|
|
|
Her senaryo aktörünü bulur |
Demek ki;
Bir çocuk “Babalar Günü” nde şehit babasının tabutuna el salladığında, resmine boğazı düğüm düğüm, gözleri yaş yaş kaldığında;
“Hangi senaryonun kurbanı?” diye de düşünmeliyiz.
“Canlı bomba terörist”, bir durak insanı paramparça ettiğinde de.
Ulus’tan Diyarbakır’a, her ölümde, her patlamada “Hangi senaryo?” diye bakmalıyız demek ki.
“Terörist mayın” dan “Kuvvacı Reina müdafii” nin “kışla çöplüğü” nde “bulup” depoladığı bombalara kadar;
“Nerede, kimlerin yazdığı, üstünde akıl, fikir, hinlik, cinlik yürüttüğü senaryoya uygun?” diye merak etmeliyiz.
11 Eylül 2001’den sonra, çok yazıyı “İsrail sağı Likud’a yakın ABD’li şahin yenimuhafazakarlar ve arzuladıkları Ortadoğu düzeni; işgaller ve savaşlar ile işbirlikçileri” ne ayırmışım.
O yazılarla ödül de aldım, okur takdiri de; benim gibi “ırkçı, dini, etnik, milli, ulusal” şovenliklerden, insanları aidiyetleriyle yüceltmek yahut aşağılamaktan çok uzak bir zihniyete sahip olana dahi sallanan “Anti-semit, ABD düşmanı” yaftalarından da nasiplendim.
ABD’nin eski elçisi Edelman, “şebeke” merkezinde biri olarak, “savaş ve işgal karşıtı” yaygın havadan çok rahatsız olmuş; sağın, solun yaftalanmasına epey katkıda bulunmuştu.
Israrla yazıyorum:
Uzun süredir memlekete çöken kasvetin bir yerinde de, o havanın dağıtılması, toplumun tekrar keskin ve kör cephelerle birbirine girmesi, devletin ve milletin terör, iç savaş, savaş menzilinde “aklını yitirmesi” ile “militerleşmesi” için yürütülen çok ciddi “kökü dışarıda” çalışmaların da rolü var.
“Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” olarak, yüzü demokrasiye, barışa, insanlığa dönük bir Türkiye değil; “Demokrasisi kağıt üstünde, laikliği üniformalı, sosyalliği iptal, hukuku güdümlü, vahşi piyasa ile Ortadoğu çamurunun militarizmine batmış, kendi içinde de bölge halklarıyla da kavgalı, çatışmalı, düşman” bir Türkiye’yi daha “kıymetli” buluyorlar.
Ve bu Türkiye, “İran’la muhtemel hesaplaşma” ya “itirazsız” sürüklenmek, “bir kısım ABD’li ile bir kısım İsrailli” nin Ortadoğu korku ve hayallerinin fedaisi kılınmak isteniyor.
Ciddi akıl, ciddi para harcanıyor; ciddi bağlantılar kuruluyor.
“Hudson Enstitüsü” nde, bizden sivil ve askerlerin de katıldığı “senaryo” tartışmasını okudunuz.
Beyoğlu’nda büyük PKK saldırısı; Anayasa Mahkemesi Başkanı’na suikast ve Kuzey Irak’taki PKK liderleri teslim edilirse bunun hükümete yarayacağı!
Küresel sermayenin, “Büyük şirketlerin ekonomik; ABD’nin askeri, kültürel ve zihinsel hegemonyası”; “İsrail sağının fikir, eylem ve özlemlerinin takibi” için finanse ettiği “senaryo kurumu” bu.
Başkanı Herbert London’ ın, Bush’ u “hemen İran’a saldırı” ya çağırdığı;
Çok sayıda mensubunun “İsrail - Likud” bağlarıyla öne çıktığı;
Nükleer savaş stratejisti kurucusu Herman Kahn’ ın, Kubrick’ in Peter Sellers’ li, “Dr. Strangelove: Endişeden vazgeçip bombayı sevmeyi nasıl öğrendim” filmindeki karaktere ilham verdiği “senaryocu”.
5 Haziran’da Prag’da “Demokrasi ve Güvenlik Konferansı” toplandı.
“Organizasyon” yine bu şebekenindi.
