|
|
|
Darbe kokusu, asker korkusu... |
Malum Türkiye’de olağan dönemlerde, yani sıkıyönetim, olağanüstü haller ve iç güvenlik harekâtları dışında askerin iç güvenlikle ilgisi kağıt üzerinde son derece sınırlı ve sıkı kurallara bağlıdır. Asker ancak mülki amir kendisinden yardım ister, birlik talep ederse devreye girer.
Bu ilke her yerde, demokratik düzenlerin “olmazsa olmaz” kurallarından birisidir.
Bizde işler ters işler…
Nitekim Kara Kuvvetleri, EMASYA (Emniyet, Asayiş ve Yardımlaşma) Protokolü’nden hareketle iç güvenlikte, asayiş yapı ve politikalarında önemli bir tutar.
Her ilde mevcut olan, Kara Kuvvetlerine bağlı olan EMASYA birlikleri, bu protokole göre ön tedbir gerekçesiyle, 24 saat esasına göre çalışan güvenlik merkezleriyle her tür toplumsal ve siyasal gelişmeyi, kişi ve grubu izler, değerlendirme yapar ve validen talep gelmeden olaylara karışma yetkisi taşırlar.
1997’den bu yana bu yapılanmayla sivil emniyet alanı bir ölçüde askerileşmiş, mülki otorite ve askeri birim arasındaki hiyerarşi kimi noktalarda ters yüz olmuştur.
Öylesine ki, Türk Silahlı Kuvvetleri iç güvenlik doktrinini, birlik yapılarını ve ilişkilerini bu duruma göre yenilemiştir.
Bu konudan sık söz ederiz…
Bu EMASYA protokolü ne zaman iptal edilecek diye bekleriz…
Başbakan, bundan 4 yıl önce sarfettiği “Biz bunu hemen iptal ederiz” sözlerini tekrar ne zaman hatırlayacak diye sorarız.
Ama bekleyiş de nafiledir, sorular da…
Zira bu ülkede cumhuriyetin özü askeridir, demokrasinin çıtası düşüktür. Başta asker olmak üzere kimilerine göre demokrasinin fazlası Türkiye’nin birliğini, bütünlüğünü, laikliğini tehlikeye atar. Siyaset bu öz üzerinden, bu çıtanın altında ve bu koşullarda yapılır.
Bir süredir soluduğumuz darbe sürecinin yarattığı ortamda kimi girişimler Türk demokrasisinin sınırlarını ve cumhuriyetin askeri özünü beklentiyi zaman zaman tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Bunlardan birisi de EMASYA konusunda oldu…
TBMM Adalet Komisyonu’nda polisinin yetkilerinin genişletilmesini öngören kanun teklifi Meclis Adalet Komisyonu’nda tartışılırken, Jandarma Genel Komutanlığı temsilcisi inanılmaz bir talepte bulundu.
Jandarma Genel Komutanlığı temsilcisi olarak katılan hakim yüzbaşı Mehmet Şimşek EMASYA birlikleri olarak görev yapan Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı askeri birliklere müdahalede bulundukları toplumsal olaylarda adli soruşturma yapma yetkisi verilmesini istedi.
Gerçekten inanılır gibi değil…
Emniyet ve jandarma dışında, kara kuvvetleri birlikleri de adli takibat yapma yetkisi istiyor…
Bu teklifin tepki görmesi ve reddedilmesi insanın içini rahatlatmıyor.
Yeni Şafak’taki habere göre toplantının ardından komisyon uzmanı Doç. Dr. Cumhur Şahin, Hakim Yüzbaşı Mehmet Şimşek’e “Sen hukukçusun. Anladık emir erisin. Ama bir hukukçu olarak sen bari bu talebi gündeme getirme” demiş…
Galiba asıl sorun burada…
Böyle bir teklifin düşünülebilmesinde, dile getirilmesinde, buna cesaret edilmesinde…
Teklif kişiden değil, kurumdan geliyor. Jandarma Genel Komutanlığı ve bağlı olduğu Genelkurmay Başkanlığı böyle bir fikri, bilinmez hangi hukuki ya da kurumsal mantığa sığınarak, hangi cesaretle teklif edebiliyorlar?..
