|
|
|
Hayat yolculuğunda çelişkili duygular |
İnsan, çevresi ile olan irtibatında eşyanın gizemini hissettiren sırlar yakalayabilir. Bu hal aslında onu varlığın derinliklerine ve anlam boyutuna doğru sürükleyen ince bir sırdır. Hayatın ortaya çıkış ve eşya ile olan bağlantı süreçleri, hep bu neticeye yönelik gibidir. Varlık âlemine gelen her insan çetin bir imtihanla yüzleşmek üzere ruhen ve bedenen hazırlanır. Bu hal aslında hayatın değişik safhalarında farklı şekillerde işleyen bir seçme kanununun parçasıdır. Meselâ bir insan bedenine dönüşmek meyli ile binlerce hücre yola çıkar.
Bunlar çeşitli sağlamlık imtihanlarından geçirilirler. Enzimlerin, mekanik etkilerin oluşturduğu çeşitli zorlukları atlayabilen hücrelerden yalnızca biri ya da birkaçı insan olabilmeye namzet konuma gelir. Bu hayattaki tekâmül sırrının ve bu sır işlerken ortaya çıkan seçiciliğin bir tezahürü olmalıdır.
Aynı şey ebede namzet olan ve bu amaçla dünya hayatını bir imtihan şeklinde yaşayan insanlarda da gözlenir. Varlık âleminin maddî boyutun önüne koyduğu zorlayıcı şartlar içinde hem kabiliyetleri gelişen hem de zorluklara dayanma gücü artan ve aynı zamanda ebedî bir hayata lâyık olduğunu ortaya koyabilme imtihanı ile yüz yüze olan insan bu konumu gereği sürekli nefis ve şeytan gibi maddî boyutun dışındaki varlıkların tasallutu altındadır. Bu, insanın asıl yaratılış gayesi doğrultusunda gelişimi ve sürekli teyakkuzu için Rabb-ı Kerim’in rahmeti ve şefkati ile birlikte düşünüldüğünde lâtif bir cilveleşme ve kul ve Hâlık arasında incelikli bir haberleşmedir. Hâlık-ı Kerim kulun sağlamlığı noktasında lâtif bir muamele ile onu imtihan ederken, kul da bu muamele içinde acziyetini anlayıp Rabb’ine sığınması gerektiğinin farkına varacak ve varlığın aslını teşkil eden Yaratan ve yaratılan arası muhabbet hali pekişecektir.
Bu hal, küçük bir çocuğun ilgisini çekmek ve onunla diyalog kurmak isteyen bir yetişkinin şaka mahiyetinde çocuğu korkutmasına benzer. Maksat sıkıntı vermek değil, iletişim kurmaktır. Problem çocuğun bu durumu algılamayıp aşırı bir korkuya kapılması halinde yaşanır. O durumda, kendini korkusuz, çaresiz ve yalnız hissetmekle bunalımlar anaforu oluşur ve baştaki maksadın çok uzağında ve zıddı denebilecek bir hal ortaya çıkar.
Hayatımızda nefis ve şeytan gibi unsurlar özünde yukarıdaki ifadelerin toplamından ortaya çıkan bir anlam taşırlar. Ancak bu konumları bilinmediğinde ve kul Rabb’i ile bağlantısını kopmuş algılayıp bunlar karşısında benliğini yalnız ve çaresiz algıladığında, hele de kendini Hâlık’ına karşı kusurlu zannedip ondan kaçmaya yeltendiğinde bunalımlar ve çözümsüzlükler, bir örümcek ağı gibi, iç âlemini sarmaya başlayacaktır. Yaşanan her halde Âlemlerin Rabbi’ne sığınmaktan, O’ndan yardım talep etmekten başka hiçbir çare yoktur ve aramak abesle iştigaldir. O halde, O’na karşı kusur işlenmişse bile, yine sığınılacak, af dilenecek ve tövbe ile yönelinecek olan O’dur.
