımızın her alanından çıkarılması gerekli.

Yeni Şafak, 13.8.2007

Koray DÜZGÖREN

14.08.2007


 

Kaçak eğitim, izinsiz devlet

Aziz Nesin’in oğlu Prof. Dr. Ali Nesin’in meşhur ‘matematik köyü’nün başına gelenleri herhalde biliyorsunuz. Profesör Nesin babasını vasiyetine uyarak, kendi inisiyatifiyle -yani kimseden ‘izin’ almadan- ‘Aziz Nesin Vakfı’na ait bir arazi üzerinde bir bina yaptırıp, matematiğe ilgi duyan öğrencilerle matematik hocalarını bir araya getirmek istemiş.

Ama bizim devletimizde öyle ‘başıbozukluğa’ müsamaha edecek göz var mı?... Yetkili savcılık hemen harekete geçip ‘matematik köyü’nün kapısına mühür vuruyor ve girişimcileri hakkında da ‘kaçak eğitim kurumu’ açmaktan soruşturma başlatıyor. Anlayacağınız, aklı başında hocalarla yetişkin gençlerin başını çektiği, hiçbir parasal yönü de olmayan matematik odaklı bu eğlendirici girişim aslında ‘yasadışı’ bir eğitim girişimiymiş!

Doğrusu, bu iş hepten tuhaf. Bir kere, başlatıcılarının tanımladığı şekliyle ‘matematik köyü’ girişimini bir ‘eğitim kurumu’ olarak tanımlamaya imkan yok. Çünkü, ne burada yapılmak istenen şey ‘eğitim’dir, ne de ortada bir ‘kurum’ vardır. Buna eğitim denemez; çünkü, eğitim eğiticilerin muayyen bir müfredat çerçevesinde eğitilenlerde belli davranış kalıplarını geliştirmek üzere yaptıkları bir faaliyettir. Oysa burada ne eğiten var ne eğitilen, sadece matematikten haz alan insanların bir musahabesi, sohbeti, oyunu var.

Buna kurum da denemez. Çünkü, bir şeye ‘kurum’ diyebilmek için, ortada açıkça tanımlanmış işlevleri, formel usul ve mekanizmaları, düzenli olarak tekrarlanan formatlı etkinlik tipleri, kolayca değişmeyen yerleşik ilişki tipleri ve ağı... bulunmak gerekir. Öyleyse, böylesine serbest, tanımsız ve enformel bir beraberlik tarzına nasıl ‘kurum’ denir ki?

Bir diğer tuhaflık, yurttaş inisiyatiflerinin devletin iznine tabi olması ve ‘izinsiz’ yapılmaları halinde bu türden faaliyetlerin suç sayılması. Tuhaflık, ‘matematik köyü’ projesi aslında bir ‘eğitim kurumu’ olsa bile değişmiyor. Özgür bir toplumda yurttaşların birbirlerini eğitme amaçlı etkinliklerine karışma hakkını devlet nereden alıyor?... Hadi ‘kamusal’ olana devlet bizi karıştırmıyor, peki ama toplum hayatında ‘özel’ ve ‘sivil’ diye bir şey de yok mudur?

Bugün ‘matematik köyü’nün hikayesini ironik bir dille haberleştiren Radikal bile bu meseleleri çokça ve hararetle tartıştığımız ‘28 Şubat’ günlerinde, sırf söz konusu olan ‘Kur’an kursları’ olduğu için, ‘özel’ ve ‘sivil’ olan karşısında devletten yana tutum almamış mıydı?...

Şuna bakın! Devlet ‘onları eğiteceğim’ diye daha altı yaşında çocuklarımıza el koyuyor. Onlara ne öğreteceğini de onları nasıl ‘eğiteceği’ni de bize sormuyor ve tek taraflı bir ‘devşirme’ süreci başlatıyor. Sonunda çocuklarımızın zihni melekelerini neredeyse dumura uğratan, onları adeta sadece şartlı reflekslere cevap veren, roborvari yaratıklara çeviren bu zorunlu ‘çocuk askerliği’nden asıl karlı çıkan devletin kendisi olduğu halde, çoğumuz ‘bedava eğitim’ rüşvetini reddedemediğimiz, kendi sorumluluğumuzdan kaçtığımız ve en nihayetinde aşırı uysal olduğumuz için bu skandal karşısında sessiz kalıyoruz.