Bu yetki verilse, asker muhtemelen bir süre sonra takip ettikleri toplumsal olaylar hakkında da adli soruşturma yetkisi ister…
Ama istenilen bu…
İstenilen tam anlamıyla askeri bir demokrasi…
Açık:
Önümüzdeki günlerin ana meselesi bu arayışla demokratik direnç arasındaki mücadeledir.
Yeni Şafak, 30.5.2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
31.05.2007
|
|
|
Yalman ve Eruygur Paşalar! |
Türkiye’nin AB’ye uyumu, özellikle demokratikleşme adımları, askeri baştan itibaren rahatsız etti.
Bu uyumun, Türkiye’de Kürt ayrılıkçılığı ile Şeriatçılığı güçlendireceğine dair askerde yer etmiş yanlış inanç, AKP’ye yönelik rahatsızlığı gitgide körükledi.
Böylece askerde, “Bu AB belasından nasıl kurtulacağız?” havası ciddi olarak yaygınlaştı.
Bu havanın 2003’le 2004’de, komuta kademesinde özellikle zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’la Jandarma Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’un karargahlarında estiği söylenebilirdi.
Bu yıllarda asker içinde hükümete karşı bazı tertipler kendini belli etmeye başladı. Hükümeti tökezletmek ve AB yolunu kesebilmek için ilk yığınak Kıbrıs’ta yapıldı.
Asker ve statüko, Kıbrıs’la ilgili Annan Planı’nın reddedilmesi için çok çalıştı. Aralarında benim adımın da bulunduğu 24 kişilik vatan haini listeleri el altından Ankara’da dağıtıldı, basına da yansıtıldı.
Bir yandan psikolojik savaş yöntemleriyle Annan Planı’nı savunanlar sindirilmek istenirken, öte yandan hükümete baskı uygulandı. Komuta kademesiyle Erdoğan-Gül ikilisi arasında ilişkiler gerildi. Çankaya, hükümete karşı askerin yanında yer aldı.
Genelkurmay’la Dışişleri kurmayları arasında ciddi görüş ayrılıkları çıktı. Kıbrıs konusunda hükümetteki siyasal kararlılığı gören Dışişleri, Türkiye’nin AB yolu darbe yemesin diye, hem Çankaya’da hem Genelkurmay’da hükümete yardımcı bir tavır aldı.
Asker gerildi!
(...)
Bu iki komutan, ellerinden gelebilse, ikinci bir 28 Şubat başlatacaklardı. Bunun için medyanın ve iş dünyasının büyükleriyle temaslar yürütüldü, ikna çabaları sarfedildi.
Ama sonuç alınamadı.
Çünkü büyük iş dünyası, hükümetin hem AB, hem de ekonomi politikalarından memnundu. Ayrıca, Türkiye’nin AB yolu üstünde duran Kıbrıs sorununun öteden beri çözülmesini istiyordu iş dünyası...
Bunun üzerine asker kendi iç dünyasına döndü. Kıbrıs meselesinde Annan Planı’yla ilgili en kritik New York Zirvesi sırasında bir bildiri yayınlanması fikri gündeme getirildi.
(:::)
Ankara’dan asker bildirisi çıkmadı.
(...)
Kıbrıs’la ilgili olarak askerin değil, hükümetin dediğinin olmasında önemli rol oynayan bir başka kişi vardı:
Zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök.
Özkök Paşa, Annan Planı konusunda hükümetle farklı görüşte olduklarını kapalı kapılar arkasında Erdoğan-Gül ikilisine bildirmiş, ancak son söz hakkının hükümet olarak onlara ait olduğunu da belli etmişti.