Bu noktada imtihan için musallat edilmiş olan şeytan, Halık-ı Kerim hakkında bir şüpheyi kulun kalbine atar. İmanı zayıf ve hemen etki altında kalabilecek kul, yenilip şüpheyi âleminde kesinleştirirse, daha bu noktada imtihanı kaybeder. Kalbin şüpheyi kabul etmemesi durumunda, ikinci taktik, küfür tarzı ve edep dışı sözleri fısıldamak ve kalbine şüpheyi almayan kulun iman hassasiyeti ile onu telâşa düşürüp bu noktadan avlamaya çalışmaktır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, şeytanın, sizi iman hakkındaki hassasiyetinizle avlamak istiyor olduğudur. Bu maksatla, size ait olmayan ve Kadir-i Külli’şey’e karşı büyük bir edepsizlik anlamına gelecek sözleri fısıldayarak, bu sözlerin size ait olduğunu hissetmenizi hedefler. Bu sözleri benimseyip, kendinize ait kabul edip kalbinizden “Eyvah!” dediğiniz anda, şeytan sizi ağına düşürmüştür. Sizin hassas olduğunuz konuda, sizden kaynaklanmayan bir söz ya da düşünceyi size mal ederek, ümitsizliğe kapılmanız için attığı ilk adımda başarılı olmuştur. Bu başarı, aynı yoldaki adımların devamına yol açacak, sıkıntılarınızı, heyecanlarınızı artırmak için, sürekli bu tarz şeyleri ve dozu artan tempoda fısıldamaya devam edecektir. Bu fısıltılar, zaman zaman zihinde ve hayalde edep dışı manzaralara dönüşecektir. Bunu takip eden safha, anlamsız ve gereksiz yere sahiplendiğiniz bu edep dışı sözlerden ve manzaralardan dolayı kendinizden utanmanız, hatta nefret etmenizdir. Bu yanlışlar üzerine kurulmuş ilişkiler ağını, insanların en ilkel ve refleks gibi bir sosyal davranışı olan kaçış izler. Kişi kendinden ve Hâlık’ından kaçmak ister. Ancak kaçış için, sığınmak için başka hiçbir yer de yoktur. Bu durumda akla gelen çözüm yolu intihardır. Bu ise, çözüm yolunda değil, çözümsüzlük yolunda atılmış en büyük adım olacaktır. Çünkü ebedî bir hayatın mahvı yönünde atılmış bir adımdır. Düşünmemek, kaçmak, gaflete dalmak, unutmak,… Bunların hepsi yaşadığı olaylarla yüzleşme cesareti olmayan, zayıf kişilik yapılarının çözümden çok çözümsüzlük, bunalım ve kargaşa üreten arayışlarıdır. Hele Âlemlerin Rabbi’nden kaçmayı istemek, bunun mümkün olabileceğini düşünmek, ancak yaşanan olayın şokundan kaynaklanan şaşkınlıkla izah edilebilir. Bu noktada, bir Kızılderili atasözü olan şu cümle hep aklımıza gelmelidir: “Bir sınavın üstesinden gelmenin tek yolu, onunla yüz yüze gelmektir. Bu kaçınılmazdır. (Yaşlı Kişi Soylu Kara Kuğu)” Bu bunalımlar ve çözümsüzlükler girdabının ana sebebi durup anlamak ve soğukkanlı, mantıklı çözümler üretmek yerine, şuursuzca kaçmak, biri kovalıyor mu diye arkasına bakmadan, biri yoksa bile, hep kaçmaktır. Üstelik büyük bir suçluluk duygusu ile kaçmaktır. Bu duygu ise, kendine ait olmayan bir suçu kendi işlemiş gibi algılamaktan ve gereksiz bir vehimden kaynaklanmaktadır.
Aslında kişi, düştüğü bu durumun, şeytan tarafından şeytanca hazırlanmış bir tuzak olduğunu bilse ve içinde bulunduğu durumun gerçek görüntüsünü algılar konuma gelse, muhtemelen kendi haline gülecektir. Karanlıkta hafif bir kıpırtı ya da bir hışırtı algılayıp bununla birilerini ürküttüğünü anlayıp, kaçmaya başlayan ve sürekli kaçan, ancak yorgunluktan bitkin düşünce geriye baktığında hiç kimsenin kendini kovalamadığını, kendi gölgesinden kaçtığını fark eden insanın düştüğü komik duruma benzer.
Kaçış, her zaman Rabb-ı Rahim’e olmalı, O’ndan olmamalıdır. O’nun mülkünün dışına çıkabilmek, O’nun görmediği bir yere gidebilmek mümkün olmadığına göre, O’na sığınmalı, O’ndan yardım istemeli, tövbe ve istiğfar ile O’na yönelmelidir. Şeytandan kaçıp Rahim-i Mutlak’a sığınılmalıdır.
Bu bağlantılar yerine oturtulamadığında dini hassasiyetle dinden uzaklaşmak ve Rabb’ini çok sevmekten dolayı ve O’na karşı edep dışı bir hal sergilememek niyetiyle Rabbi’nden kaçmak gibi garip bir tavrı doğurabilecek bağlantılar eşyanın gizemli alanında saklıdır. Bunların farkında olmayan fert sevmekten dolayı kaçan ve sevginin öfke ve belki de nefret doğuracağı garip bir yola girebilir.
|
29.06.2007
|
|
|
Alvarlı Hoca Muhammed Efendi (1868/9-1956 |
Asıl ismi Muhammed Lütfi olmakla birlikte “Alvarlı Efe Hazretleri” lâkabıyla tanınıp meşhur olmuştur. Erzurum’da yetişip büyüyen âlimlerden olup mutlâkiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerini yaşamıştır. Bitlis âlim ve şeyhlerinden Muhammed Küfrevî Hazretlerine bağlanmış ve bilâhare onun halifelerinden biri olarak irşat vazifesinde bulunmuştur. Bediüzzaman Hazretleri talebelerinden Hulusi Beye yazdığı mektuplarından birinde ismini zikretmiş ve selâmlarını iletmesini talebesinden istemiştir. Doksan yıla yakın bir ömür sürmüş ve mesaisini insanların kurtuluşuna sarf etmiştir.
Muhammed Efendi 1868/9 yılında Erzurum’un Hasankale ilçesinin Kındığı Köyünde doğdu. Babası Hoca Hüseyin Efendidir. Annesi Hatice Hanımdır. İlk eğitimini babasından aldı. Daha sonra Erzurum’un tanınmış âlimlerinden dersler aldı. Bu eğitimini tamamladıktan sonra Hasankale (Pasinler) İlçesinde bulunan Sivaslı Camii’nde imamlık yapmaya başladı (1891). Bu görevini devam ettirirken tasavvufa da meyletti.
Muhammed Efendi, babası ile birlikte Bitlis’e giderek Şeyh Muhammed Küfrevî Hazretlerine intisap etti. Bu bağlılıktan bir süre sonra tebliğ ve irşat vazifesini üstlenerek Şeyhin halifesi oldu. Hasankale’de insanları Kur’ân ahlâkını yaşamaya dâvet etti. Hasankale’den sonra yine Erzurum’a bağlı Dinarkom Köyü’ne giderek burada da imamlık yaptı ve irşat vazifesini devam ettirdi.
Bilindiği gibi Erzurum ve çevresi Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Bu işgaller başlayınca Muhammed Efendi babası ile birlikte Erzurum’a gitti. Memleketinin kurtuluşu için mücadele edenlere katıldı. İşgal süresince burada kalarak fiilen mücadeleye katıldı. Ermenilerin katliâm yapmaları üzerine köylerden topladığı altmış kadar insanla bir müfreze meydana getirdi. Hem Ruslara ve hem de Ermenilere karşı savaştı. Birkaç baskın hareketi düzenledi ve Ruslardan bazı silâhları almaya muvaffak oldu. Daha sonra düzenli orduya katılarak onlarla birlikte Erzurum’a girdi. Bu arada babası Ermeniler tarafından yaralanmıştı. Babasıyla buluştuğu gün onunla ilgilendi. Ancak o akşam Babası yaranın etkisiyle vefat edip şehitler kervanına katıldı.
Muhammed Efendi bir süre sonra Hasankale’ye döndü. Ancak, Alvar Köyü halkının dâveti üzerine bu köye gitti. Köylüler kendisine büyük hürmet ve saygı göstermekteydiler. O da bu köye yerleşti. Artık bu köy hayatının önemli bir parçası oldu. Adeta asıl ismi unutuldu. Önceleri “Alvar İmamı”, ardından “Alvarlı Efe Hazretleri” ünvanları ile tanınıp meşhur oldu. Kendisi 1939 yılına kadar bu köyde kalarak hizmetlerini devam ettirdi. Köye olan sevgisini dizelerine döktü:
“Lütfi ne güzeldir kuy-i Dinarkom
Âb-ı hayat akar suy-ı Dinarkom
Safalar bahş eder buy-ı Dinarkom
Güllendi bir zaman bağ-u bostanım”
Muhammed Efe Hazretleri 1939 yılında Erzurum’a geçti. İrşat hizmetlerini burada devam ettirdi. İrşat vazifesini devam ettirirken Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazdı. Yazdığı şiirleri oğlu Seyfeddin Mazlumoğlu tarafından derlenerek “Hakikatlerin Özü” adıyla neşredildi.
Risale-i Nurda ismi “Alvarlı Muhammed Efendi” olarak geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri talebelerinden Hulusi Beye yazdığı bir mektubunda adından söz etmekte ve; “Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammedü’l-Küfrevî’nin (kuddise sirruhû) hulefâsından Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim.” (Barla Lâhikası s. ) Demek suretiyle Küfrevî Hazretlerinin aynı zamanda müşterek hocaları olduğunu da belirtmektedir.
Kur’ân ve imana hizmet ederken sade bir hayat yaşayan Muhammed Efendi hiçbir zaman lükse ve ihtişama ehemmiyet vermedi ve meyil göstermedi. Ders ve sohbetlerinde Peygamber Efendimiz’in (asm) ve sahabe sevgisinin ehemmiyeti üzerinde durdu. Sünnetine sahip çıkarak ihya etmeye çalıştı. İnsanların Kur’ân nurundan istifade etmeleri için gayret sarf etti.
Kendini İslâma ve insanlığa adayan büyük simalar gibi Resulullah’ın ahlakını esas alan Muhammed Lütfi Hazretleri halktan maddî yardım talep etmeme noktasında azamî gayret gösterdi. “ilmi kazanç vasıtası yapıyorlar” diye ithamda bulunan insanları hayatı ile fiilen tekzip etmeye çalıştı. Doksan yıllık ömrü boyunca bir evin sahibi olamadığı gibi bunun için bir çaba da sarf etmedi. Giyim kuşamında ise temizliğe azamî dikkat gösterdi. Hizmet gördüğü tekkede de bu mütevazilik her zaman göze çarptı.
Muhammed Lütfi Efendi cömertliği ile de dikkat çekti. Kendisine hediye olarak gelen şeyleri misafirlerine ve ihtiyaç sahiplerine verdi. Misafirperverliği had safhada idi. Yirmili yaşlarından vefatına kadar sofrasından misafir hiçbir zaman eksik olmadı. İhtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gidermekten büyük mutluluk duymakta ve lezzet almakta idi. Misafirin ehemmiyeti hakkında da şu mısraları yazdı:
Misafirin kademleri kesilse,
O evden bereket ref olur elbet.
Gönülde sehavet gülleri solsa,
Hurmet-i ahbaba kalır mı himmet.
Masumların, düşkünlerin ve hastaların yardımına koşmanın İlâhî emir olduğunu hal ve hareketleriyle göstermeye çalıştı ve örnek oldu. İnsan hak ve hukukunun ne kadar ehemmiyetli olduğunu; “Sakın incitme bir canı/ Yıkarsın arş-ı Rahmanı” beytiyle ifade etti. Bereketli bir ömür yaşayarak 12 Mart 1956 yılında vefat etti. Mezarı Alvar Köyünde babasının mezarının yanında bulunmaktadır.
|
29.06.2007
|
|
|
Risâle-i Nur mesleğinde şefkat -2 |
NUR TALEBELERİNDE ŞEFKAT
Risâle-i Nur’un hakiki şakirtleri, iman hizmetini her şeyin üstünde görür. Tam bir ihlâs, sadakat ve şevkle hizmet eder. Vazifeleri hizmettir. İlâhî vazifeye karışmazlar. Allah’a itaati, çalışkanlık ve merhameti öğreten Risâle-i Nurdan, kıymetini anlayan hiçbir fert, ne pahasına olursa olsun ayrılmaz.
Bediüzzaman Hazretleri talebelerine gönderdiği mektuplarda kardeşler arasında tam şefkatin yerleşmesi meselesi üzerinde sıkça durmuştur. Zira, şefkat duygusuna sahip bir Nur Talebesi, bir sıkıntı ile karşılaştığında sükûnet, soğukkanlılık ve tahammülle karşı koyar. Kısaca Nur Talebesi şefkati inkişaf etmiş bir insandır. Zira, aksi olan bencil, enaniyetli ve kendine güvenen birinin nur esaslarını yaşaması mümkün değildir.
Nur Talebelerinin efsane ve model ismi Zübeyir Gündüzalp’e, Nur hizmetindeki her türlü işi, aynı şevk ve gayretle yapmasını sağlayan, onun Risâle-i Nurdan öğrendiği şefkat ve hizmet şuurundan değil midir?
İSLÂM ÂLEMİNİN
YÜKSELMESİNDE ŞEFKATİN YERİ
A) Tarihçe-i Hayat adlı eserde; bu millet ve vatanın sosyal ve siyasî hayatının anarşilikten kurtulması için beş esas lâzım ve zarurîdir denilmiştir. Bunlar:
1- Merhamet, 2- Hürmet, 3- Emniyet, 4- Haram ve helali bilip haramdan çekilmek, 5- Serseriliği bırakıp itaat etmektir.
Bu beş esasın temelde şefkat duygusunun inkişafıyla yaşanabileceği ortadadır.
B) Âlem-i İslâmın maddî terakkiyatının ve istikbaldeki hâkimiyetinin, kalbinde bulunan beş kuvvetle gerçekleşeceğinin ifade edildiği Hutbe-i Şâmiye adlı eserde; dördüncü kuvvet “şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniye” olarak tesbit edilmiştir. Yani müstebitlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.1 Daha öncede bahsi geçtiği üzere, bu, ancak ve ancak şefkat hissiyle mümkündür.
ŞEFKATİN ÖLÇÜSÜ
Malûmdur ki, her duygunun bir hadd-i vasatı ve istikameti vardır. Bediüzzaman Hazretlerine göre şefkatin ölçüsü aşağıda belirtileceği üzeredir.
A) Ehl-i dalâlet ve gaflet şu yönleriyle şefkate lâyık değillerdir:
“Çünkü lüzumsuz ve malâyani bir surette ve vaziyette hakikî vazifelerini ve lüzumlu işlerini bırakıp afakî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hadiselerini merak ile dinleyerek, karışarak, ruhlarını sersem, akıllarını geveze etmişler ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zararına razı olana şefkat edilmez.2
B) Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin derecesini aşmamak ve onun mertebe-i şefkatinden taşmamak prensibi önemli bir esastır. Bu hakikati Üstad Hazretleri şöyle dile getirmiştir:
“Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat elbette merhamet ve şefkat değildir. Belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir ruhî maraz ve bir sakam-ı kalbîdir ve binler Müslümanların hayatı ebediyelerini mahvedip ve yüzer ehl-i imanı su-i âkıbete ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârane taraftar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına duâ etmek; elbette o duâ, o mazlûm ehl-i imana dehşetli bir merhametsizliktir ve şenî bir gadirdir.” 3
RİSÂLE-İ NUR MODELLERİNDE ŞEFKAT
Bediüzzaman, müsbet hareketi ilke edinmiş barışçı, çağdaş, sivil toplum merkezli, iman kurtarma misyonlu, İslâm mirasıyla barışık, sevgi ve şefkat odaklı, insan eksenli Kur’ânî mesajların yorumu olan Risâle-i Nur modelinin (Kur’anî tebliğ) esaslarını şöyle tespit etmiştir:
* Risâle-i Nur mesleğinin esası ihlâs sırrına dayanır.
* İhlâstan sonra en büyük esas sebat ve metanettir. (Kastamonu Lâhikası)
* Risâle-i Nur’un mesleği, maddî ve manevî feragat mesleğidir. (Emirdağ Lâhikası)
* Mesleğimizin esası uhuvvettir. (Lem’alar)
* Risale-i Nur’un bir esası da dostluk ve kardeşâne arkadaşlık bağları kurmaktır. (Şuâlar)
* Mesleğimizde tahrip ve tecavüz yok, müdafaa ve tamir var. (Kastamonu Lâhikası)
* Fenalığa iyilikle mukabele etmek esastır. (Mektûbât)
* Fıtratı değiştirmek değil, onun mecraını düzeltmek esastır. (Mektûbât)
* Uslûbu, Kur’ânî ve Nebevî’dir
* Risâle-i Nur mesleğinde benlik, enaniyet, şan, şeref, gösteriş ve makam sahibi olmak yoktur.
* İmana hizmette siyaset topuzu yoktur.
* Risâle-i Nurla imana hizmetten usanç ve tembellik göstermek “şefkat tokatlarını” celbeder.
* Şefkatle cihazlanmış, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir. (Hutbe-i Şamiye)
* Risâle-i Nur mesleğine karşı çıkan veya çıkartılan hoca ve şeyhlere karşı tesanüdü muhafaza edip onlarla mücadele ve münakaşa etmemek.
* “Bir müminin bütün sıfatları mü'minâne olmadığı gibi, bir kâfirin de bütün sıfatları kâfirane olmayabilir” hakikatı ile hareket etmek.
* Dinsizlik cereyanına karşı Rahmanî ilkeler noktasında ehl-i kitapla ittifak haline geçmek.
* Hakkı; ehl-i kitaba güzellikle, yumuşaklıkla, delil ve ispat yoluyla anlatmak,
* Kur’ânî prensiplerden biri olan, “Birinin hatasıyla sorumlu olmaz” hakikatince suçun şahsîliği esasını kabul etmek.
SONUÇ
Sınırsız acziyet ve fakriyet içerisinde olan insan, ancak aciz ve fakir olduğunu hissettiği dönemlerde daha şefkatli olabilmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî; Kur’ân’ın mukaddes eczanesinden aldığı ilaçları kendi yaraları için kullanıyor, aynı zamanda da bütün insanlığa reçete olarak sunuyor.
Asrın bediîsi; “Fıtraten Müslim, yani Allah’a teslim olmuş olan, hele Müslüman neslinden gelen bir adam, aklı ve fikri İslâmiyet’ten sıyrılıp soyutlansa bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyet’ten vazgeçemez. Üstelik en ebleh, en sefih insan bile fıtratı ve vicdânı ile, îmanın hakikatlerine bütün mevcudiyetiyle taraftardır. Mesele kalp ve ruhun nefislerce esir edilmiş olması. Ama insan yine insandır, yine de fıtraten mükerremdir. Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar” diyor. Bunun en büyük ispatı ise, günümüzde nesillerin, özellikle de gençlerin korkunç derece de idlâl ve ifsâd edildiği halde, günaha, harama mani bütün engeller, kaldırılmış olmasına rağmen, insanların Kur’ân’a ve imana yönelmeleri gösteriyor ki, insanlık, fıtratında olan gerçek hakikati arıyor. Bu yüzden nefislere değil, kalplere ve ruhlara şefkat, fıtrata şefkât, fıtratın fetretten çıkması için şefkât…
Günümüzün fırtınalı denizinde, pusula arayan insanların maruz kaldığı manevî buhran karşısında sorumluluklarımız artıyor. Başıbozuk dünyanın, aklı ve kalbi müşevveş eden taarruzları karşısında, îman ışığı ile yol almak, hâdiseleri doğru okumak ve anlamak zorundayız.
Kur’ânî bakışın bu asra ilişkin ölçü ve esaslarının orijinal yorumu olan Risâle-i Nuru şefkat şuurunun tecellisi olarak görmekteyiz. Bu dönemde İslâmiyet’in doğru anlaşılmasında ve mesajın doğru verilmesinde bize en büyük rehber olan Rahmet ve şefkat odaklı Risâle-i Nur’a insanlığın şimdi daha çok ihtiyacı var.
|
29.06.2007
|
|
|
SORU-CEVAP |
Soru:
Mesnevi-i Nuriye’de geçen; “Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır. İlham, talim, tasfiye, nazar-ı fikrî” (s. 213) cümlesinin izahı nedir?
Cevap:
Cenab-ı Hakk’ı tanımaya ve hakkıyla sevmeye ulaştıran pek çok “tarîk”lerin olduğundan bahseder Bediüzzaman. Ona göre bütün “hak tarîk”ler Kur’ân’dan alınmasına rağmen, bir kısmı diğerlerine nazaran “daha kısa”, “daha selâmetli” ve “daha umumiyetli olmaktadır. “Kemalât arşı” olarak nitelendirdiği Cenâb-ı Hakk’ı tanıma yollarının ise, dört temel asla dayandığından bahsetmektedir:
Birincisi, “tasfiye ve işrak” üzerine kurulu olan tasavvuf ehlinin tarîkıdır/yoludur. Tasavvufun tasfiye denilen eğitim boyutu ile işrak denilen bilgi boyutu olmak üzere iki mertebesi vardır. Eğitim boyutu, tarikat, manevî makamlar, seyr u sülûk ve âdâb gibi konuları kapsar. Ameli tarafta da denilen bu boyutta, zühdün gerektirdiği ibadet hayatı, nefsanî ve dünyevî isteklerden arınma, riyazet ve her çeşit mücahede ile Allah’a yönelmek bulunmaktadır. Bilgi boyutu ise insanın manevî eğitimle birlikte ahlâk ve takva açısından yükselişin ve Allah’a yaklaşmanın sonucu olarak kâinattaki bir kısım ilâhî sırlara ait elde edilen bilgilerdir. Mücahededen sonra gelen müşahede safhası da denilen bu ikinci boyutta, zühdün ortaya çıkardığı haller, nefsin tasfiyesinden sonra doğan vecd, zevk ve marifetler açığa çıkmaktadır. Ebu’l Kasım el-Cüneyd, Zünnun el-Mısrî, Muhyiddin İbnü’l Arabî gibi mutasavvıflar bu yolu takip etmişlerdir.
İkincisi, “imkân ve hudus”a dayanan kelam âlimlerinin yoludur. Sa’d-ı Taftazani, Fahreddin-i Razi gibi âlimler bu yolda hakikate gitmeye çalışmışlardır. İmkân ve hudus ünvanları altında kâinatı sarmalayıp, zihnen üstüne çıkarak vahdaniyeti ispat etmek metodunu takip etmişlerdir.
Her ne kadar bu iki yol Kur’ân kaynaklı dahi olsalar, insan düşüncesinin ve duygularının karışması sebebiyle değişime uğramışlar, hatta uzunlaşıp müşkülleşerek şüphelerden mahfuz kalamamışlardır.
Üçüncüsü, “Hükema” denilen ve şüphelerle dolu İslâm filozoflarının yoludur. Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi Aristo’nun görüşlerinden etkilenen ve onun ekolüne atfen yürüyenler anlamında Meşaiyyun diye isimlendirilenler ile Sühreverdi’nin görüşlerini esas alan ve bilginin nefsi günahlardan arındırma sonucu insanın kalbine yansıyan sezgisel bilgi olduğunu kabul eden İşrakiyyun ünvanıyla anılanlar, bu yolun takipçileridirler. Bu yolda gitmek o kadar zor ve tehlikelidir ki, İbn-i Sina ve Farabi gibi dahiler, adi bir mü’minin derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir Hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir. Hem bir de, kelâm ilminin dehalarından olan bir kısım Mutezile imamları, bu mesleği benimseyip akla fazla hâkim kıldıklarından, ancak fasık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişlerdir.
Dördüncüsü, “belâgat” ve “cezalet” cihetiyle en parlak, istikamet cihetiyle en kısa, anlaşılabilirlik ve genele hitap etmek cihetiyle en geniş bir yol olan “mî'rac-ı Kur’ân”dır.
Özetle, Allah’ı tanıtan yollar dörttür: Birincisi, tasavvuf mesleğinin takip ettiği kalp ve sezgi yolu. İkincisi, kelâm ulemasının takip ettiği aklî delillere dayanan yol. Üçüncüsü, şüphelerle dolu olan İslâm filozoflarının mesleğidir. Dördüncüsü ise, en mükemmel, en kısa, en geniş ve herkesi kapsayan Kur’an yoludur.
“Marifet-i Sani” denilen “kemâlât arşı”na dört mi'rac ile çıkıldığını belirttikten sonra, Bediüzzaman o arşa çıkmak için “dört vesile”nin olduğundan bahsetmiştir. Onları ise ilham, talim, tasfiye ve nazar-ı fikri olarak sıralamıştır. Birinci mi'rac olan tasavvuf yolunda daha çok tasfiye vesile olurken, ikinci mi'rac olan kelâm âlimlerinin yolunda talim esas olmaktadır. Hükema denilen İslâm filozoflarının yolunda ise nazar-ı fikri, Kur’ân’ın miracında ise ilham öne çıkmaktadır.
İlham yolu “ilm-i ledün” denilen Abdülkadir-i Geylani’nin Fütuhu’l-Gayb’ı, Mevlânâ’nın Mesnevî’si, Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur’u gibi eserlere karşılık gelir. Kur’ân’dan alınan ilham ve sünûhatla hakikat mi'racına en kısa bir şekilde çıkılmasıdır. Nitekim çağımızda Risâle-i Nur eski zamanda kırk günden kırk yıla kadar uzun bir zamanda çıkılabilecek hakikatlere kırk dakikada çıkılabilme yolunu açmıştır.
Talim yolu, kesbi olan ve yıllarca süren Arapça, Tefsir, Hadis, Kelâm, Usul İlimleri, Fıkıh vb. ilimlerin tahsil edilmesiyle iman ve Kur’ân hakikatlerinin anlaşılması meselesidir.
Tasfiye yolu ise tasavvuf ve tarikat yolunu izleyenlerin ibadet, uzlet ve nefsanî arzuları terk ederek bütün kalbiyle Allah’a yönelerek hakikat arayışında bulunmasıdır. Tasfiye, kalbi her türlü kirden temizleyerek İlâhî iradenin aksedeceği bir hâle getirmek ve tezkiye ise dünya sevgisini terk ederek nefsi mâsivânın şerrinden korumak şeklinde tarif edilmiştir. Bu yolda özellikle nefs-i emmare’nin tezkiyesi, yani kötülüklerden arındırılması da önem kazanmıştır. Nefsin emmare olmaktan çıkarılıp, levvame, mülhime, mutmainne, raziyye, mardiyye ve kâmile mertebelerine gelmesi şeklinde yedi basamak halinde terbiyesi esas alınmıştır.
Nazar-i fikrî ise, fennî ve felsefî ilimler ile beraber, aklî ve felsefî metotları, mantıkî delilleri de nazara alan fikrî ve tefekkürî olan marifet yolunu ifade etmektedir. Bediüzzaman’ın Kastamonu’da yanına gelerek “Öğretmenlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” diyen gençlere “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi özel diliyle, sürekli Allah’tan bahsediyorlar. Öğretmenleri değil, onları dinleyiniz.” demesi bu açıdan anlamlıdır. Yani, aslında bütün fenler Allah’ı tanıtan ve O’na ulaştıran birer hakikat mi'racıdırlar.
[Risâle-i Nur Enstitüsü | Soru&Cevap Köşesi]
-Tel: +90 212 513 11 10-
http://www.risâleinurenstitusu.org
|
29.06.2007
|
|
|
|