Tarafgirlik ve bu sebeple mü’min kardeşine kin ve düşmanlık beslemek, bize göre hatalı olsa bile kardeşimize hata yapma hakkı vermemek, hatta bu konuda Âlemlerin Rabbi’nin ihsan ettiği hürriyete dahi razı olamamak bu zamanın en büyük ferdî ve sosyal hastalıklarından olmalıdır. Pek çok ortak noktaları olan ve çok ulvî bir dâvânın mensuplarım olan insanların memleket idaresi gibi o dâvânın alnında çok sönük kalan bir meseleden dolayı birbirlerini kırmaları ve gönül Kâbelerini yıkmaları sebeplere çok önem atfeden yaklaşımımızdan kaynaklanıyor olmalıdır. Bunun savunulacak mazeret uydurulacak hiçbir yanı yok. Belki de bu zamanın en çetin imtihanı bu alanda. Uhrevî hayatımızı mahvettikten ve mânevî alandaki imtihanı kaybettikten sonra, memleketi kimin idare ettiğinin ne önemi olabilir. Çok çabuk silkinmeli ve kendimize gelmeliyiz. Siyasî fikri yüzünden gıybetini ettiğimiz mü’min kardeşlerimizin etini çok rahat yediğimiz kokuşmuş bir et pazarına dönen bir dünyanın vebalinden hiçbir siyasî iktidar bizleri kurtaramaz. İmanı kurtarmak ve uhrevî âlemimizi tanzim etmek gibi dünya iktidarı verilse, karşılığı olmayacak bir dâvâyı bir kenara bırakıp günlük siyasî çekişmelerin içinde söz kılıçları ile gıybet giyotinleri ile birbirlerini doğrayanlar Rabb-ı Kerim’in huzuruna ne yüzle çıkabilirler?
Bu dehşetli tarafgirlik hastalığından kurtulmanın en iyi yolu, olumluya kanalize etmek ve yalnızca hakka ve hakikate en güçlü şekilde taraftar olmaktır. İstenmeyen ve rahatsızlık veren alışkanlıklardan kurtulmanın en etkin yolu bu alışkanlıkları terk etmekten çok, olumlu bir yöne kanalize etmektir. İnatçılığınızı manevî hizmetlerde sebat şeklinde, kıskançlığınızı olumlu yönde bir rekabet ve iyilikte yarış şeklinde, kısacası bütün kötü alışkanlıklarınızı ve istemediğiniz davranışlarınızı kendileri ile uyumlu olumlu bir şekle dönüştürebilirsiniz. Bunu, terk etmeye çalışmaktan çok daha kolay bir şekilde başarabilirsiniz. Özellikle İslâm dini çerçevesinde yaşamanın temel felsefesi esneklik her hale genel prensipler çerçevesinde çizgiden çıkılmayacak şekilde uyum sağlamak ve her işin bir kolayını bulma yönüne gitmektir. Çok keskin değişmez ve katı kurallar oldukça sınırlı ve ferdin hayatını sıkıntıya sokmayacak şekildedir. Bütün dinler ve hepsinin temel kaynağı olan İslâm gerek sosyal hayatta ve ferdî hayatta kurallarını yerleştirirken ve gerekse uygulamalarında insan psikolojisini nazara alan bir esneklik hali hep gözlenmektedir. Bütün fiillerin şekli, kısmî bir çerçeve çizmek açısından önemli olmakla birlikte, o fiilin aslını ve özünü teşkil