Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Yargı kültürü ve devlet

Anayasa Mahkemesinin görevini nasıl tarif ederseniz edin, yargıç kültürünü anayasa hükmüyle belirleyemeyeceğiniz için, yargıç kültüründen, zihniyetinden kaynaklanan sorunlar kolay kolay bitmez.

“AK Parti’nin son transferlerinden Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Zafer Üskül’ün Neşe Düzel’e yaptığı söyleşideki bu cümlesi özellikle dikkatimi çekti. Üskül’ün dikkati çektiği sorunun sadece Anayasa Mahkemesi’ne özgü olmadığı, bütün mahkemeler ve bütün yargıçlar için geçerli olduğu açık. “Yargıç kültürü” üzerinde pek durmadığımız bir kavram. Biz demokratlar, doğru dürüst bir demokratik rejimin kurulabilmesinin önündeki en önemli engelin siyaset üzerindeki ordu kontrolü olduğunu vurgular dururuz.

Bu doğrudur da... Ama, gerek 28 Şubat döneminde, gerekse 27 Nisan Muhtırası’ndan bu yana yaşadığımız gelişmeler bana ciddi bir biçimde, mevcut durumuyla yargının da, ordu kadar ciddi bir barikat olduğunu düşündürüyor demokrasi önünde.

Bunu söylerken, anayasamızdaki ya da diğer temel yasalarımızdaki zaaflardan söz etmiyorum sadece... Onları değiştirmek nispeten kolay. Asıl zor olan, “yargıç kültürü” dediğimiz şeyi değiştirmek... Peki nedir bu yargıç kültürü dediğimiz şey?

Yargıçların görevlerini yaparken, hukuku uygular ve hukuk üretirken hangi saiklerle, hangi endişelerle, nasıl bir ruh hali içinde davrandıkları, görevlerini nasıl algıladıklarıdır. Doğru düzgün bir yargıç kültürü içinde yetişen bir yargıç, işini yaparken tam anlamıyla özgürdür. Hem kendi ideolojisinden ve fikirlerinden, hem kamuoyundan, hem de devletten.

Oysa bizde yargıçların büyük çoğunluğu, Adnan Ekinci’nin deyimiyle kendilerini “...maaş aldıkları, geçimlerini sağladıkları ve geleceklerini bağladıkları devletin üst düzey bir memuru olarak görürler. ‘Peki, bir yargıç neden kendisini, devletin adamı olarak görür?’ diye soracak olursak, diyor Ekinci; “ O zaman bir yargıcın, daha staja başladığı günden itibaren girdiği ruh halini ve gelişimini irdelemek gerekir. Kendini geliştirecek hukuk kaynaklarından yoksun, taşra yalnızlığı içinde sürmüş göçebe bir meslek yaşamı, vurgusunu yaptığımız yargıç kültürünün filizlenmesine izin vermiyor. Yargıç kültürünün kavram olarak bile yer almadığı bir sistemde oluşan mahkeme kararları, hukukun gelişimine de katkı sağlayamıyor.

Böyle bir algılayış temelinde doğru bir yargıç kültürü de oluşamıyor.” Sami Selçuk ise dünkü Star’daki yazısında, bizim gibi toplumlardaki yargıç kültürünü Max Weber’e atıf yaparak şöyle anlatıyor:

“Doğulu toplumlarda hukuka uygun vicdani kanılara göre nesnel hukuku uygulayan yargıçlar bulunmaz; sultanların isteklerine göre adalet dağıtan kadıları vardır. Kadı adaletinin egemen olduğu toplumlar bu yüzden gelişemezler. (...) İyi yargıçlar (hukukçular) sultanlarla düşüp kalkmazlar. Ancak iyi sultanlar hukukçularla düşüp kalkarlar; yani onlara sık sık danışırlar. Yeter ki danışanlar nesnel hukukun nesnel doğrusunun ne olduğunu sorsunlar; “bana göre hukuk yarat” demesinler. Yeter ki danışmanlar, “Bana göre hukuk yarat” diyenlere “hayır” diyecek kadar kişilikli, özgür-bağımsız kafalı, bilgili olsunlar.”