Özkök Paşa, bu konuda kendisini arayan Denktaş’a da “Anayasal olarak yapabileceklerimiz bu kadar!” diyerek bir demokrasi dersi verdiği kulislerde bilinir.
Yalman ve Eruygur Paşaların Özkök Paşa’dan hoşlanmadıkları sır değildi. Zamanın Genelkurmay Başkanı, hükümetle ilişkileri anayasal çerçevede ve demokrasiye yakışır biçimde götürülmesinden yanaydı. Bunun ötesindeki ‘tertipler’e set çekti, muhtıra benzeri girişimlere fırsat vermedi. Bu karargahlardan sızdırılan “Genç subaylar rahatsız!” haberlerine gereken tepkiyi koydu.
Emekli olduktan hemen sonra Cumhuriyet gazetesinin Vakıf Danışma Kurulu üyeliklerine gelen Yalman ve Eruygur Paşalar ise faaliyetlerini sürdürdüler.
Özellikle Eruygur Paşa, kısa adı ADD olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin genel başkanlık koltuğuna oturduktan sonra -Çankaya’nın maddi ve manevi desteğini de sağlayarak- hükümete karşı ‘kitle hareketleri’ni ve askerle de bağlantılı olduğu belirtilen ‘sivil toplum kuruluşları’nı örgütlemeye koyuldu.(*)
Bir başka deyişle:
Bir organize çekirdek güç -ya da Tarhan Erdem’in deyişiyle cuntacılar- sahneye çıkıyor, Kıbrıs’tan sonra Çankaya savaşları için kapı açılıyordu.
* Nokta dergisinin kapatılmasına yol açan 2003-2004 yıllarındaki darbe tertipleri (Sarıkız, Ayışığı operasyonları gibi) konusundaki yayının bu çerçevede bir kez daha okunmasında yarar var.
Milliyet, 30.5.2007
|
Hasan CEMAL
31.05.2007
|
|
|
Darağacında bir başbakan ve gözbebeğimiz ordumuz! |
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi bir anlamda da askeri darbeler tarihidir. Türk Milleti’de her on yılda bir kendi askeri tarafından başına vurulan, seçtiği temsilcileri saf dışı edilen, meclisi kapatılan bir millettir.
Bir ordunun kendi milletine karşı darbe yapması ne kadar da acayip bir durum. Hele hele milletin seçtiği başbakanın yine o milletin ordusu tarafından asılması ne kadar da acı bir durum! Dışarıdan bakılınca “milletin kendi ordusuna esaret durumu” ortaya çıkıyor. Ama içeriden bakanlar bu durumu kendilerini “yönetenlerden halkın kurtarılması” olarak algılayabiliyor! Bu ülkede demokrasi olduğunu iddia etmek bütün münazaralarda bu iddiayı kaybetmek demektir. Burası, halkın kendi cumhurbaşkanını seçebilmesini engellemeye çalışan bir tür nomanklatura sınıfının hâkimiyetinde. Türkiye, meclisin seçtiği cumhurbaşkanın cumhurbaşkanlığının Anayasa Mahkemesi tarafından gasp edildiği bir ülke. 27 Mayıs darbesinin üzerinden bu kadar yıl geçti. Başbakanı astılar. Bakanları astılar. Milletvekillerini cezaevlerine doldurdular. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ bu ülkede halkın seçtiği başbakanlar tehdit altında. Hala başbakanlar idam tehdidi ila baskı altında tutulabiliyorlar. Buna ülke yönetiminde “fear factor” korku faktörü deniliyor.
Ne demişti Süleyman Demirel: “Türkiye de hükümetler iktidarlar başbakanlar sürekli asılma korkusu ile yaşarlar. Bir iş yaparlarken acaba beni asarlar mı diye düşünüyorlar. Yarın bunu bana ödetirler mi diye düşünüyorlar.”
