|
|
|
Memuru ’imtiyazlı’ gören tek anayasa Türkiye’ninki |
SEÇİMDEN 10 gün kadar önce Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Başkan Yardımcısı ve Konya Ticaret Odası Başkanı Hüseyin Üzülmez, TOBB Endüstri ve Teknoloji Üniversitesi (ETÜ) Rektör Yardımcısı Prof. Güven Sak’la birlikte 24 saatliğine Brüksel’e gittik.
TOBB, Türkiye’deki seçim ortamına rağmen Avrupa Birliği’ne (AB) dönük lobi çabalarına ara vermeyip, Brüksel’deki ülkemizle ilgilenen AB bürokratlarına Türkiye’yi anlatmayı görev bilmişti.
Uçakta Rifat Hisarcıklıoğlu’yla uzun uzun sohbet ettik. Hisarcıklıoğlu’nun üzerinde durduğu konulardan biri de Sosyal Güvenlik Reformu oldu: “Memura ’imtiyazlı sınıf’ gibi gören tek Anayasa dünyada sadece Türkiye’de var...”
Hisarcıklıoğlu, AKP Hükümeti’nin 4.5 yıllık döneminde Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) da bastırmasıyla zar zor çıkarabildiği Sosyal Güvenlik Reformu’nun Anayasa Mahkemesi’nden özellikle memurlar yönüyle dönmesine çok içerlemişti. Hisarcıklıoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararının memuru “imtiyazlı sınıf” görme alışkanlığının bir parçası olduğu kanısında: “Siz diyorsunuz ki, ’İşçi dişini yaptırırken cebinden ödesin, memurun diş parasını devlet versin’. Böyle şey olur mu. Nerede kaldı devletin vatandaşına ’eşit’ davranması.”
Rifat Hisarcıklıoğlu, memuru “ayrıcalıklı” görme alışkanlığının Anayasa’ya da yansıdığına dikkat çekti: “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, memurların disiplin soruşturmasına izin vermez. Bu yönüyle memura ’imtiyazlı sınıf’ gibi bakan tek Anayasa da Türkiye’de var. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir anlayış göremezsiniz.”
Türkiye, bir seçimi daha geride bıraktı... Önümüzde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı ile 11’inci Cumhurbaşkanı seçimi var... Ardından yeni hükümet kurulacak... Bakalım AKP’nin ikinci iktidar döneminde Sosyal Güvenlik Reformu’nu Anayasa Mahkemesi’nden dönen şekliyle ya da küçük oynamalarla yeniden TBMM’den geçirebilecek mi?
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun yakındığı “memura imtiyazlı bakış” bitecek mi?
İşadamlarının çoğu için din paradan önce geliyor
TÜRKİYE Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Brüksel’e gidip-dönerken, 6 ayda bir yaptıkları “Ekonomik Barometre” anketiyle ilgili ilginç bir izlenimini anlattı:
“TOBB üyesi işadamlarının anketimize verdiği yanıtlar, Türkiye gündemine göre değişebiliyor... Eğer gündemde daha çok ekonomi varsa, yakınmalar, eksiklikleri öne çıkarmalar artıyor...” Ya gündemde siyaset ağırlıklıysa?
Hisarcıklıoğlu’nun anlattıklarının ilginç yanı, bu sorunun yanıtında: “Diyelim ki gündeme türban tartışması damgasını vurdu. Ya da AKP’nin geçmiş 4.5 yıllık döneminde zaman zaman öne çıkan bazı dini tartışmalar yaşandı. İşte o dönemlerde TOBB üyesi işadamlarının ekonomiyle ilgili şikayetleri çok aşağılara düşüyor.”
Peki neden? Hisarcıklıoğlu’nda “Ekonomik Barometre”den alınan yanıtlardan şöyle bir izlenim oluşmuş: “TOBB üyelerinin çoğu için din, paradan önce geliyor...” AKP’nin 4.5 yıllık iktidar döneminde arada “Ekonomik Barometre”den “din, paradan önce gelir” izlenimi çıkmış...
TOBB’un yeni dönemdeki “Ekonomik Barometre” sonuç ve izlenimlerini merakla bekliyorum...
İslam ülkelerinin hepsi bizi AB’de görmek istiyor
BRÜKSEL yolunda Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile Avrupa Birliği’ni (AB) de konuştuk... Hisarcıklıoğlu, başta Dünya Odalar Federasyonu ile Milletlerarası Ticaret Odası olmak üzere birçok uluslararası kuruluşta dünyanın her köşesinden iş dünyasının örgüt başkanlarıyla görüşüyor:
“57 İslam ülkesinin 57’si de AB’ye tam üye olmuş bir Türkiye istiyor...”
Türkiye’nin AB’yle müzakere süreci, “seçim molası”na girmiş sayılır...
Şimdi AKP’nin yeni kuracağı hükümet, AB’ye dönük “heyecan”ı yeniden yükseltebilecek mi?
Hürriyet, 23.7.2007
|
Vahap MUNYAR
24.07.2007
|
|
|
AKP’nin zaferi ve global sermaye |
AKP zaferinin altında, Londra’da üslenen globalleşmiş sermayenin Türkiye’ye şırıngaladığı milyarlarca dolar yatmaktadır...
Para esas olarak dünyanın her tarafında iktidardır ve para esasen iktidarı belirlemektedir...
Global sermaye her şeyiyle AKP hükümetini desteklemekte ve Türkiye’ye yatırdığı milyarlarca dolarlık para ülkede nisbi bir ekonomik rahatlama sağlamaktadır...
Türkiye’de enflasyon tek haneli rakamlara düşmüştür...
Türkiye’nin şirketleri teker teker milyar dolarlara satılabilmekte,yeni şirketler yeni milyar dolarlarlık umutlar yaratmaktadır...
Türkiye globalleşmiş sermaye tarafından tarihinde görmediği ölçüde para şırınga edilerek, şirket satın alınarak global sistemin bir parçası haline getirilmektedir...
Para güçtür, para iktidardır ve paranın yönü iktidarları belirlemektedir...
Sözü edilen para Koç Grubu’nun ya da Sabancı Grubu’nun sonuçta birkaç bin kişiye iş olanağı sağlayan kısıtlı paraları değil, Londra, New York merkezli uluslararası fon yönetmelerinin, İstanbul Maslak’ı arka arkaya dikilen kulelerle, iş ve alışveriş merkezleriyle bir anda New York’un Manhattan’ı haline getiren milyarlarca dolarlık paralarıdır...
(...)
Dünyadaki müthiş para fazlasının fonlar aracılığıyla Türkiye’ye akmasının siyasi rantı AKP’nindir...
Vatan, 23.7.2007
|
Reha MUHTAR
24.07.2007
|
|
|
AKP’nin sorumluluğu |
AK Parti, bu başarıda kendi gayretleri kadar diğer siyasi partilerin değişme ve demokratikleşme kulvarında kendisini yalnız bırakmasının rolünü iyi analiz ederek reformcu kimliğine geri dönmelidir.
AB’deki soğukluğa veya yavaşlama eğilimine teslim olmanın, içerideki milliyetçi reaksiyona ziyadesiyle kulak kabartmanın ve cumhurbaşkanlığı makamını almak için devletlu elitlere taviz vermenin nelere yol açtığı meydandadır. Reformları yarım bırakmanın reform karşıtı cepheye ümit, reform taraftarı cepheye ümitsizlik verdiği, ümitler ve korkulardan oluşan makasın nihayetinde reformu yarım bırakan aktörü kesmeye yöneleceği 2004 sonrasındaki gelişmelerden sonra idrak edilmiş olmalıdır. AK Parti’nin içindeki reform karşıtı Adalet Bakanı ile eyyamcı İçişleri Bakanı’nın nelere mal olduğunun muhasebesi yapılmadıysa, seçim zaferinin etkisinin geçici olduğunu ve durumu son tahlilde kurtarmayacağını 3 Kasım 2002’ye bakarak hatırlatmak gerekiyor. Bu bakımdan dikkat edilmesi gereken bir husus da, reformların arkasındaki felsefenin açıkça halka anlatılması, benimsenmesi ve benimsetilmesidir. Buradaki tereddütler, AK Parti etrafında oluşan ittifakı sarsmaktadır. Bu hususta sarih ve kararlı davranılırsa, bu ittifakın genişlemesi imkanı vardır. AK Parti, geçmiş dönemin tecrübesiyle, reformları kamuoyu desteğini alarak ve tarafları ikna edecek bir stratejik planlamayla hayata geçirebilecek ehliyeti göstermelidir.
AK Parti’nin bu istikamette yapacaklarını, seçim sonrasında hızla hayata geçirmesi ve bilhassa sivil anayasa değişikliğinde ısrarlı olması elzemdir. Reformların arkasındaki ruhun yeni sivil anayasaya yansıtılması, sivilleşmenin ve demokratikleşmenin ardındaki dinamikleri harekete geçirecektir. Bu şekilde soğuk savaştan kalma eski devlet nizamı ve felsefesinin gidişinden kaynaklanan, “ideolojik boşluk” duygusunun yarattığı kaos endişesi aşılabilecektir. Bu referans çerçevesinde, AK Parti’nin Kürt ve Alevi sorunlarına muhakkak el atması gerekmektedir. Yine bu cümleden olarak mesela Türkiye, 2008 1 Mayıs’ını Taksim’de kardeşlik içinde kutlayabilmeli, 1 Mayıs 1977 katliamında öldürülen işçiler anısına Kazancılar Yokuşu’nda AK Partili Başbakan bir anı plaketi çakmalıdır. Bu tarihi, etnik ve dini meselelerde yapılacak jestlerle gerginlikler azaltılmalıdır. AK Parti’nin ve bu bağlamda Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün mağduriyet hislerine kapılmamaları ve büyüyen karizmalarının liderlik kültüne dönüşmesini engellemeleri önümüzdeki dönemin en büyük nefis sınavlarından biri olarak ayrıca kaydedilmelidir.
Yeni Şafak, 23.7.2007
|
Murat YILMAZ
24.07.2007
|
|
|
Devlet de kazandı |
AK Parti gücünü perçinledi ama kuşkusuz sorumluluğu daha da arttı. Seçmen, ‘siz kitle partisisiniz’ dediğine göre buna uygun politikalarla Türkiye’nin gücüne güç katma zamanı.
Şimdi, gün ‘herkesi kazanma’ günüdür. En başta devlet kurumlarıyla tam bir uzlaşma içinde olunması çok önemlidir. Aslında bu seçim sonucuna göre bence ‘devlet de kazanmıştır.’
Çünkü sonuçta AK Parti dönüşmüştür. 27 Nisan bildirisinden sonra söylemler ve kadrolar değişmiştir. Önemli olan sistemle uzlaşma sağlamaktır.
Akşam, 23.7.2007
|
İsmail KÜÇÜKKAYA
24.07.2007
|
|
|
Ağar tamam! Ya ötekiler? |
Mehmet Ağar, partisinin barajın altında kalacağını anladığı anda istifasını bastı.
Doğrusu hasretini çektiğimiz ama pek az tanık olduğumuz “yakışıklı” bir demokrasi dersiydi bu...
Peki sevgili okurlar, Ağar’ın bu kararını alkışlarken “ovada siyaset” lafının bedelini ödetmek için daha baştan onu yenilgiye mahkûm eden derin sistemi de aklınızın bir kenarından geçiriyor musunuz acaba?..
***
Deniz Baykal da istifa etsin diyenler çoktur. Eminim. Ama bu işin yüzeysel ve kolay yanı!
Peki CHP’yi dördüncü seçimdir aynı yönetim ve liderlikle başarısızlığa zincirleyen sıradan partililer ve bu partiye gönül verenler kafalarını yastığa gönül rahatlığıyla koyabilecekler mi? CHP’nin yaşadığı hüsranda onların hiç mi payı yok?
Dört buçuk yıl muhalefet yapmayı unutup Cumhurbaşkanlığı süreci başlayınca askerin ve yargının arkasına saklanarak siyaset yapmaya başlamanın bedeli sadece liderin istifasıyla ödenebilir mi? Hiç mi ideolojik ve sosyolojik özeleştiri yapılmayacak bu partide?
***
Ya popüler gazetelerin yönetimlerine ne demeli! Bir yandan iktidara mavi boncuk dağıtacaksın, öte yandan manşetlerin ve yorumlarınla MHP’ye oy üstüne oy kazandıracak bir Türkiye ve dünya tablosu yaratacaksın!
Bir yandan kutuplaşmayı artırmak için elinden geleni ardına koymayacaksın, öte yandan da toplumun değerlerinden ve sıkıntılarından uzaklaşacaksın!
E, olmuyor işte!
Acaba medya yöneticileri aylardır gaz verdikleri kutuplaşma ve korku politikalarının yol açtığı seçim tablosuna bakıp pişman olmuşlar mıdır? İstifayı düşünen var mıdır mesela?
Doğruyu gösterdiği apaçık olan seçim anketleriyle sırf siyasal eğilimine ters düşüyor diye dalgasını geçtiği için şimdi utanan köşe yazarı-yorumcu var mıdır?