Ondan sonra da, ‘böyle rezalet olur mu?’ diyoruz. Ama siz bu ‘kamu eğitimi’ denen modern esarete sessiz kalırsanız, devlet de özel alanlarınızda bile egemenliğini işte böyle ilan ediverir. Bakınız, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir yetkilisi ne buyurmuş: ‘Normal şartlarda evde yapılan eğitimde bile Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve gözetimi gerekir.’

Eh ama bu uysallığınızla siz de bunu hak ediyorsunuz.

Ama eğer bir de devlete şöyle diyebilseydiniz: Sen bizim kendi özel alanımızda bile yapıp ettiklerimize ‘izinsiz’, ‘yasadışı’ vs. diyorsun; ama asıl ‘izinsiz’ ve ‘yasadışı’ olan sen olmayasın? Sen ‘devlet ‘olma iznini kimden aldın peki?...

Star, 13.8.2007

Mustafa ERDOĞAN

14.08.2007


 

Paşa’nın günahı...

Aslında başka bir şey arıyordum...

Başka bir şey buldum... Tesadüfen bulduğum, tek bir gazetenin arka sayfalarının diplerinde minnacık bir haberdi: ‘Kâzım Karabekir Paşa’nın 125. doğum yıl dönümü, Karaman’ın Kâzım Karabekir ilçesinde törenlerle kutlanmış.’

Törene Karabekir Paşa’nın kızları Hayat ve Timsal Karabekir de katılmış. Karabekir Paşa’nın ölüm yıl dönümlerinde devlet töreni yapılıyormuş ama ilk kez doğum gününde anılmış.

***

Kâzım Karabekir kim?

Ansiklopediden okuyalım:

‘Erzurum Kongresi’nin toplanmasında önemli rol oynadı. Mustafa Kemal Atatürk’ün askerlikten ayrılmasından sonra da onun yanında yer aldı.

Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’de Edirne mebusu ve Doğu cephesi komutanı olarak görev yaptı.

Mondros Mütakeresi’nden sonra Ermeniler’in eline geçmiş olan Sarıkamış ve Kars’ı kurtarmak için düzenlenen harekata komuta ederek 15 Kasım 1920’de Ermeniler’i yenilgiye uğrattı, bu arada ferikliğe (korgeneral) yükseldi.

Ankara Hükümeti adına Ermeni Taşnak hükümetiyle yapılan Gümrü Antlaşması’nı (1920) imzaladı.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1.Ordu müfettişliğine atandı, 1923’te İstanbul mebusu oldu.’

Kısacası...

Kâzım Karabekir Paşa, Cumhuriyet’i kuran ulusal kahramanlarımızdan biri.

Ama bu ‘kahramanlık’ durumu ‘sürekli’ değil.

***

Nereye kadar mı?

Okumaya devam edelim:

‘1924’te halk Fırkası’ndan istifa ederek Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy), Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşalarla birlikte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TPCF) kurdu.

Tüzüğündeki bazı maddelerden dolayı dinci bir parti olmakla suçlanan ve halktan gördüğü destek yönetim çevrelerini kaygılandıran TPCF, Şeyh Sait Ayaklanması üzerine 3 Mayıs 1925’te kapatıldı.

Ardından Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı’yla ilişkili olduğu öne sürülen Kâzım Karabekir idam cezası istemiyle yargılandı.

Yargılama sonunda, Mustafa Kemal’in araya girmesiyle suçsuz bulundu. Bu olaydan sonra siyaset sahnesinden çekildi.’

İttihat Terakki geleneği hep aynı şeyi söyler ve hep aynı şeyi yapar... O nedenle tecrübeliler buralardan ürker.

Yukardaki cümle ne diyor :

‘... dinci bir parti kurmakla suçlanan...’

Ama sonra nasıl devam ediyor ?

‘ve halktan gördüğü destek yönetim çevrelerini kaygılandıran TPCF...’

