Her şey hizmet için mi?
Hak bir dâvâyı savunanların en önemli meselelerinden birisi de meşrûiyettir. Çünkü adı üstünde hak bir dâvâyı savunuyorsunuzdur ve dolayısıyla her şeyi hakkı ve doğruluğu gözeterek yapmanız gerekecektir.
Peygamberler tarihini bir de bu gözle okuduğunuzda peygamberlerin hepsinin ağır şartlarda olduklarını, buna rağmen meşrûiyetlerinin ve doğruluklarının hiç kaybolmadığını göreceksiniz. Halbuki bu o kadar da kolay bir şey değildir. Ve peygamberler vahyin yol göstermesiyle bu kâinatın en büyük dâvâsını hiçbir meşrûiyet krizine girmeden sürdürebilmişlerdir.
Bir hizmet insanı olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin bütün hayatını göz önüne aldığımızda, onun da bu problemin üstesinden gelebildiğini görecektir insan. Said Nursî hiçbir zaman haksızlık üzerinden ve doğru olmayan yollardan hizmet edebilme arzusunda değildir. O hiçbir meşrûiyet sorunu yaşatmadan hizmetine devam edebilmişti. Çünkü o da tıpkı peygamberlerin yaptığı gibi vahiy kaynaklı bir duruş sergilemiştir. Kur’ân onun için de yol gösterici olmuştur.
Said Nursî, bu meşrû hizmet anlayışını sadece kendisiyle de sınırlı tutmamış, eserlerine de aktarmıştır. Risâle-i Nur vesilesiyle ayrıca pekçok insanın yer aldığı bir hizmet sistemi kurmuştur. Birçok insanın görev aldığı durumlarda meşrûiyetin sağlanması çok daha zorlaşır. Said Nursî’nin ve Risâle-i Nurların bu zorluğa karşı en önemli kozu hiç şüphesiz ihlas olmuştur. Bir başka şekliyle İhlâs Risâleleri...
Bizzat İhlâs Risâlesi’nin başında Risâle-i Nur dairesi içinde hizmet eden insanların bu Risâleyi en az on beş günde bir okuması tavsiye edilir. Hakikaten de Risâle-i Nur’a gönül veren insanlar İhlas Risâlesi’ndeki düsturlar sayesinde çok fazla meşrûiyet-haklılık sorunu yaşamadan hizmete devam edebilmektedirler.
Sanmayın ki bu çok kolay elde edilebilen bir özelliktir. Hayır, hiç de öyle değil! Zaten âhir zamanda insanlara karşı hak bir dâvâyı savunuyorsanız, bütün gözler üzerinizde olacaktır. En ufak bir meşrûiyet sorununda karşı taraf bunu size karşı kullanacaktır. Hem de allayıp pullayarak. Meselâ Bediüzzaman da batıl dâvâyı meslek edinenlerin, hak bir dâvâyı savunan kişiyi çürütmekle hak dâvânın kendisini çürütmek istediklerini belirtir. Bu yanlış da olsa karşı tarafın istimal ettiği, kullandığı bir yoldur. Çünkü karşı tarafın sizin gibi bir meşrûiyet sorunu yoktur. Dolayısıyla kullanılan araçların da pek meşrû olmasını beklemeyin.
Gerçekten de hak bir dâvâyı savunanların yöntemlerinin, araçlarının da tamamıyla meşrû olması gerekir. Bilhassa bu noktada ehl-i hizmetin zaafı söz konusu olabilmektedir. Çünkü ahirzamanın sonuç eksenli düşüncesi bize de tesir edebilmektedir. Yani “Sonuç meşrû olacaksa yöntemin meşrû olması önemli değildir” gibi yanlış bir düşünce bizde de oluşabilmektedir.
Bunun sebebini düşünmeye çalıştığımda karşıma ufak bir anlam kayması çıkıyordu. Bu nüans küçük ama gerçekten önemli bir farklılık oluşturuyordu. Bir çift söz, zihinlerde oluşan bu anlam kaymasını farketmemi sağladı: “Her şey hizmet için!” Bu söz dünyevî açıdan hizmet veren kurumlar için doğru, geçerli olabilirdi. Fakat iş uhrevî ve/veya dinî hizmetlere gelince pek de öyle olmuyordu...
Çünkü ehl-i hizmetin önceliği ihlâs olmalıydı. Herşey rıza-i İlâhî için yapılmalıydı. “Amelimizde rıza-i İlâhî olmalı”ydı. Hatta hizmet de buna dahildi. Hizmetimizde rıza-i İlâhî olmalıydı. Halbuki “Her şey hizmet için!” şeklindeki anlam kayması meydana geldiğinde otomatik olarak İhlas Risâlesi’nin birinci düsturuna aykırı davranmış oluyorduk. Böyle bir kasıt olmasa bile hizmet, rıza-i İlâhî ile eşdeğer hale geliyor. Hatta bazı hallerde öncelik hizmete geçebiliyordu. İşte bahsettiğim anlam kayması buydu...
Sonuçta, meselâ hizmet için iyi ve doğru sonuç veren bir yöntem Allah’ın rızası olup olmadığı tartışılmaksızın kabul görebiliyordu. Şimdi siz din hizmeti için iyi olan bir şeyin nasıl olup da Allah’ın rızası dışında olabileceğini soracaksınız. Bu sorunun cevabı ayrı bir yazı(lar) konusu. Ancak kısaca belirtelim: Tecrübeler göstermiş ki ahirzamanın hayır ve şerrin adeta kemikleşmiş bir biçimde birbirine geçtiği ortamında böyle durumlar çokça oluyor. Aynı zamanda insanların bir şeyi rıza-i İlâhî dairesinde görmeleri o şeyin her zaman rıza-i İlâhîye uygun olduğunu göstermiyor. Cevapları uzatmak mümkün...
Yine bu anlam kaymasının sonucunda ehl-i hizmetin altındaki meşrûiyet zemini de kayganlaşabiliyor. Bu da maalesef hem karşı tarafın elini güçlendiriyor. Hem de onlarla aynı seviyesizliğe düşme tehlikesini getiriyor. Yine hizmet yolunda elde edilen imkânların ayrı birer imtihan olduğu unutuluyor. Ve belki çok daha önemlisi hizmet için insanların hakkı da çiğnenebiliyor. Kalpler kırılabiliyor.
Oysa Bediüzzaman’dan Mevlânâ’ya, İmam-ı Azam’dan İmam-ı Gazalî’ye İslâm tarihinin bütün müçtehid ve imamlarının hayatında meşrûiyet adına tek bir leke bile bulamazsınız. Onlar böylesine zor görevleri yaparken kendi taraflarında bulunan tek bir insanı kırmamışlar, tek bir haksızlığa meydan vermemişlerdir.
Çünkü onlar bu sırrı anlayarak yaşamışlardır. Çünkü onların amellerinde ve hizmetlerinde rıza-i İlâhî vardır.
Çünkü her şey “hizmet için” değil, her şey “rıza-i İlâhî” içindir!
[email protected]
|