eden mânâlar ve bu anlamda Rabb-ı Kerim ile kul arasındaki sıcak ve samimi ilişki ve muhabbet bağlantısı hep ön plandadır. Bu anlamda âlemlerin Rabbı’na karşı içten olmak, samimi olmak, O’na muhabbetini her şeyin üstünde tutabilmek çok önemlidir. Bu yönüyle bakıldığında amellerin, yani kulluğu ifade amacı ile işlenen fiillerin niyetlere göre hüküm alması daha iyi anlaşılacaktır. Bu kesinlikle, kulluk vazifelerini yapmadan, “Benim kalbim temiz” türünden ifadelerle ibadetlerde ve dinî hassasiyetlerde tembellik ya da umursamazlık anlamına gelmez. Zaten, işin aslını samimiyet oluşturacaksa, bu tavırların hiç birinde gerçek samimiyetin olduğundan bahsedilemez. Gerçek samimiyet, elinden gelen hassasiyet içinde kulluk vazifelerini yerine getirip bunun ardından ortaya çıkabilecek, net olarak belli olmayan şüphe düzeyindeki eksiklik ve noksanlıkları düzelteyim derken kulluk vazifesini aslî mecrasından uzaklaştırmamak olmalıdır. Böyle bir durumda Rabb’ül Âlemin ile kul arasındaki sıcak bir iletişimin ve muhabbeti ifadenin zemini olan ibadetler, sadece şeklî unsurların ön plana çıktığı ve bütün sıcaklığını kaybetmiş, duygu boyutundan uzaklaşmış mekanik bir yapıya dönüşebilmektedir. Esas mesele bu ibadetleri emreden ve bu vesileyle kulun kendisine yönelip yakınlaşmasını arzu ettiğini bildiren Zât-ı Zülcemal’i razı etmek, O’na muhabbetle yönelip muhabbetini celbetmek olmalı iken, dünyanın idaresinin üzerinde olduğu vehmi ile kardeşlerini kırmakla bu muhabbetten uzaklaşmak gibi bir risk ortaya çıkmaktadır. O’nun huzurunda iken bütün âlemlerin Rabbi’ne dayanmış olmanın, Kâinat Sultanı’nın kendisi ile muhatap oluş sıkıntısını yaşamak ve vazifesi olmayan yüklerin altına girmekle ve vehmî bir sorumlulukla kardeşlerine karşı kırıcı olmak, bu ulvî muhabbet bağını derinden etkileyecektir. Rabbinin kendisiyle ilgilenmesinin ve huzuruna kabul etmesinin tarif edilmez mutluluğunu ve emniyet hissini yaşaması gereken kul, yersiz vehim ve vesveselerle bu mutluluk anını bir azaba dönüştürebilmektedir. Bu hal, aslında esneklik olan ve hiçbir işinde zorluk bulunmayan bir dinin yaşantı şekli ile bağdaşmamaktadır. İbadetler yerine getirilirken, kulun âleminde bir huzur ve rahatlama yerine huzursuzluk, endişe, sıkıntı hali varsa, bu durum tek başına ibadet esnasında şeytanın müdahalesinin işaretidir. Böyle bir durumda şeytanı devre dışı bırakmanın ve susturmanın en güzel yolu dinde zorluk olmadığını hatırlayıp, böyle bir zorluğun dinden değil şeytandan kaynaklandığını düşünüp düzeltme yönünde bir gayret içine girmemek ve oralı olmamak en akılcı yoldur.