Bugün, 26 Haziran 2007

Gülay GÖKTÜRK

27.06.2007


 

Hedefi unutma

Hiç konuşmuyoruz ama bizim bugün sahip olduğumuz görece istikrarlı ekonomik büyümemizin lokomotifi, AB’ye tam üyelik hedefine sahip olmamız.

O hedefimiz olmasa, bugün sahip olduğumuz kadarıyla bile ekonomik istikrara sahip olamaz, kendi geleceğimizle ilgili nispeten umutlu kimi tasarımları aklımıza bile getirmezdik.

O bakımdan bugün Brüksel’de iki başlıkta daha müzakere açılacak olması, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan’ın o minik seremoniye katılacak olması önemli. Bu tren ağır aksak da olsa hâlâ yürüyor, hâlâ ilerliyor, unutmayın!

Daha önce bin defa söylediğim şeyleri tekrarlamak pahasına da olsa yazacağım:

Amaç hepimizin mutluluğu ve refahıdır, AB’ye üyelik değil.

Bugün, o mutluluğu ve refahı yakalamamız için elimizdeki en iyi alet AB ile tam üyelik müzakereleri. O müzakerelerde başarılı olduğumuz ölçüde, bizimle gelişmiş ve refaha ulaşmış Batı ülkeleri arasındaki fark kapanabilecek.

Bakmayın arada çıkan arızalara, çatlak seslere. Mesela Nicholas Sarkozy Fransa’da Cumhurbaşkanlığı’na seçildi diye Türkiye’nin tam üyelik perspektifi ortadan kalkmaz. Evet yavaşlar belki, evet bir sürü siyasi sıkıntı çıkar belki ama bu tek tek engeller, yol kazaları veya yoldaki çukurlar, tümsekler bizi büyük resme bakmaktan alıkoymamalı.

Büyük resimde, Türkiye’nin AB ile müzakere yoluyla elde edeceği hızlı ilerleme var.

Bu müzakereler başarılı olur mu, sonunda Türkiye tam üye olur mu?

Bu sorulara bugün cevap aramak ve vermek zorunda değiliz.

Önemli olan o yolda yürümek, tam üyeliği hedeflemek. Ben hep üzerinde yürünen yolun sonunda varılacak hedefin kendisi kadar, hatta belki daha fazla önemli olduğuna inandım.

O yolda yılmadan, bıkmadan usanmadan yürüyelim, varılacak hedef de kendiliğinden gelecektir zaten.

Dün Fransa engel oldu, açmayı beklediğimiz ve açmaya da hazır olduğumuz başlıklardan birini bugün açamayacağız. Bu başlık parasal birliği hedefleyen başlıktı.

Yanlış anlamayın, müzakere başlığı kapandığı gün Türkiye’de para birimi avro olacak değil, ona daha çok var. Ancak, müzakerenin yapılabilmesi, Türkiye’nin başta Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı olmak üzere pek çok ekonomik kurumunun Avrupa’daki eşdeğerleri ile daha da yakınlaşmasına yardımcı olacaktı.

Fakat Fransa’nın şu anki engeli de o kadar önemli değil. Eğer temmuzdan itibaren dönem başkanlığını devralacak olan Portekiz yeterli gayreti gösterirse önümüzdeki dönemde de üç ila altı arasında başlıkta müzakere başlatmak mümkün olabilir.

Kaldı ki, Anayasa krizini büyük ölçüde atlatmış bir Avrupa’nın ileriye bakmak için daha fazla fırsatı olacak ve Türkiye AB’nin gelecek planlarında merkezi bir yer işgal etmeye de devam edecektir.