Peki siz Cumhurbaşkanı iken de korktunuz mu? “Ben korkmasam ne olur. Etrafımdakiler korkuyor. Asılmış bir başbakan var. Başbakanı astılar. Bundan kırk yıl sonra başbakan olan adam bunu unutmaz. Bu doğal insani bir duygudur. Ama bunları aşmamız lazım.” Askeri otoritenin kendi ülkesinde içinden çıktığı millete, milletin seçtiği temsilcilerine korku veriyor olması normal bir durum değil. Millet, kendi vergileri ile beslediği, kendi vergileri ile silahlandırdığı askerin silahının gölgesinde huzursuz ediliyor! Rahmetli Başbakan Adnan Menderes’in suçu neydi ki?
Bir başbakan kendi ordusu tarafından idam edilmek için ne yapar, ne yapmalı? Peki halkın niye gıkı bile çıkmamıştır. E canım halk kendi ordusuna mı karşı çıksın? Çıkmasın tabi ama kendi ordusu da halkın seçtiği temsilcileri asmasın, silahını halkına doğrultmasın.
Ve 27 Mayıs sürecinde dikkatimi çeken bir hususu paylaşmak isterim: Türkiye’deki idamlardan sadece ve sadece rahmetli Başbakan Aydın Menderes’in darağacında boynuna yağlı ilmek geçirilmiş, göğsüne üzerinde idam hükmü yazılı kâğıt olan fotoğrafları vardır. Bunun dışında onca idam olmuştur, hiçbirinin görüntüleri ortaya çıkarılmadı, yayınlanmadı. Kim bilir belki arşivlerde vardır!
Elbette kimse idam fotoğrafı ya da filmi görmek istemiyor. Ama mesela Albay Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ın ya da onların kontenjanından asılan diğer askerlerin hiç fotoğrafı yok da sürekli rahmetli Başbakan’ın fotoğrafları her vesile ile gündeme gelir. Darağacında bir başbakan ha. Bu fotoğrafa iyi bakın ve bu ülke hakkında kararınızı verin!
Bugün, 30.5.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
31.05.2007
|
|
|
Ağar’dan ‘Tebeşir Dairesi’ hikâyesi |
TÜSİAD üyelerine dün Mehmet Ağar, Çinli “Li Hing Tao”nun anlatımına dayalı olarak Brecht’in oyunlaştırdığı Kafkas Tebeşir Dairesi’nden bir sahneyi aktardı.
Zengin Bay Ma’nın ilk evliliğinden çocuğu olmamıştır. Ölmeden önce varlığını bırakacağı bir çocuk sahibi olabilmek için Çang Hai Tang ile evlenir. Çocuğu olduktan kısa bir süre sonra da ölür. Bay Ma’nın ilk karısı, Bay Ma’nın büyük varlığını ele geçirmek arayışında, çocuğun kendinden olduğunu iddia eder.
Birçok olaydan sonra taraflar mahkemeye giderler. Kai-Feng kentinin yüksek yargıcı Pao-Çeng tarafları dinler. Mahkeme kâtibine salonunun ortasına tebeşirle bir daire çizmesini buyurur. Dairenin ortasına da küçük çocuğu koydurur. Her iki kadına dönüp şöyle der: “Kim çocuğu kolundan tutup kendi yönüne çekerse, çocuk onundur.” Denemeyi üç kez tekrarlatır. Her seferinde yaşlı Bayan Ma çocuğu hızla kendi tarafına çeker. Genç ana Çang-Hai-Tang ise bir güç bile harcamaz. Bunu üzerine yargıç Pao-Çeng sorar: “Be kadın, neden çocuğu kendine çekmek için bir güç harcamıyorsun?” Genç ana başını öne eğerek, ürkek bir sesle cevap verir: “Oğluma olan sevgim engelliyor bunu. Canı acıyabilir. Ona kötülük yapmaktan korkuyorum.”
Mehmet Ağar’a göre, “din muhafızlığı”na soyunanlar Türkiye’yi bir yana, “cumhuriyet muhafızlığı”na soyunanlar bir yana çekiyor.Türkiye’nin canı acıyor. Halbuki bunlar toplumun ortak değerleri. Ortak değerlere dayalı ayrımcılık huzuru yok ediyor.
Mehmet Ağar diyor ki “merkez sağ”ın temel vasfı diyalogdur. Uzlaşmadır. Biz Türkiye’nin huzurunu sağlamayı kendimize görev biçtik.”
Mehmet Ağar, Milliyet’te dün yayımlanan “Görevimiz ovadaki insanın dağa çıkmamasını, dağdakilerin aşağıya inmesini sağlamaktır” şeklindeki söyleşisini tekrarlamadı ama, terör ve asayiş dahil hemen her konuda partisinin neler yapacağını uzun uzun anlattı.
Siyasi parti başkanlarını dinlemek için düzenlenen toplantıların ikincisinde TÜSİAD üyeleri Mehmet Ağar ile Erkan Mumcu’yu dinledi.
Parti başkanlarını kürsüye davet ederken yaptığı konuşmada TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, parti başkanlarından ekonomiye ilişkin politikalarını anlatmalarını beklediklerini söyledikten sonra iki konu üzerinde durdu: (1) Avrupa Birliği üyeliği Türkiye için çok çok önemlidir. (2) Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle ilgili Anayasa değişikliği aceleye getiriliyor. Bu konunun siyasal sistemin bütünlüğü içinde ele alınması gerekir.
Arzuhan Doğan Yalçındağ’dan sonra kürsüye gelen Mehmet Ağar’ın dersine iyi çalıştığı, hemen her konuda iyi hazırlandığı, kavga etmeden, kimseye çatmadan, kimseyi kötülemeden anlatacaklarını iyi anlattığı dikkati çekti.
Mehmet Ağar’dan sonra konuşan Erkan Mumcu, önce devletin düzenleyici ve denetleyici olma sorumluluğundan söz etti.”Türkiye sivil demokratik bir ülke olmak zorundadır” dedi. Ucuz işçiliğe dayalı üretimi sürdürmenin imkânsızlığını anlattı. Cari açık sorununun önemine değindi. Değişik konularda reform ihtiyacına dikkatleri çekti. Dalgalı kurun gerçek anlamda dalgalı kur olmadığını, anlattıktan sonra döviz fiyatlarında ciddi bir düzelme hareketinin beklenmesi gerektiğine işaret etti.
Erkan Mumcu’nun konuşmasından, ülke sorunlarını iyi teşhis ettiği anlaşılıyor. Ne var ki bu sorunları sıralarken partisinin çözüme dönük politikalarını da anlatması bekleniyor.
Daha sonra iki partinin başkanları soruları cevapladı. Siyasetçinin askerle ilişkisi konusundaki bir soruya Mehmet Ağar’ın cevabı ilginçti. Mehmet Ağar dedi ki, “Unutmayınız. Askerle siyaset yapılmaz. Ama askersiz de ülke yönetilemez.”
Milliyet, 30.5.2007
|
Güngör URAS
31.05.2007
|
|
|
Türkiye’de darbe hazırlığı mı var? |
Toplum ne olup bittiğini anlayabilmiş değil.
Ülkede garip bir hava esiyor.
Sanki gizli bir şeyler hazırlanıyormuş ve seçimler sonrasında uygulamaya sokulacakmış gibi bir koku var.
Hasan Cemal’in Milliyet’teki köşesinde dün başlattığı bir dizi, bazı çevrelerin ilginç hazırlıklarına dikkat çekiyor. Tank ve postal seslerinin, uzaktan dahi olsa duyulmaya başlandığına işaret ediyor.
Ben, 2007’de Türkiye’nin tank sesleriyle uyanabileceğine inanmıyorum.