Kulluğun en güzel yönlerinden biri de insanın Yaratıcı karşısında hep aciz ve eksik hissetmesi, O’na karşı sürekli boynu bükük ve mahçup vaziyette bulunmasıdır. Bu tarz bir ilişkide bu âlemin yaratılış gayesini de yansıtan lâtif bir sıcaklık ve ince bir nezaket vardır. Kul açısından da ince ruhluluğun, kendini bilen bir konumun ve edep timsali bir duruşun tezahürüdür. O yüzden yaptıklarından ve ibadetlerinden emin olmayan, sürekli bir eksikliğin var olabileceği düşüncesi ile hep boynu bükük ve ama o huzurdan başka da gidecek yer olmadığının ve Zât-ı Zülcemal’i razı etmekten, O’na dayanmaktan ve bütün yüreği ile O’nu sevmekten başka çaresinin olmadığının farkında bir duruş. Güven hissini amelinin eksiksiz oluşundan değil, Gafur-u Rahim’e dayanmış olmaktan alan bir anlayış ve bu çerçevede, ibadet hayatında huzursuzluk vermeyen, ancak Rabb-ı Kerim’e dayanma sonucunu doğuran tatlı bir belirsizlik. Böyle bir kulluk şuuru ve hep Rabb’ül Âlemin’e dayanma ihtiyacı, Yaratan ve kul arasındaki ilişkinin gerçek zeminine oturduğu hal olmalıdır. Kulun benlik, gurur ve kibir gibi edep dışı hallerden uzak şekilde ve hakiki kulluk şuurunda ulvi bir mutluluk, acziyetten kaynaklanan bir güven, dinî ve dünyevî her halin, her yaşantının Halık-ı Kâinat’a dayanıyor olmaktan dolayı bir anlam ve değer kazanmasını ifade eden bu durum, aslında insanın en ideal konumu ve onun bu âlemde yaşayabileceği en iyi tarzı ifade etmektedir. Kendine ve amellerine güvenmeye engel olan acziyetin hissedilmesi ve ibadetlerde hep şüpheli bir noktanın bulunması ile Zât-ı Akdes’e dayanma sebebi olabilecek bir ruh hali ile tarafgirlikten kurtulabiliriz. Tam olarak tanımlayamadığımızı düşündüğümüz hakka tarafgirlik ile bu duygu olumlu bir kanala yönlendirilebilir. Bu şekilde hayatımızı sıkıntıya sokan, bizi intihar noktasına getirecek boyutta huzursuzluk ve mutsuzluk kaynağı olan bir unsuru daha iyi kulluk yolunda kendimize bir binek haline dönüştürebiliriz.
|
Arabistan’da Tay kabilesinin reisi ve cahiliye devrinin ünlü şairlerinden olan Hatem-i Tâî’nin künyesi Ebu Seffane Hatem bin Abdullah bin Sa’d et-Ta i el-Kahtani şeklindedir. Ne zaman doğduğu bilinmeyen Hatem-i Tâî’nin ölüm tarihi de kesin değildir. Ancak, tahminlere göre Peygamber Efendimiz’in (sav) doğumundan yedi yıl sonra (578) öldüğü sanılmaktadır. Dolayısıyla “Cahiliye Devri” olarak adlandırılan dönemde yaşamış ve İslâm güneşinin doğuşunu görmek kendisine nasip olmamıştır. Ünlü bir şair olmakla beraber, mert kişiliğiyle ön plana çıkmış ve bu özelliğiyle daha çok tanınmıştır.
Hatem, babası Abdullah, çocukken vefat ettiği için annesi Guneyye binti Afif tarafından yetiştirilmiştir. Annesi, mertlikte o kadar ileri gitmiş ki, onun bu tutumunu hazmedemeyen kardeşleri tarafından hapsedilmiştir. İyilikseverliği yüzünden hapse düşen, mertlikte çok ilerde olan bu kadın, oğlunun mert bir insan olarak dünyada nam salmasında önemli bir yere sahiptir.
Hatem, daha çocukken annesi gibi mertliğiyle meşhur olmuştur. Cömert, eli açık manasına gelen “Cevad” lakabıyla anılmaya başlanmıştır. Annesi iyilikseverliği yüzünden hapsedilmişken, kendisinin de misafirperverliği yüzünden, dedesi tarafından terkedildiğini ve kendisine çok kızdığını bir şiirinde belirtmiştir.
Hatem, cömertlikleriyle övünen Arapların menkıbelerinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Sözkonusu menkıbelerde cömertlik ve kahramanlıklar üzerinde ehemmiyetle durulan konuları teşkil eder. Bu menkıbelerin birinde Hatem’in cömerliğini konu alan bir hadise anlatılmaktadır:
Hatem develeri güderken, yardım edebileceği birilerini aramaktadır. Bu sırada yanına tanımadığı süvariler gelerek, kendilerini misafir edebilmesi için yemeğinin olup olmadığını sorarlar. O da güttüğü develeri göstererek, bu kadar deveyi gördükleri halde "Hâlâ ne diye yemeğimin olup olmadığını soruyorsunuz" diye karşılık verir ve üç deveyi misafirlerine ikram eder. Bu misafirler, o dönemin ünlü şairlerinden Abid b. Ebras, Bişr b. Ebu Hazim ve Nabiga ez-Zübyani olup, gördükleri misafirperliğinden dolayı şiirleriyle Hatem’i överler. Bunun üzerine güttüğü bütün develeri bu şairlere vermek suretiyle herbirinin payına doksan dokuz adet deve düşer.
Tay aşiretinin reisi olan Hatem’in cömertliği halk arasında çok yayılmış ve biri övüleceği zaman, “Hatem’den daha cömert” ifadeleri darb-ı mesel haline gelmiştir. Hatem’in hayatı ve yaşadığı dönemle ilgili bilgiler menkıbelerde yer aldığı gibi, kendisinin yazmış olduğu şiirlerde de önemli bilgiler yeralmaktadır.
Hatem, hoşgörülü, cömert, tevazu sahibi, sadakatli, iffet sahibi ve vefakarlık gibi üstün meziyetlere sahip olup halk arasında bu özellikleriyle tanınmıştır. Şarap içmeyi, sefahati haram olarak kabul etmiştir. Kendisi, son Peygamberin (asm) getirdiği yeni dine yetişememiş, ancak oğlu Adî İslâmiyeti kabul etmiş ve Hz. Ali (ra) zamanında İslâm sancağını taşıma şerefine nail olmuştur. Diğer yandan, Peygamber Efendimiz (asm) zamanında Hz. Ali’nin (ra) Tay kabilesi üzerine yaptığı seferde Hatem’in kızı Seffane esir alınarak Medine’ye getirilmiştir. Meşhur Hatem’in kızı olduğu söylenince, Peygamber Efendimiz (sav), kendisinden babasının özelliklerini anlatması istemiştir. Babasını anlattıktan sonra, Peygamber Efendimiz Ona; “Senin baban İslâm’ın telkin ettiği faziletlerle süslü bir adamdı” deyip serbest bırakmıştır.
Hatem, şiirlerinde cömertliği övüp bencillikten kaçınmayı tavsiye eder. Allah’ın varlığına inandığını, çürümüş kemiklere can veren yaratıcıdan sözederek dile getirir. Cömertlikteki maksadın, Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu belirtir. Cömertlikte aşırıya gittiğini söyleyenlere; malın geçici olduğunu, kalıcı olanın ise iyi bir nam bırakmak olduğunu ifade etmiştir. Misafirlere güler yüzle mukabelenin önemi üzerinde durur. Misafirperverlikte o kadar ileri gider ki, sırf kendisine misafir gelsin diye geceleri ateş yaktığı olmuştur.
Kendi ismiyle anılan divanın hal-i hazırdaki şekliyle kendisine ait olup olmadığı tartışma konusu olmakla beraber, şiirlerinin söz konusu divanda mevcut olandan daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Hatem’in divanı, İngilizce dahil olmak üzere birçok dünya dilinde neşredilmiş ve çok sayıda baskısı yapılmıştır. Kahire ( 1974 ve 1992 ) ve Beyrut’ta da şiirleriyle hayatı hakkında özel olarak eserler yayınlanmıştır.
Arap, Fars ve Türk edebiyatında cömertlik konuları işlendiğinde, Hatem-i Tâî bir timsal olarak verilip hayat hikayesi de çok sevilmektedir. Hatem’in hayatı ve eserlerini konu alan Hüseyin Vaiz-i Kaşifi’nin Kısas u Aşar-ı Hatem-i Tâî adlı eseri bir çok muhtelif tercümesinin yanında, Hatem-i Tâî Hikâyesi ismiyle Türkçe’ye de tercüme edilerek birçok baskısı yapılmıştır.
Risale-i Nur’da Hatem-i Tâî
Hatem-i Tâî yaptığı işlerde ve misafirperverliğinde Allahın rızasını kazanmayı gaye edinmiştir. Gerek yaşantısı gerekse fikirleriyle cahiliye devrinde eşine az rastlanan kimselerden olmuştur. İslamiyetin zuhurundan evvel vefat ettiği halde İslam ahlâkıyla yaşamıştır. Hatem-i Tâî ile ilgili bir kıssa; izzet ve kemal sebebi olan iktisad konusunun işlendiği, Lem’alar’ın 147. sayfasında şunlar anlatılmaktadır:
“Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:
“Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”
O muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”
Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”
Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”
Bu kısa anekdotda cömertlik ve hakperestlik vurgulanırken Hatem-i Tâî’nin örnek verilmesi dikkat çekicidir.
|
1- Medeniyet
İslâm ve Hıristiyanlığa mensubiyeti olanlar, medeniyet terimine medine, yani şehir ile ilgili mânâ vermişlerdir. Medine; ortak davranış kurallarına tabî, düzenli bir birlikte yaşama ve yerleşme özelliği gösterir. Hayvanlar âleminde buna benzer bir özellik olmadığından medineleşme ve medenileşme aynı zamanda insanîleşmeyi de hatıra getirir.
Medeniyet demek, çoğu kere insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından insanın yeri tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi, yaradılışın kapsamlılığı açısından bakıldığında, belki her bir insanın kendi başına potansiyel bir medeniyet olduğu bile söylenebilir. Bütün insanlık tarihinin de bize gösterdiği gibi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi vardır.
Medeniyet anlayışına çok önemli bir açılım getiren Bediüzzaman; medeniyetin başarılı sayılabilmesini, toplumun ekseriyetinin saadetini temin etme şartına bağlar. (Sözler, s. 653)
Bediüzzaman, medeniyetin oluşumuna etki eden en büyük faktörün, “telahuk-ı efkâr”, yani fikirlerin birbirine eklemlenmesinin baskın rolüne dikkati çeker. Medeniyetleri ihtiyarlandıran ve dolayısıyla ölüme mahkûm eden hususun ise, medeniyetin kötü yanlarının zamanla iyiliklerine üstün gelmesi olarak izah eder. (Muhakemat, s. 37-39). Ona göre, mevcut medeniyet sadece bir dinin, bir bölgenin, bir asrın veya tek bir milletin malı değil, bilakis umumun malıdır. İnsanlığın ortak malı olan ve Avrupa medeniyetinde tezahür eden mehasinlerin, yani güzelliklerin üç kaynağı vardır. Bunlar;
a. Asırlardan beri süre gelen fikirlerin birbirine eklemlenmesi yani telâhuk-u efkar,
b. Semâvi dinlerin insanlığa getirdiği düzenlemeler ve kurallar,
c. Zarurî ihtiyaçlar’dır.
Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin iyi yönlerinin kaynağını izahı ederken, semavî dinlerin düzenlemeleri konusuna özel izahlar getirir ve özele doğru vurgu yaparak, hususî bir kaynak daha ilâve eder ki, o da “İslâmî İnkılâp”tır. (Sözler, s. 655). Bu çerçevede, “Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs İslâm Devleti’dir” der (Sözler, s. 313). Böylece, genel olarak bu üç kaynak dışında, bazı medeniyetleri hususî olarak etkileyen kaynakların da mevcut olabileceğini ifade etmiş olmaktadır.
2- İslâm Medeniyetinin doğuşu
sırasında Arap Yarımadası
İslâm’dan önce, Hicaz bölgesinde eğitim ve öğretim yok denecek kadar azdı. Okuma yazma bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmemekteydi. İnsanlar, Allah’a şirk koşar ve putlara tapardı. İçki içme adeti çok yaygındı, kumar oynamakla övünülürdü. Kumar ve içki meclislerine katılmamak bir eksiklik olarak kabul edilirdi. Tefecilik almış yürümüştü. Para, altın ve benzeri şeyleri birbirlerine verirler, kat kat faizle geri alırlardı. Mekke’ye gelen yabancı tüccarların malları zorla ellerinden alınır, kendilerine zulüm etmekten de geri kalınmazdı. Cahiliye döneminde kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telâkki edilirdi. Çok kötü adetlerinden biri de, zavallı ve masum kızlarını kocaya vermekten ar ederek diri diri kuma gömmekti. Bu durumdan hoşnut olmayanlar da vardı. Zulümlere karşı bazı faziletli insanlar kendi aralarında “Hilfü’l-fudul” adında bir anlaşma yapmışlardı. “Allah’a yemin ederiz ki, zulme uğrayanın yanında ve zalim mazlûmun hakkını iade edene kadar hepimiz bir tek el gibi zalimlerle mücadele edeceğiz” diye yemin içmişlerdi. Peygamber Efendimiz de kendisine peygamberlik gelmeden önce bu birliğe üye olmuştu. Nübüvvetten sonra da böyle bir birliğe kayıt olduğu hatırlatılınca; “bugün bile böyle bir birlik olursa yine üye olurum” demiştir.1
3- İslâm Medeniyetinin etkili olduğu dönemler
Maddî-mânevî, zifirî karanlıklar içinde olan Cahiliye toplumu, yedinci asrın başlarında yepyeni bir medeniyet olan İslâm Medeniyetini karşısında buldu. Bu medeniyetin kaynağı Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet olup, Cenâb-ı Hakkın varlık ve birliğine, ahiret gününe iman gibi bir inançtan beslenmekteydi. Bu fikirleri kabul eden fert ve toplumlar hem ahiretlerini mamur etmek, hem de dünyalarını imar etmek için gayret sarf ettiler. İslâm Medeniyeti, Cahiliye geleneklerinin aksine; bilgiyi, çalışmayı, yardımlaşmayı, adaleti, hoşgörüyü ve sevgiyi ön plana çıkardı. İnsanı arzın halifesi ve en mükemmel varlık olarak muhatap aldı. İnsanın hizmetine verilen diğer varlıkları korumayı da ihmal etmedi . Böylece sadece insanlar arasında değil, bütün varlıklar arasında bir ahenk tesis edip, huzurlu ve mutlu olmasını sağladı.
İslâm Medeniyeti, ilk üç asırda (7, 8, 9. asır) dünyaya büyük oranda hükmetmiş sonraki iki asırda nispeten etkisini sürdürmüş, ondan sonra da gerileme dönemine girmiştir.2 Söz konusu asırlarda Müslüman ilim adamları çok önemli keşiflere imza atmış ve asırlarca Batı dünyasının üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan eserler yazmışlardır.
4- İslâm ve Batı Medeniyeti
Kur’ân medeniyeti ile insanlığın dehasından çıkan ve felsefeye istinat eden Batı medeniyeti ayrı esaslara dayandığı için aralarındaki anlayış ve bakış tarzı çok farklıdır. Bediüzzaman’a göre medeniyeti karakterize eden beş ana parametre vardır. Bunlar müellifin ifadesi ile; Nokta-i istinad, Hedef, Düstur-u hayat, Cemaatlerin rabıtası, Semerat (meyve, netice).