American Enterprise Institute” ile temsilcileri, “Karanlıklar Prensi” Richard Perle, Michael Rubin, “Şah” Pehlevi gibi isimler; “Hudson” Başkanı London, önemli ismi “İsrail sağının aşırı yanlısı” Anne Bayefsky...
Ortadoğu’da barışı reddeden Likudcu Sharansky, eski ABD Ankara Büyükelçisi Edelman’ ın pek yakını ve Irak medyasını mamalayan gruba danışmanlık yapmış Devon Cross, İsrail “Shalem Merkezi” mensupları, İngiliz gizli servisi eski şeflerinden Dearlove.
Israrla, İran’a saldırıyı konuştular.
İnsanı hayrete düşüren şu:
O Michael Rubin kısa süre önce, Genelkurmay’ın Harp Akademileri’ndeki “Güvenlik” konferansının da konuşmacısıydı. (Niye?)
Hudson’ daki toplantıya katılanlar, nasıl bir “senaryo merkezi” nde bulunduklarını bilmiyor muydu? (Nasıl olur?)
Uzun süre AKP’lilerin yapışıp “yalak bir icazet” aradığı, hiddetinden korktuğu; askerlerin pek itibar gösterdiği bu şebekenin “kıymet” ve “hikmet” i nedir? Nasıl bir “alamet” e bindirip bölgeyi ve ülkeyi nasıl bir “kıyamet” e sürüklemek istiyorlar?
Binmemiz şart mıdır!
Alet olmayın e mi; Dimyat’a pirince gittiğinizi sanıp aletlerin de aleti olmayın.
Senaryolara aktör, aktörlere figüran hiç olmayın!
Ülkenizi, babalarınızı, annelerinizi, tüm evlatlarınızı, tüm kardeşlerinizi, insanları akıl ve vicdanla sevin.
Sabah, 17.6.2007
|
Umur TALU
18.06.2007
|
|
|
Güvenlik reformu ihtiyacı |
Ümraniye’de bulunan cephanelikle ilişkisi olduğu gerekçesi ile, daha önce adı Danıştay saldırısında gündeme gelen emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in tutuklanması önemli bir gelişme. Hudson Enstitüsü’nde, iki Türk paşasının da hazır bulunduğu “beyin fırtınası”nda konuşulan şok edici felaket senaryoları da aynı şekilde önemli. Seçim yaklaştıkça gerginlik artıyor. Gerginliği oluşturan dünyanın nasıl işlediğini anlama çabası, bu muhataralı bilgilerin önemini arıtıyor.
1966 yılına ait bir olayı hatırlayalım. Akşam Gazetesi’nin Ankara temsilcisi İlhami Soysal, 8 Eylül’de evinin önünde dolmuş beklerken bir arabaya bindirilerek kaçırılıyor. Dövülerek yolun kenarına atılıyor. Kaçıranlar, muvazzaf asker çıkıyor. İlhami Soysal, dayak atanların “Genelkurmay başkanına nasıl hakaret edersin” dediğini naklediyor. O sene Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü arazisine paşaların ikameti için villalar yapılıyor. İlhami Soysal da bu inşaatları eleştiren haberler yayımlıyor. Kısaca, olayın arkasında Soysal’ın Genelkurmay Başkanı aleyhinde yazdığı yazılar yer alıyor. Soysal, kendisini birkaç defa İsmet İnönü’nün ikaz ettiğini ve mutlaka Cemal Tural ile görüşmesi gerektiğini söylediğini naklediyor. Bu hadiseyi hatırlatmamızın sebebi, fail olarak yargılanan yarbayın, tutuklanan Muzaffer Tekin’in babası olması. Yarbay Raci Tekin, Kıbrıs’ta görevli iken Ankara’ya izinli geliyor ve Soysal’ın kaçırıldığı araba, bu Özel Harpçi yarbayın üzerine kayıtlı çıkıyor.