Öte yandan, başta da söylediğim gibi, aslında Avrupa ülkelerinin ne yaptığının veya Türkiye ile ilgili nasıl bir tutuma girdiğinin çok önemi yok. Önemli olan Türkiye’nin müzakereleri yürütme ve tam üyeliğe ulaşma iştahının sürmesi.

O bakımdan, hedefi unutmamakta fayda var.

Radikal, 26 Haziran 2007

İsmet BERKAN

27.06.2007


 

AKP’nin tezi YÖK’ü güçlendirir

Başbakan Erdoğan tarafından açıklanan AKP’nin seçim beyannamesinde, dikkat çekici bir şekilde, YÖK’ten, katsayılardan, türbandan hiç bahsedilmiyor.

Peki, sizce neden?

AKP, tartışmalı konulardan uzaklaşıp merkez parti olma yönünde, bu sevdadan vaz mı geçti? Yoksa çok daha farklı planları mı var?

Daha bir hafta önce, “YÖK’ü halledeceğiz” diyen Erdoğan, şimdi ne oldu da seçim beyannamesinde YÖK’ü ve katsayıları hiç dile getirmedi.

AKP’nin bu konuda çok ince bir planı var. Bu kez, kurbağayı hiç ürkütmeden, dereyi geçmek istiyor. Hatırlanacağı gibi, bir önceki seçimde, YÖK’ü, katsayıları, türbanı halledeceğiz diye yola çıkıp hiçbir şey yapamamışlardı.

Şimdi ise derin ve sessiz gidip YÖK, katsayı ve türban konularını kökten halletmek istiyorlar. Nasılı, yine Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı seçim beyannamesinde gizli. Erdoğan, öyle her şeyin ayrıntılı bir şekilde yer almadığı, çerçevesi daraltılmış bir anayasa istiyor.

Anayasa’dan ilk atılacakların en başında ise ne geliyor? Tahmin edin?

Kısaltılmışı üç harften oluşuyor...

Yani YÖK ve YÖK’e ilişkin 130 ve 131. madde. Peki, bu iki madde Anayasa’dan çıkarsa ne olur?

Ortada ne YÖK kalır ne türban yasağı ne de katsayılar. İş bu kadar basit.

Hayali güzel. Uygulaması pratik. Sonuçları da sancısız olur.

Hem de üstelik, Sivil Anayasa diye entel, danteller de destek çıkar. Bırakın eleştiriyi, alkış bile alır. İyi kurgulanmış bir senaryo. Peki hayata geçer mi? Onu da 23 Temmuz’da göreceğiz...

12 Eylül sonrasında iktidara gelen tüm partilerin hedefinde YÖK’ü kaldırmak vardı. Tıpkı AKP gibi.

Ama o partilerden pek çoğu yok olup gitti, YÖK hâlâ ayakta. Hem de her seçimden güçlenerek çıkıyor.

Peki, gitmeli mi? Kesinlikle. Bugünkü haliyle ne üniversitelere bir yararı var ne de ülkeye. Yarattığı gerilim de cabası.

O halde AKP’nin YÖK’ü yok etme girişimlerine neden karşı çıkılıyor?

İşte bu noktada AKP’nin YÖK’ü yok etme amaçları devreye giriyor. AKP, üniversitelere daha özerk ve daha bilimsel bir ortam sunmak için mi YÖK’ten kurtulmak istiyor? Yoksa üniversiteleri kendi güdümüne sokmak için mi YÖK’ü ayak bağı olmaktan çıkarmaya çalışıyor?

Genel kanı, ikinci seçenek yönünde. YÖK’ü yok edip üniversiteleri ele geçirme operasyonu yapacağı beklentisi doğurduğu için bir anda en hızlı YÖK muhalifleri bile YÖK’ü savunur hale geldi.

AKP, YÖK’ü yok etme konusunda samimi ve kararlı ise bu konudaki öngörülerini kamuoyuyla paylaşması gerekir. Yoksa, bu belirsizlik ve Anayasa değişikliğine yönelik girişimler, YÖK’ün elini daha güçlendirmenin ötesinde bir işe yaramaz.

Milliyet, 26 Haziran 2007

Abbas GÜÇLÜ

27.06.2007


 

Yalan…

Tarafsız kalamayacağınız zamanlar vardır.

Sessizliğinizin, sizi en azından kendi gözünüzde “korkak ve çıkarcı bir sefil” durumuna düşüreceği zamanlar…

Bir ordunun yönetim kadrosu, bütün hırsı ve öfkesiyle genç bir gazeteciye yüklendiğinde, onu “maksatlı bir yalancı” ilan ettiğinde susamazsınız.

Ya o gazeteci gerçekten yalan söylüyordur ve onun bu mesleği terk etmesini istersiniz.

Ya da ordu yalan söylüyordur ve siz elinizden geldiğince haksız bir saldırıya uğrayanı savunursunuz.

Biliyorsunuz, Amerika’daki bir enstitüde “beyin fırtınası” adı altında tuhaf bir senaryo tartışıldı.

Anayasa Mahkemesi’nin eski başkanı öldürülür, Beyoğlu’nda elli kişinin ölümüne yol açan bir bomba patlar ve ordu Kuzey Irak’a girerse ne olur?

Tartışılan senaryo buydu.

Bu tartışmaya iki Türk generali katıldı.

Diğer katılımcılar arasında, Genelkurmay Başkanı’nın “asla görüşülmemesi gerekir” dediği Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin oğlu da bulunuyordu.

Tartışma sırasında biri “Amerika PKK yöneticilerini Türkiye’ye teslim ederse ne olur” diye sormuş ve birileri “sakın şimdi teslim etmeyin, bu AKP’nin işine yarar” demişti.

Bu haberi, Milliyet Gazetesi’nin Washington muhabiri Yasemin Çongar ortaya çıkardı.

Haberini belgelerle destekledi.

Türk generallerinin toplantıya katılacağını belirten resmi davetiyenin de, tartışılan senaryonun ana başlıklarını veren tartışma programının fotokopilerini yayınladı.

Genelkurmay Başkanlığı, beş günlük bir sessizlikten sonra çok saldırgan bir üslupla bu haberi yalanladı.

Tam olarak neyi yalanladığı anlaşılamadı.

Çünkü generallerin o toplantıya katıldığını kabul ediyordu.

Talabani’nin oğlunun da toplantıda bulunduğunu inkar etmiyordu.

Ama Çongar’ı, genç bir gazetecinin bütün hayatını karartabilecek bir üslup kullanarak “yalancılıkla” suçluyordu.

Birkaç yazarla birlikte Hasan Cemal çok açık ve kesin bir biçimde “ben Yasemin Çongar’a inanıyorum,” dedi.

Doğrusu ben de Çongar’a inanıyorum.

Anlaşılmaz bir durumla karşı karşıyayız.

Ortada belgeler varken bir Genelkurmay nasıl bir haberi yalanlar?

Ve, nasıl böyle zorba bir üslupla gazeteciyi korkutmaya çalışır?

Nasıl bu kadar fütursuz olabilir?

Ortada belgeler varken, gerçeği reddeden bir Genelkurmay’a insanlar nasıl inanır?

Genelkurmay Başkanı “Talabani’yle görüşülemez” dediği halde generallerimizi Talabani’nin hem oğlu, hem temsilcisi olan birinin bulunduğu toplantıya kim gönderdi?

Talabani ile görüşülemezse generallerimiz niye onun temsilcisiyle görüştü?

Talabani’yle görüşülebiliyorsa, genelkurmay başkanı Türkiye’nin dış politika manevralarını çok kısıtlayan “Talabani’yle görüşülemez” açıklamasını niye yaptı?

Eğer, generaller bir tuzağa düşürüldüler ve o toplantıya, oğul Talabani’nin orada olacağını bilmeden katıldılarsa, onları kim tuzağa düşürdü?

Bir ordu bu kadar rahat tuzağa düşer mi?

Yok, ortada bir tuzak bulunmuyorsa ve generaller oraya kiminle karşılaşacaklarını bilerek gittilerse, genelkurmay neyi yalanlıyor?

Bir Danıştay yargıcının öldürüldüğü, Ulus meydanında altı kişinin ölümüyle sonuçlanan bir bombanın patladığı ülkenin generalleri, aynı “senaryonun” bir daha tekrarlanmasını neden tartışıyor?

Amerika’da “senaryo” denilenin Türkiye’de “gerçek” olduğunu görmüyorlar mı?

Ve, neden Genelkurmay, ortaya belgeler koyan bir gazetecinin hayatını mahvetmek istiyor?

Niye cevap verilmesi gereken bunca soruya cevap vermeyip sadece tehdit ediyor?

Ülke seçimlere yaklaşırken bizim ordu çok tuhaf davranıyor.

Fazla rahat suçluyor insanları.

Sanırım, “darbe destekçisi” gazetecilerin varlığına çok alıştığından bu ülkede onurlu ve cesur gazetecilerin de bulunduğu gerçeğini unutuyor.

Genelkurmay Başkanlığı, hele bir Amerika’daki o garip toplantıyla ilgili sorulara cevap versin de…

Kara Kuvvetleri’ne ait bombaların emekli subayların kurduğu örgütlerin eline nasıl geçtiğini konuşalım ondan sonra.

Tabii, aslında ortada bomba falan bulunmadığını, “bombaların yakalandığını söyleyenlerin maksatlı yalancılar” olduğunu iddia eden bildiriler yayınlamazlarsa.

gazetem.net, 25 Haziran 2007

Ahmet ALTAN

27.06.2007


 

ABD’deki Mekke ve Medine

Dünyada, “Muhammed” isimli bir kasabanın, “Mekke” isimli çok sayıda yerleşim yerinin ve “Medine” isimli 20 civarında “şehrin” / yerleşim biriminin bulunduğu tek ülke neresi? Cevap: ABD. Şaşırtıcı ama gerçek.

Bu bilgileri, 50 yıldır ABD’de yaşayan Illinois Üniversitesi’nden emekli nükleer fizik profesörü Erdoğan Gurmen Hoca’nın Wisdomnet’in Pittsburg’daki pikniğinde verdiği keyifli ve zihin açıcı “seminer”de öğrendim. (...)

Peki, Müslüman ülkelerde bile zor rastlayabileceğimiz bu olgu’yu nasıl açıklayabiliriz? Ayrıca, bu olgunun, sadece İslâm’la sınırlı olmadığını; belki bu kadar olmasa bile, başka dinler ve kültürler için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Ama burada, Batı uygarlığının (9.-10., 12.-13. ve 15.-16. yüzyıllardaki) üç rönesans’ının gerçekleş/tiril/mesinde belirleyici roller oynayan İslâm medeniyetinin, (özellikle de Avrupa’daki ulus-devleti tecrübelerinden farklı bir milletler / dinler sistemini tek bir coğrafyada kurmayı başaran Osmanlı tecrübesinin) ABD’nin kurulmasında (henüz yeterince araştırılmamış) belli bir rolü olmuş olabilir. Son yarım asırdır, ABD’de Osmanlı araştırmalarındaki ve kürsülerindeki patlama ve ABD’nin küresel stratejilerini Osmanlı tecrübesinden beslenerek gerçekleştirmesi, bu olgunun anlaşılmasına yardımcı olabilir belki de.

Evet, İslâm peygamberinin ismi ve mücadelesini verdiği iki kurucu şehir, ABD’de neden bu kadar çok sayıda şehrin ismi olmuş acaba?

Yeni Şafak, 26 Haziran 2007

Yusuf KAPLAN

27.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004