Ne var ki Kâzım Karabekir Paşa 6 Ocak 1939’da, 57 yaşındayken yeniden İstanbul milletvekili oluyor ve TBMM Başkanlığına seçiliyor. Ölünceye dek, dokuz yıl boyunca da bu görevde kalıyor...

1924’e kadar ulusal kahraman... Cumhuriyet’in kurucularından.

1924’de dinci.

1925’de suikast sanığı...

1939’da yeniden mebus ve üstelik meclis başkanı.

İşte Şark budur.

***

Peki Karabekir Paşa’nın partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası söylendiği gibi ‘dinci bir parti’ miydi yoksa ‘halkın dini duygularına da saygılı’ liberal-demokrat eğilimli bir parti miydi?

Ve bu nedenle mi iktidar alternatifi olması yönetimi huzursuz etmişti?

Anabritannica Ansiklopesi’nin TPCF maddesine geri dönelim:

‘TPCF, kuruluş bildirisinde diktatörlüğe karşı olduğunu, yönetimin ve hükümetin sıkı biçimde denetlenmesi gerektiğini belirtti.

Programında da Türkiye devletinin halk egemenliğine dayalı bir cumhuriyet olduğunu belirttikten sonra liberal ve demokrat bir çizgi izleyeceğini vurguladı.

Temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasını desteklediğini, halkın dini duygularına da saygılı olduğunu açıkladı.

Cumhurbaşkanı seçilen kişinin milletvekilliğinin düşmesi gerektiği belirtilen programda yerinden yönetim ilkesinin benimsenmesi isteniyordu.’

***

O zaman 1924’dü...

Bugün 2007...

Yönetim anlayışımızda bir şey değişmiş mi?

Hayır.

Zaten bugün de bütün kavga...

‘Artık bu değişsin’ diyenlerle...

‘Yok, hep böyle kalsın’ diyenler arasında.

Çankaya da ‘uzlaşma’ da bahane.

Star, 13.8.2007

Mehmet ALTAN

14.08.2007


 

Milliyet, 13.8.2007

14.08.2007


 

Türkiye elden gidiyor!

TÜRKİYE hızla çölleşiyor! Bu seneki kuraklık, önümüzdeki felaket yıllarının sadece küçük bir işaretidir! Dünya yağış haritalarına bakın!

Afrika, Türkiye dahil Ortadoğu ve Orta Asya dünyanın az yağış alan bölgeleridir! Küresel ısınma ülkemizi yavaş savaş kuraklığa iterken, bizler de ellerimizle su kaynaklarımızı tahrip ediyoruz... Suyu israf ediyoruz... Hâlâ “su tasarrufu”nda hiçbir ilimiz yüzde 25 düzeyine ulaşamadı!

Halbuki... Meteoroloji Genel Müdürlüğü, ülkenin bazı kesimlerinde “çöl karakteri oluştuğunu” açıklıyor! ABD Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), erozyonun şiddetlenerek devam etmesi ve etkili tedbirler alınmaması halinde Türkiye’nin büyük bir bölümünün 2040 yılında “çöl” olacağını öngörüyor! 2040 yılı, çok uzak değil, çocuklarınızı düşünün!

Devlet Su İşleri

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, DSİ, Türkiye’nin en hayati kurumlarından biri. 1954’te kuruldu. Akan her damla suda, yanan her ışıkta, sulanan her metrekare tarlada onun hakkı var. Vereceğim rakamlar DSİ’nindir:

Yılda kişi başına 8 bin metreküp kullanılabilir su düşen ülkeler su zengini sayılıyor. Biz bunun çok uzağındayız.

Türkiye’de yılların ortalaması olarak kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1500 metreküptür. ‘Su sıkıntısı çeken ülkeler’ sınıfındayız! Zaten 1000 metreküpün altına düşünce ‘kurak’ ülke oluyorsunuz! Etiyopya gibi!

Buna rağmen mesela İsrail’deki “suyu tasarruflu kullanma alışkanlığı” bizde yok!

Su tesisatı, cihaz ve armatürlerimiz bizden 4-5 kat fazla yağış alan Avrupa tasarımlarına göre yapıldığı için şelale gibi akar! Kullanılmış suyu tuvalet temizliği için tekrar kullanacak tesisattan haberimiz yok!