Ümraniye’deki bombaların eksik olanlarının nerelerde kullanıldığını yakında öğrenmeyi umuyoruz. Sauna, Atabeyler gibi çetelerle birlikte, Türkiye’de çok özel bir “askerî sorun”un mevcudiyeti aşikâr. Resmi yetkileri, imkânları hukukla arası iyi olmayan bazı görevlilerin kendi kafalarına göre kullandıkları yolundaki endişeler giderek artıyor. Türkiye’nin çeteler cennetine dönüştüğü konuşuluyor. Güvenlik birimleri içinde yer alan bazı illegal örgütlenmelerin, ülkenin içinde bulunduğu şartlara dair bazı yargıları, ülkeyi kurtarmak için de ideolojik programları bulunuyor. Yeni Ulusalcılık dediğimiz marjinal ideoloji işte bu. Temel endişe seçimlerle ilgili. Seçim demek, iktidar mücadelesinin demokratik yollarla biçimlenmesi, buna halkın karar vermesi demek. Ülkeyi kurtarmak için illegal örgütler kurmuş ve bu örgütlenmeleri resmî imkanlar ve araçlarla sürdüren birileri var ise seçim kampanyalarının da bir yerinde bulunacak ve halkı “psikolojik savaş” teknikleri ile etkileyecekler demektir. Terör, siyasî amaçlı şiddet eylemleridir. Terör ile halk arasına salınan korkunun, iktidara baskı oluşturması ve istenen sonuçlara ulaşılması amaçlanır. Terörün “devlet terörü” biçimi de vardır. Devlet içindeki örgütlenmelerin, halkın kanaatlerini şiddet yoluyla etkileyip değiştirmeye kalkmasına “devlet terörü” denir. Bu, devlet içindeki iktidarı sürdürmek ve bazılarını uzak tutmak için yapılır. Türkiye’de gerçekleşen şiddet eylemlerinden bazılarının güvenlik görevlileri tarafından gerçekleştirildiğine dair yaygın bir inanç vardır. Ortaya çıkartılan çeteler ve Şemdinli gibi mahkemesi süren olaylar, bu kanaati kuvvetlendirmektedir.
Bir devletin sonunu getirecek, devlet-halk uyumunu yok edecek en ciddi tehlike budur. “Devlet görevlilerinin cinayet işlediği kanaati” kadar, bir ülkeyi bileşenlerine ayırıp parçalayacak bir tehlike olamaz. Hudson Enstitüsü’nde konuşulduğu söylenen “PKK’lıların teslimi AK Parti’ye yarar” tezi, doğru ise güvenlik birimlerinin siyasete dalmasının ne büyük felaketlere yol açacağına örnek teşkil edecektir. Konu ciddidir. Toplantıdaki Türk generalleri mutlaka bir açıklama yapmalı. Güvenlik sektörünün dünyanın her yerinde ısrarla siyasetin dışında tutulmasının sebebi silahın iktidar mücadelesine alet edilmesini engellemektir. Hukuk yerine ideolojik önyargılarla ellerindeki silahları kullanmaya kalkan güvenlik görevlisi kadar kimse ülkeye zarar veremez. Acil bir “güvenlik reformu”na ihtiyacımız var. Bu alanının tümüyle demokratik denetime alınması, Türkiye’nin beka ve güvenliğini sağlamasının yegane yoludur. Güvenlik sektörünün tamamı, en küçük ayrıntısına karar elden geçirilmeli ve hukuki denetim altına alınmalıdır. Belki de önümüzdeki seçimlerin en temel tartışma konusu bu reform olmalıdır.
Zaman, 17.6.2007
|
Mümtaz’er TÜRKÖNE
18.06.2007
|
|
|
ÖSS ve devlet |
Cumhuriyetimizin 84. yılında üniversite kapılarına dayanan 1 milyon 640 bin öğrenciye evrensel anlamda geçerli sadece onbeş bin kişilik bir üniversite kontenjanı yaratabilmek hamaset, milliyetçilik, savaş çığırtkanlığı, yabancı düşmanlığı, rant kollama dışında pek başarısı olmayan yüz yıllık sistemimizin gençlere ve ülkemizin geleceğine 21. yüzyıl armağanı.
Sayın Cumhurbaşkanı Sezer, geçtiğimiz hafta ülkemizde yabancıların çalışma koşullarına ilişkin bir yasayı TBMM’ye bir kez daha görüşülmek üzere geri gönderirken bu geri çevirme işlemini hukuki gerekçelere bağlamak istedi ama kanımca Sayın Sezer’i sezgisel olarak bu işleme yönelten temel güdü mesleki alanın uluslararası rekabete açılmasının getireceği riskler ve böylece bugüne dek ortaya çıkmamış bazı gerçeklerin deşifre olacağı korkusu.