Ya MHP’ye oy verilirse AKP’nin iktidarının önleneceğini sananlar! Onlara ne demeli?
AKP ben bu yazıyı yazdığım sırada DP’nin 53 yıllık rekorunu kırmak üzereydi. İktidarda olup da oy oranını çok büyük oranda artırma rekorunu...
***
Bir de seçim barajının artık komik kaçtığını görmezden gelenler vardı. Yüzde on barajının demokratik olmadığı gibi sistemin hedeflerine de uygun düşmediğini görmezden gelip barajı düşürmeyenler, muhalefetiyle iktidarıyla acaba şimdi pişman mıdır?
Demokratik akışa müdahale eden kurumlara gelince...
Onlar takkeyi önlerine koyup düşünüyorlar mı şimdi?
Bu seçimi çok tehlikeli biçimde Cumhuriyet’in ve Cumhuriyetçiliğin seçimi gibi değerlendirmeye kalkışanlar şimdi yaptıkları hatanın farkına varacak mı?
Hiç sanmam.
Vatan, 23.7.2007
|
Haşmet BABAOĞLU
24.07.2007
|
|
|
Siyasetin en yoğun gününde siyaset yasaklanmıştı |
Orhan Pamuk “İstanbul” kitabında Pamuk Ailesi’nin 5 katını paylaştığı “Pamuk Apartmanı”nın katlarındaki eşyaları anlatır.
Her katta hiç çalınmayan piyanolar, içlerinde Çin porselenlerinin ve abur cubur eşyanın sıralandığı kapakları kilitli vitrinler, üzerlerinde kimsenin yazı yazmadığı sedef kakmalı yazı masaları, raflarında kimsenin okumadığı eski tıp kitapları dizili kitaplıklar vardır.
Dünkü Radikal’de de Nur Çintay A. da, Hello dergisinin dekorasyon bölümünde yer alan fotoğraflardaki ünlülerin “kitapsız kitaplıklar”ına takılmıştı. Yazısının sonunda şunu soruyordu:
- Bir kütüphane kaç kitap alır? Peki kaç nazar boncuğu, kaç biblo, kaç fil taşır?
Bu satırları yazdığım sırada seçim sonuçları belli değildi. “Siyaset yasağı” olduğu için de, siyasetin en somut biçimde sandığa yansıdığı sırada, gazetelerde de, televizyonlarda da siyaset yoktu.
Seçim günü siyaseti yasaklamak, kimin aklına gelmiş acaba?
Yılın her günü, her saat siyaset yap ve konuş. Seçim günü siyaseti (veya propagandayı) yasakla.
Büyük çelişki
Bir anda sosyo-politik yapı, Orhan Pamuk’un hiç çalınmayan piyanoları veya Nur Çintay A.’nın kitapsız kitaplıkları gibi oluversin.
Acaba senenin 364 günü önüne gelen tarafından aldatıldığına inanılan “zırcahil halk”ı, hiç olmazsa bir gün korumak mı amaçlanmış bu yasakla?
Bu durumda siyaseti yorumlamak gibi bir göreviniz varsa, “Yaşasın demokrasi” deyip, partiler üstü sakız çiğnersiniz köşenizde. Oysa “partili” olmanın en somut biçimde yaşandığı gün okunacaktır bu yazınız.
Şimdi bu satırları sizler okurken, kimin ne kadar oy aldığı, kimin geçip kimin kaldığı belli olmuş durumda.
Bazılarımız acaba sonuçlara bakıp, “Halk geldi, vatandaşın oyunun değeri kalmadı” mı diye düşünüyor olacağız?
Ya da bazılarımız “Keşke şu tatilciler oy vermek için kentlerine dönmeselerdi. Belli ki bunların tümü istenildiği gibi oy kullanmamışlar” mı diyeceğiz?
Belki de bazılarımız, geçen zamanın ertesinde “Bu partiye oy vereceğime elim kırılsaydı” diye insafsız öz eleştiriler yapmaya başlayacağız.
Aşırı partizan fanatiklerin dışında kalan büyük çoğunluk ise, ülkenin iyi yönetilmesini, seçimi kim kazanırsa kazansın partizanlık yapılmamasını, demokrasinin vazgeçilmezleri olan “uzlaşma” ve “diyalog” öğelerinin hep ön planda tutulmasını bekleyecek.
Posta, 23.7.2007
|
Mehmet BARLAS
24.07.2007
|
|
|
|