Baraj ve göletler dışında, sitelerde, park ve bahçelerde, üniversite kampuslarında yağmur sularını biriktirecek sarnıçlarımız yok! ‘Damlama’ tekniğini kullanmadığımız için, tarlalara suyu salıp hem erozyon ve tuzlanmayla toprağı mahvediyoruz hem de suyu israf ediyoruz! Aşırı su kullanımı yüzünden Harran tuzlanıyor! Konya Ovası çölleşiyor, yeraltı suları Tuz Gölü’nün seviyesinin altına düştü!

(...)

Sayın Başbakan! Seferberlik lazım! Barajlardan tarlalara, armatür ve klozet tasarımlarından su kaçaklarının önlenmesine kadar, su üreten, su kullanan her birim seferber edilmeli, “psikolojik harekât” bu konuda bilinçlenme için yapılmalı!

Milliyet, 13.8.2007

Taha AKYOL

14.08.2007


 

Aynı hikâye, farklı sonuç

İktidar çevrelerinde şu herkesin bildiği meşhur hikâye anlatılıyor. Hani köyün ağası at arabasına kurulmuş; uşağı Mehmet de arabanın hızına ayak uydurmaya çalışarak yolda yürüyormuş ya... Hava sıcak mı sıcak... Mehmet bitkin. Ağasının teklifi bu yüzden cazip gelmiş.

-Sen şu atın pisliğini ye, ben de yerimi sana vereyim.

Mehmet kabul etmiş, at pisliğini yemiş ve arabaya kurulmuş.

Bir süre sonra Ağa bitap düşmüş. Bu defa Mehmet’e ikinci bir teklifte bulunmuş.

-At pisliğini ben de yiyeyim ama gene yerime geçeyim

Ağanın dediği gibi olmuş... herkes yerli yerinde: ilk baştaki gibi Mehmet yürüyor, Ağa arabada... yola devam ediyorlar.

Ağa, durmuş durmuş birden patlayıvermiş: “Ben gene arabadayım, Mehmet de yürüyor. Değişen bir şey yok. Peki biz bu pisliği niçin yedik..” Sadece iktidar çevrelerinde değil, askeri cenahta da aynı fıkra revaçta imiş. Kulağı delik bir profesör arkadaşım duymuş ve bana nakletti.. Oralarda bu fıkra “Abdullah Gül cumhurbaşkanı olacaksa, 27 Nisan’da muhtıra neden verildi?” sorusuna eşlik etmek için anlatılıyormuş.

Çankaya konusunda karşı karşıya gelen iki grubun aynı hikâyeye dayanması ne tesadüf... Ama iktidar, “Abdullah Gül’den vaz geçilecek idiyse neden erken seçime gidildi, niçin 27 Nisan bildirisine gereken cevap verilerek halkın hakemliğine başvuruldu” diye bir soru ortaya atarken, diğer cenah, Ağa ile uşak hikâyesinden, “Madem 27 Nisan bildirisi yayınlandı, gereği yapılmalı... lafımız çiğnenmemeli” neticesini çıkarıyormuş

Halbuki 27 Nisan bildirisinin bir çok sonucu oldu: Artık cumhurbaşkanını, süresinin sonuna yaklaşmış, neredeyse seçmenlerin %50’sinin temsil edilmediği bir Parlamento seçmeyecek. Üstelik Anayasa Mahkemesi’nin uzlaşma için şart koştuğu 367 milletvekilinin Genel Kurul’da hazır bulunması da sağlandı.

Bütün bunların ötesinde, 22 Temmuz öncesindeki durum ile sonrasında ortaya çıkan tablo çok farklı. AK Parti, vatandaş nezdinde güven tazeledi; Anayasa ve hatta Anayasa Mahkemesi’nin “icad ettiği” kurallar çerçevesinde cumhurbaşkanını belirleyecek güce ulaştı.

Bu gelişmeler hiçe sayılacaksa, sonra vatandaş da aynı hikâyeye dayanarak sorar: “Bir hükmü olmayacak idiyse, biz sandık başına neden gittik?”

Sabah, 13.8.2007

Nazlı ILICAK

14.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri