|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Ona ait olan Allah'ın şânı ne yücedir! Kıyâmetin vaktine dair bilgi Onun katındadır. Siz de Ona döndürüleceksiniz.
Zuhruf Sûresi: 85
|
03.07.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah birşeyi yaratmak istediğinde hiçbir şey ona mani olmaz.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 238
|
03.07.2007
|
|
İslâm, akılları ve kalpleri fethediyor
Yedinci Reşha: İşte, bak: Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.
Sekizinci Reşha: Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’ edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi—ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor.
İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?
Dokuzuncu Reşha: Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.
Şimdi bak bu zâta: Şek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! “O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” (Necm Sûresi: 4.)
Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın.
Sözler, 19. Söz, s. 216
Lügatçe:
feth: Açma.
teshîr: Boyun eğdirme, hizmet ettirme.
mahbub-u kulûb: Kalplerin sevgilisi.
muallim-i ukùl: Akılların öğretmeni.
mürebbî-i nüfûs: Nefislerin terbiyecisi.
sultan-ı ervâh: Ruhların sultanı.
cezîre-i vâsia: Geniş yarımada.
secâyâ-i âliye: Yüksek seciye ve karakterler.
Cezîretü’l-Arab: Arap yarımadası.
bilâpervâ: Çekinmeden, korkmadan.
hakikatbîn: Hakikati gören.
müstağnî: Muhtaç olmayan.
|
/ Bediüzzaman Said NURSÎ
03.07.2007
|
|
Sonsuzlukla doğmak
Kuşlar uçuyor başımın üstünde, kulaklarım cıvıltılarıyla dolu… Her biri ayrı bir beste seslendiriyor sabahın seherinde… Turnalar yüksekten gruplar halinde uçuyor; nereden gelirler nereye giderler her sabah…
Serçeler sabah şarkıları söylüyor hızlı ve kıvrımlı uçuşlarıyla… Uzak ağaçlardan yükselen seslerin renkleri yaprak yaprak yayılıyor… Yerin yeşilliğiyle göğün maviliğinin buluşmasını seyir, aydan yıldızlardan ayrılığın acısını dindiriyor…
Güneş, dirilişi dillendiriyor ışıktan sesiyle… Gafleti yırtan gürültüsüzlüğüyle gündüz sayfasını açıyor… Seher serinliğinde bereket kapıları aralanıyor; kuşların şen şarkılarıyla…
Ağaçlar tevekkülle bekliyorlar bereketi… Yapraktan elleriyle kucaklıyorlar yağan seher bereketini… Kök saldıkları tevekkül derinliği rızkı ayaklarına getiriyor…
Kavak yelleriyle keyifleniyor söğütler… Sessizliği siliyor misafir ettikleri kuşlar, kuşkanatlı yapraklar söylüyor seher senfonisini… Sevgi serinliği sarıyor seyreden sinelere… Sineklerin sivrisi sakince uyarıyor ve ayrılıyor dikkatleri toplayarak…
Artık bülbüller ötmüyor, güller uzak pencerelerde kaldı… Zaman savurdu yapraklarını, yeni ilkbaharlara doğru… Vuslat akıyor ayrılık derelerinden… Aşklar tazelenecek sonbaharın sonunda...
Mavi beyaz bulutlardan umut yağıyor, gündüzün göğsüne… Rüzgâr uzaklara savuruyor mahmurluğu… Mahur beste çalmaya başlıyor gün ışıklarıyla… Gönülde doğan ışık gözlerden gönüllere yansıyor…
Toprak yağmur gözlerle bakıyor göğe… Tozlu yollar, sisli yılları ıslayabilmek için… Duâ duâ diye çatlıyor nasır tutan dudakları… Sıcak sancılardan serin seherlere uzanıyor duâ yağmurları… Beliren bulutlara müjde gözlerle bakılıyor, bayıltan bezginlikte…
Doyum olmuyor günün doğuşunun dillendirdiğini dinlemeye, seyrettirdiğini seyretmeye… Işıkların, seslerin, renklerin bahçesinde müjdelerle dirilmek dinginlik veriyor… Taze dirilişe şahitlik etmek sonsuzluk hisleri uyandırıyor içte…
Sonsuzluk söylüyor seher senfonisi, kuşlar yapraklar sonsuzluk raksı ediyor… Doğan gün sonsuzluk duâsıyla doğuyor… Ümit yağıyor göğün göğsünden toprağın kalbine; keder tozlarını silerek, elem sislerini savurarak…
Ağaçlar ayrılıktan ağlamıyor bekaya bakıyor, dökülen yapraklar kederden değil kemal duâsından…
Kuşlar sonsuzluk sarhoşu olmuş yerinde duramıyor, yelle yarışıyor, rüzgâra karışıyor kanatları… Serçelerin deli saçması, turnaların yüksekten ve ağır uçuşu bundan; bitmeyen bir güzellik arayışı…
Dinmeyen istek, durmayan duâ ister… Seherin serinleten bereketi, duâ ellerin açıklığından; şükür zikri varlık cezbesinden, istek sonsuzluğundan, sonsuzluk isteğinden…
Doğan her gün duâ ile doğar, âminle biter… Duâyla doğmak isteyen seheri seyretsin; zikirle coşsun, şükürle doysun… Doyumsuz güzelliklerle dolu seher, sonsuzluk şarkısını söylüyor zira.
|
Hüseyin EREN
03.07.2007
|
|
‘Risâle-i Nur’dan vecizeler’ bulundurmadan sekiz ay sekiz gün hapis
Emekli Başsavcı Abdullah Battal anlatıyor:
Yıl 1964. İsmet İnönü, başbakandır. Mağlûbiyetinin tek sebebi bildiği Nur Talebelerinden mutlaka, ama mutlaka intikam almak için her yola başvurur.
Bu menhus maksadını gerçekleştirmek için, bütün valiliklere emirler üzerine emirler göndererek, Nur Talebelerinin evlerine ânî baskın yapılmasını, Nur Risâlelerinin zabt ve müsadere edilmesini, okuyanların yakalanıp hapislere tıkılmasını ısrarla ister.
Her ilde şiddetli terör havası estirilir. Nur Talebeleri yakalanıp karakollarda işkencelere, hakaretlere, tutuklanmalara, eserleri ellerinden koparılıp alınmasına maruz kalırlar.
Çorum’da da bu dehşetli uygulamalar yaşanır. Aynı anda Çorum Nur Talebelerinin evlerine baskınlar yapılır. Çok sayıda tutuklanan Nur Talebesi ve aileleri nice çileler çekerler.
Bir sene kadar evvel, Hakka yürüyen Nurun fedakâr talebesi, ihlâs, sadakat, vefa timsâli merhum Hüseyin Kovancı Ağabey de bu zulümden nasibini alır. Emniyetten bir ekip, evinin her köşesini didik didik arar. Hiçbir eser bulamamalarının hırs ve şaşkınlığı ile evin en mahrem yerlerini yoklayıp hallaç pamuğuna çevirirler. Elleri boş olarak karakola dönmenin riskini nasıl göğüsleyeceklerini düşünürlerken, bir köşede matbu bir kaç adet bayram tebrik kartı nasılsa ellerine geçer. Kartta Bediüzzaman’a ait “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fanî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” vecizesinin bulunması, suçlamak için yeterli görülür. Bunu bulunca aradıklarını bulmanın heyecanı ile merhum Hüseyin Ağabeyin ellerine kelepçeyi takıp karakola götürmekten çekinmezler. Halbuki bu matbu bayram kartını, kendi hazırlatmış, yazmış, bir başkasının eline de geçip okunmuş, mahkemece yasaklanmış değil, propaganda âleti de olmamıştır. Bunlar bir tanıdığı vasıtasıyla, kendi talebi olmadığı halde gönderilen birkaç karttan başka bir şey değildir. Başka bir şey de ele geçmemiştir.
Hüseyin Ağabey böylesine masum bir fiilden dolayı tam sekiz ay, sekiz gün ceza evinde tutuklu kalır. Açılan diğer bin dört yüzü geçen Nur dâvâları gibi bu da beraetle sonuçlanır.
“Ülkeler küfürle değil, zulümle yıkılır” hadisini hatırlamamak mümkün değil. Üstadımızım “Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır” gerçeği ile onun gönlü huzurlu ve rahattır. “Zalimler için yaşasın cehennem” diyen Üstadının yanında, vazifesini yaparak bu dünyadan ayrılmanın huzurunu yaşıyordur inşaallah.
|
03.07.2007
|
|
Doğruluğun kerâmeti
Zalim bir vali vardı. Hasan-ı Basri Hazretleri’ni bulunduğu yerde yakalatmak için emir çıkardı.
Durumu haber alan Hasan-ı Basrî de bir zamanlar ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri’nin kulübesine gelip saklandı.
Fakat valinin adamları nereden haber almışlarsa almışlar, Habib-i Acemi’nin evini basmışlardı. Habib-i Acemi’ye hışımla sordular:
“Hasan Basri’yi (r.a.) gördün mü?”
Habib-i Acemi gayet sakin:
“Evet,” dedi.
“Nerede?” dediler.
“İşte şu kulübemde...” dedi.
Adamlar kulübeye daldılar, her tarafı didik didik aradılar; fakat bir türlü Hasan-ı Basrî Hazretlerini bulamadılar.
Dışarı çıkınca tehdit savurdular:
“Bize yalan söyledin. Bunun hesabını vereceksin.”
Habib-i Acemi:
“Ben yalan söylemedim” dedi. “Siz göremedinizse, benim suçum ne?”
Valinin adamları tekrar kulübeye girdiler, o köşe senin, bu köşe benim her tarafı yeniden aradılar, fakat yine bulamadılar.
Sonra çıkıp gittiler.
Onlar gidince, Hasan-ı Basrî Hazretleri Habib-i Acemi’ye:
“Ey Habib! Biliyorum ki Rabbim senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur?” dedi.
Hazret-i Habib hiç oralı olmadan:
“Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimiz hürmetinedir. Çünkü bilirsiniz ki, doğruların yardımcısı Allah’tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi” dedi.
|
Süleyman KÖSMENE
03.07.2007
|
|
|
|