“Deha”dan beslenen Batı medeniyeti ile “Hüda”dan beslenen Kur’ân medeniyeti karşılıklı tahlil edildiğinde, yetiştirdikleri insan ve cemiyet tipinin çok farklı olduğu görülecektir. Yukarıda sayılan esasları Batı medeniyeti açısından değerlendirdiğimizde aşağıdaki tablo ortaya çıkacaktır;
a. Nokta-i istinad, yani dayanak noktası; kuvvettir.
b. Hedefi; menfaattir.
c. Düstur-ı hayatı (hayattaki temel kuralı); mücadele ve çarpışmaktır.
d. Cemaatlerin rabıtası; unsuriyet ve menfî milliyettir.
e. Semeratı (meyvesi, neticesi); nefsin heveslerini tatmin, insanlığın ihtiyaçlarını arttırmak ve dolayısıyla israfı kolaylaştırmaktır. Sayılan bu unsurlar tahlil edildiğinde şu sonuçları çıkarmak mümkündür:
Dayanak noktası kuvvet kabul edilirse; bu kabulün tezahürü başkasının hakkına, hukukuna tecavüz olacaktır. Güçlünün ayakta durabileceği tezini işleyen Darvinizm, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesini esas kabul eden vahşi kapitalizm, kapitalizmin vahşetine dur demek için yola koyulmuş, ancak, kapitalizmden daha vahşi uygulamalara imza atan sosyalizm, sömürgeleştirme faaliyetlerinin tümü, hakka bedel kuvveti esas alan medeniyetin yansımalarıdır. Dolayısıyla, insanlığın, insan hakları mücadelesi serüveninin özü, kuvveti hakkın emrine tabi kılma mücadelesidir.
Hedefine menfaati koyan bir medeniyetin mensupları diğergam değil, hodgam olur, bencilleşir. Sürekli avını gözetleyen uyanık ve gergin bir avcı gibi menfaatini gözetler, başkası ile ya ruhen veya cismen boğuşur.
Temel hayat prensibini çarpışma üzerine bina eden birisi, kâinattaki muazzam yardımlaşma hakikatine karşı kalp ve gözünü kapatır. Herkesi düşman ve her şeyi kendisini alt etmek üzere kurgulanmış zararlı varlıklar olarak görür. Gerçekleştirmek istediği çok şeyin varlığına mukabil, yapabildiği çok az şeyin farkındadır. Hiçbir şeyi kontrolünde tutamadığından ruhu daima korku ve azap içinde kalır. Ayakta kalabilmek için yel değirmenine hücum eden Don Kişot misali daimi bir çatışma vaziyeti ile kendisine eziyet eder.
Batı felsefesinden beslenen “deha” toplum fertleri arasında dayanışmayı sağlayan unsur olarak “ırk”ı görür. Bu felsefe ve bakış açısı, nasıl ki birey bazında kendisini düşünen, hedonist (hazcı) ve egoist bir insan tipini netice veriyorsa, egoizmin ve hedonizmin fertten cemiyete yansımış hali de, menfi milliyetçilik anlamında “ırkçılık” olarak tezahür edecektir.
Bediüzzaman hayatı boyunca iki tağutla mücadele ettiğini, bunlardan birisinin kâinatta bulunan “tabiat”, diğerinin de insanda bulunan “ene” olarak ifade eder. Irkçılığın bu iki olumsuz esasla ilişkisinin olduğunu beyan eder. Bu tip ırkçılığın tabii bir neticesi de emperyalist bir saikle başkasını yutmaktır. Yani sömürmek, küçük görmek veya varlığını kabul etmemek, hak ve hukukuna tecavüz etmektir. İki dünya savaşı, Bosna- Hersek katliamı, Irak ve Afganistan’ın işgali hemen akla gelen örneklerdir.
Batı medeniyetinin söz konusu anlayış ve neticelerine mukabil “Hüda” yı esas alan Kur’ân medeniyetinde ise durum şöyledir:
1. Dayanak noktası olarak kuvveti, kuvvetliyi değil, hakkı esas alır. Gerek dört büyük halife gerekse sonraki İslâm Devletlerinde, padişahların davalılarla aynı statüde muhakeme edilmeleri ve Fatih’e verilen cezanın temelinde, kuvvetin yerine adaleti ikame etme anlayışı yatmaktadır. Bir ferdin hayat hakkını, yeryüzündeki bütün insanların hayat hakkı ile eşdeğer tutan ve birisinin hatası yüzünden başkasının sorumlu olamayacağını beyan eden Kur’ân âyetleri, bilhassa Hz. Ali’nin (ra) ömrünün sonuna kadar ve hayatı pahasına da olsa, adaletin ince çizgisinde kalarak vazgeçmediği “adalet-i mahza” anlayışı, Kur’ân medeniyetinin kuvvete bedel hakka dayandığının birkaç delilidir.
2. Kur’ân medeniyetinin ruhunu tezyin ettiği bir ferdin hedefinde; kendi menfaati değil, fazilet vardır. Böyle birisini harekete geçiren en önemli saik Allah rızasıdır. Sağ elin verdiğini sol eline göstermeyecek kadar hassas bir tavırla yapılan yardımlar, zekât, sadaka, muhtelif amaçlı vakıflar bu ruhun maddî tezahürleridir.
3. Bu ruhun hakim olduğu bir fert; hayatı bir mücadele ve çatışma olarak görmez. Tam aksine dünyayı bir yardımlaşma cenneti olarak görür. Kâinattaki bütün unsurların birbirine yardım etmek üzere kurgulandığı hakikatine inanan bir mümin, kendisi dışında kalan diğer insanları kendisinin yardımına koşan yardımsever kardeşler olarak görür. Hatta, yaratılmışlığın ortak paydasından hareketle hayvanlarla, cansızlarla ve hatta bütün kâinatla bir nevi kardeşlik hisleri ile dolarak kendisi ve kâinatla barışık olarak yaşar, dünyasını bir cennete çevirir.
4. Milliyet meselesine geline; evvelâ, hiç kimse kendi milliyetini kendisi seçmemiştir. Herhangi bir milliyete mensubiyetin üstünlük vesilesi olamayacağı, aksi durumun ilâhî adaletle bağdaşmayacağı hakikatini kabul etmek gerekir. Bu anlayışa mensup bir mü’min kendi milliyetini inkâr etmediği gibi, başkasının milliyetinden de üstün görmez. Gerçek üstünlüğün ahlâkta ve takvada olduğunu kabul eder. Kendi milliyetini dünya milletler mozaiğinin bir rengi, bir unsuru olarak görür. Diğer milletlerin varlığını, hayat kalitesini arttıran bir zenginlik olarak telâkki eder. Bir mümin aynı dini paylaştığı insanlarla dindaşlık, aynı vatan ve coğrafyayı paylaştığı insanlarla vatandaşlık, daha geniş bir daire olan insanlık ve nihayet aynı Allah’ın mahlûku olmak hasebiyle yaratılmışlık asgari müşterekinde buluşur. Bütün mahlukata karşı bir nev’î kardeşlik hisleri ile dolar. Bu his, anlayış ve algılayış dünya barışını netice verir.
5. Ruh terbiyesini “Hüda” dan alan bir müminin dünyadaki tek amaç ve hedefi aşağılık arzularını tatmin etmek olamaz. Tam aksine hedefinde, bu arzularını gemleyip, ruhunu yüce duygularla donatmak, maddeden çok mânâyı esas tutmak vardır. Bu ruhun hedefinde, “malayaniyatı” temsil eden “yer çekimi”nin etkisinden kurtularak “ma’aliyatı” yani yüce ruh halini temsil eden “gök çekimi”nin etki alanına girmek, vermenin almadan, ikramın yemeden daha lezzetli olabileceğini düşünür. Ulvî hislerini tatmin ederek ferdi, kemalat-ı insaniyeye sevk edip, insanı insan etmek vardır.
Dipnotlar:
1 - M. Salih Arı, “Hilfü’l-fudul Cemiyetinin Sosyal Dayanışmadaki Rolü,” Y. Y. Ü. İ. Fak. Dergisi, Van, 1998.
2 - Nursî, Muhakemat, YAN., İstanbul, 2004, s. 40
|