Doktorlarımızın da aynı şekilde yabancı doktorlara çalışma iznine karşı çıkmalarının altında tabip emeğinin ucuzlatılması korkusundan çok şuur altına yerleşmiş mesleki rekabet korkusu yatıyor.
Ve bu korkunun maddi ve gerçekçi temelleri de eğitim-öğretim sistemimizde daha anaokulu aşamasından itibaren ziyadesiyle mevcut.
Eğitim-öğretim sistemimizin her aşaması çocuklara özgür ve eleştirel düşünceyi, rekabetçi bir mesleki donanım vermek yerine belirli takıntıları ve şartlandırmaları vermeyi tercih ediyor ve bu çağdışı yapı direncini sürdürüyor.
Anayasa Mahkemesi eski başkanı Sayın Yekta Güngör Özden’in, 28 Şubat’ın karanlık günlerinde İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada öğrencilere ‘gün mesleğinizi değil, laik cumhuriyeti düşünme günüdür’ dediğini hatırlıyorum.
Sözün özü
Bugün sınava giren 1 milyon 640 bin gence diploması ile gelecek garantisi verecek sadece on beş bin kişilik kontenjan yaratma konusu 22 Temmuz seçimlerinin konusu maalesef olamadı, önümüzdeki senelerde de olacağa benzemiyor.
Hameset, savaş çığırtkanlığı gibi konular varken zaten öğretim kalitesi konusunu ön plana çıkarmak bugün muhtıralara bile konu olabilecek ölçüde oyun bozanlık.
Star, 17.6.2007
|
Eser KARAKAŞ
18.06.2007
|
|
|
Abdullah Gül’e bir soru |
İkinci Demokrasi ve Küresel Güvenlik Konferansı’nda konuşan Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül ne diyor?
Demokrasi ve demokratikleşme, terörizmi tek başına durdurmaya yetmez ancak onları izole eder. Terörle mücadele ederken demokrasiden taviz vermek, düşülmemesi gereken bir tuzaktır’ diyor..
‘Demokratik güvenlik’ kavramından yana tavır alıyor..
Bu önemli ve olumlu tavrı somutlaştıran yukarıdaki cümle Radikal’e de manşet oluyor...
***
Aynı gün, ‘demokratikleşmenin’ yeminli bir muhalifi gibi gözüken Ahmet Necdet Sezer ‘polis yasasını’ onaylıyor.
Sezer’in onayladığı ‘polis yasasında’ neler var?
Neler olduğunu ‘polise AB’yle kırpılan yetkileri iade edildi ‘ başlıklı haberden okuyalım:
‘Polise, AB uyumu sürecinde kırpılan ‘hâkim kararı olmaksızın kimlik kontrolü ve arama yapma, direnişle karşılaşıldığında kademeli olarak güç kullanma, dur ihtarına uymayanı vurma’ yetkilerini geri veren yasa, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylandı. Polise geniş yelpazedeki durumlarda parmak izi alma hakkını da veren yeni yasada şu hükümler yer alıyor:
Polis, tehlikenin veya suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla ‘deneyimine dayanarak’ hâkim kararını beklemeden de kişileri ve araçları durdurabilecek, kimlik kontrolü yapabilecek, kişilerin üstlerini ve araçlarını arayabilecek.
Polis görevini yaparken direnişle karşılaşırsa zor kullanabilecek. Derecesini amirinin talimatıyla artırabilecek.
Polis ‘dur’ ihtarına uymayarak kaçanlara önce uyarı amacıyla, kaçmaya devam ederse de yakalanmasını sağlayacak şekilde doğrudan ateş edebilecek. Kendisine ateş edilmesi halinde de ‘etki, ölçü ve oranını’ kendisi belirleyerek duraksamadan ateş etme yetkisine sahip olacak.
Kimlikleri olmayanlar gözaltına alınıp tutuklanabilecek. Kimliklerini kanıtladıklarında serbest kalacak.
Güvenlik güçleri rektör izniyle üniversiteye girecek.
Gönüllü parmak izi verenlerin yanı sıra silah ruhsatı, ehliyet, pasaport başvurusunda bulunan, polis ve özel güvenlik görevlisi olarak istihdam edilen, Türk vatandaşlığına alınma, sığınma talebinde bulunan ve gözaltına alınanların parmak izleriyle fotoğrafları arşivlenecek.’
***
Polis Yasasının bu yeni düzenlemesini demokrat hukukçular nasıl yorumluyor ?
Ümit Kardaş, ‘Sessiz ve Derinden’ başlıklı yazısında yasayla ilgili şu uyarıyı yapıyor:
‘Herkes, iktidarın son anda gözden kaçırarak yasalaştırdığı Polis Vazife ve Selahiyat Kanunu’nda yaptığı düzenlemelerin, kendi özgürlüklerinin, yaşamının ve geleceğinin bir prangasını oluşturacağını, demokrasinin ve hukukun dışına çıkılacağını bilerek tepkisini göstermelidir.’
***
Vesayet rejiminin tutsağı haline gelirken, çok daha hızlı bir demokratikleşmeye ve AB standartlarına dört elle sarılmaya gerek varken, polis yasasındaki bu değişikliklerle neden geriye gidildi?
Bunun ‘demokratik güvenlik’ anlayışıyla bağdaştığını söylemek mümkün mü?
Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarının kaderi askeri darbe ya da polis devletinde yaşamak mıdır?
‘Demokrasiden vazgeçmek tuzaktır’ diyen dışişleri bakanı, bu yeni kanunu demokrasiye bağlılık olarak mı görüyor?
Gerçekten, nasıl değerlendiriyor üyesi olduğu hükümetin bu kararını?
Star, 17.6.2007
|
Mehmet ALTAN
18.06.2007
|
|
|
‘Çook alâmetler belirdi’ |
Biliyorsunuz, Terörle Mücadele Şubesi ekipleri geçenlerde İstanbul Ümraniye’deki bir evde 27 el bombası, TNT kalıpları ve fünyeler buldu.
Bombaların seri numaraları, geçen yıl Danıştay saldırısı öncesinde Cumhuriyet gazetesine atılanlarla uyuşuyordu.
Soruşturmada şu adlar öne çıktı: El bombalarının ‘sahibi’ emekli astsubay Oktay Yıldırım’dı... Alparslan Aslan tarafından gerçekleştirilen Danıştay saldırısının soruşturmasında adı geçen emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin, Yıldırım’ı gayet iyi tanıyordu... Ünlü eğlence merkezi Reina’da koruma müdürlüğü yapan Yıldırım’ı, emekli subaylarca kurulmuş ve yönetilmekte olan İstanbul Güvenlik adlı şirket görevlendirmişti...
Son zamanlarda emekli subay ve astsubayların isimleri medyada çok sık ve gayet nahoş biçimde geçmeye başladı. Nedir bu el bombaları filan? Kime, neye karşı kullanılmak üzere stoklanıyor?
Bu kişilerin ve onların çevresinde toplananların hükümete karşı olduklarını biliyoruz. Ancak olaylar, bunun basit bir muhalefet hareketinin ötesinde anlamları olduğunu düşündürüyor.
Peki nedir bu? Asıl amaç ne? Ne için örgütleniliyor?
Birikim dergisinin son (haziran) sayısında, Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Cem Özatalay’ın bence çok önemli bir yazısı yayınlandı: “ Türkiye Toplumunun Faşistleşmesine Dair: Çook Alametler Belirdi. “
Bu yazıda öne sürülen fikirleri kabaca özetlemeye çalışacağım. Ama merak edenler mutlaka dergiyi alıp okumalı.
Cem Özatalay, yazısının başlığında da belirttiği gibi, Türkiye’de faşizme doğru bir gidiş olduğunu düşünüyor. Bu eğilimin iki boyutu var:
1) Orta sınıfın bir kesimi, Türkiye’nin dünya ekonomisiyle bütünleşme sürecinden rahatsız. Kim bunlar? Onları ‘ Çılgın Türkler’ kitabına gösterdikleri ilgiden ve cumhuriyet mitinglerinden tanıyabilirsiniz.
2) Bir de o kesimleri örgütlemeye ve harekete geçirmeye çalışanlar var. Onlar da, yine kısaca ifade edersek, çoğunlukla emekli subayların yönettiği ‘ Kuvvacı’ dernekler.
Avusturyalı sosyalist düşünür Otto Bauer (1881-1938), İtalyan ve Alman faşist partilerini oluşturan birimlerin, I. Dünya Savaşı’ndan sonra terhis edilen subaylar tarafından kurulduğunu saptamıştı. Bunlar yine üniforma giymek, emir alıp emir vermek, uygun adım yürümek isteyen kişilerdi. Bu emellerine ulaşmak için özel bir ordu kurmaya girişmişlerdi.
Özatalay, benzeri bir oluşumun Türkiye’de de meydana geldiğini düşünüyor. Örnek mi? Mesela ‘ Ergenekon’ adıyla bir araya gelmiş olduğu bilinen, bazısı emekli, bazısı vazifeli birtakım asker ve sivil bürokratlar, devletin yeniden yapılanmasını, Türkiye’nin Batı ittifakından ayrılıp, Rusya-Çin-Hindistan eksenine yakınlaşmasını istiyor.
Şu anda belli bir kitle tabanı hazırlanmış durumda. Bu taban, önümüzdeki günlerde yapılacak şehit mitingleriyle daha da geliştirilmeye çalışılacak.
Ancak önemli bir eksik göze çarpıyor: Geniş kitleleri etkisi altına alacak bir (faşist) parti ve onun başındaki karizmatik lider henüz ortada gözükmüyor.
Bu ve benzeri saptamaları yapan Özatalay yazısını karamsar biçimde bitirmiş: “Irkçı ve militarist temelde faşistleşen Çılgın Türkler’in, hele ki çatışmaların kızıştığı yaz sürecinde, bağımsız Kürt adayların parlamentoya seçilmesinden sonra nasıl tepki vereceklerini ben öngöremiyorum. Ya siz?”
Ben hükümetin ve Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın, bu gelişmelerin farkında olduğunu sanıyorum. Ancak bazı çevreler Büyükanıt’ı etkilemeye ve faşist hareketin içine çekmeye çalışıyor.
Başarırlar mı? Allah korusun!
Sabah, 17.6.2007
|
Emre AKÖZ
18.06.2007
|
|
|
Felâket senaryosu ve askerler |
Washington’daki düşünce kuruluşu Hudson Enstitüsü, 2007 başındaki ‘darbe senaryosu’ndan sonra Türkiye’nin Kuzey Irak’a askeri müdahale koşullarının tartışıldığı toplantı nedeniyle de gündem yarattı!
Toplantının katılımcıları arasında, Genelkurmay’ın Stratejik Araştırma ve Etüd Merkezi (SAREM) Başkanı Tuğgeneral Süha Tanyeri ile Washington’daki Savunma Ataşesi Tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu’nun da bulunması, Kuzey Irak’a giriş nedeni olarak ortaya atılan ‘patlama’ ve ‘suikast’ senaryolarını ürkütücü kılmaktadır.
Çıkış noktası; olası bir harekâtta Türk Silahlı Kuvvetleri ile Irak’taki ABD birlikleri arasındaki çatışmanın yol açacağı ‘felaket senaryosu’nu ortadan kaldırmak olan bir toplantı planlaması, Türkiye’nin ‘sabrını taşıracak’ eylemlere eski Anayasa Mahkemesi Başkanı’na suikast girişimini de katınca çığırından çıkmıştır.
Bizdeki strateji toplantılarından farklı olarak ABD’deki düşünce kuruluşlarında ‘atış serbest’ olduğu için ortaya bazen böyle tuhaf sonuçlar çıkabiliyor.
(...)
Seçime giden Türkiye için felaket senaryoları üretmenin kimseye faydası yok.
Terör nedeniyle fazlasıyla kayıp verdik.
Irak batağına çekilmek istenen Türkiye bu tuzağa düşmeyecektir. ‘Demokrasiyi gölgeleyecek’ girişimlere arka çıkmamak ABD’nin de çıkarınadır!
Milliyet, 17.6.2007
|
Derya SAZAK
18.06.2007
|
|
|
|