İnanmak istemiyorum ve böyle bir olasılığa tüm gücümle karşı çıkacağımı da biliyorum. Bunu da açıkça söylüyorum.
Ancak, medyaya yansıyan demeçlere bakıldığında, medyadaki bazı yazarların “Paşam neredesiniz ?”şeklindeki çığırışları okunduğunda kaygılarım artıyor.
Acaba medya mı abartıyor, yoksa gerçekten devletin tepesinde fırtınalar mı yaşanıyor?
Şu manzaraya baksanıza:
- Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan ile karşılaştığında öylesine sert bakışlar atıyor, Başbakan’ın mevcudiyetinden rahatsız olduğunu öylesine gösteriyor ki, fazla bir yorum yapmaya gerek kalmıyor.
- Genelkurmay Başkanı, özellikle son altı ayda eski sevecenliğini kaybetmiş görünüyor. O da, Başbakan ile bir araya gelmekten pek hoşlanmadığı izlenimini veriyor.
- Baykal ile Erdoğan’ın ilişkileri ise, artık kavga ortamında. Karşılaşmak istemedikleri gibi, sürekli didişiyorlar.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, kurumlarda birbirleriyle tartışır durumdalar.
Genelkurmay Başkanlığı ile Dışişleri Bakanlığı arasında, Amerikan uçaklarıyla ilgili sanki garip bir hava var. Birinin diğerinden bilgi sakladığı, diğerinin olayı küçümsediği izlenimi yaygın.
Hele Kuzey Irak konusunda, tam bir karmaşa var.
Bazı emekli askerler, sürekli bastırıyor ve Türkiye’nin mutlaka Kuzey Irak’a girmesi gerektiğini, Genelkurmay Başkanı’nın da bu gerçeği vurguladığını, ancak hükümetin çekimserliği nedeniyle yapılamadığını söylüyorlar.
Hayret ediyorum.
Ortadaki tuzağı görmelerine rağmen, nasıl böyle hareket ediyorlar, anlayamıyorum. “Acaba bu baskılar da mı bir hazırlığın parçası?” sorusunu sormadan edemiyorum.
Ortada iki büyük mücadele var.
Biri, devletin Cumhurbaşkanlığını bir Ak Partili’ye bırakmama mücadelesi. Diğeri de, CHP’nin genel seçime giderken cepheleri iyice ayırmak (ki, bundan başarılı olduğu görülüyor) ve laik oyların başka yere gitmesini engellemek mücadelesi.
Ancak bu kavga topluma farklı yansıyor. Toplumdaki cepheleşmeler, siyasiler veya devlet adamları arasındaki çekişmelere benzemiyor. Onlar, bugün kavga ediyor, yarım saat sonra yine barışıveriyorlar. Onlar bir oyun oynuyorlar. Toplum ise, cepheleşti mi, bir daha kolay kolay barışamıyor. Bütün hayatımızı da bu cepheleşmelerden dolayı boşa harcamadık mı ?
Bu beyler ateşle oynadıklarının farkında değiller mi acaba ?
Posta, 30.5.2007
|
Mehmet Ali BİRAND
31.05.2007
|
|
|
Türkeş: 27 Mayıs’ta ABD’den para aldık |
Alparslan Türkeş, araştırmacı gazeteci Hulusi Turgut’a anlattığı ve 1996 yılında Sabah Gazetesi’nde de yayınlanan anılarında, ABD’den para yardımı aldıklarını inkar etmemiş, ancak doğrudan ABD’den istenen ve alınan 15 milyon dolarla sefaretlerin maaş ve masraflarının karşılandığını açıklamıştı. Ordu’nun gençleştirilmesi için gereken paranın ise doğrudan ABD’den istenmediğini, NATO’nun Paris’teki Başkomutanı General Noştat aracılığıyla ABD’den sağlandığını, bunun da 12 milyon dolar olduğunu belirtmişti.
Tercüman, 30.5.2007
|
Sırrı Yüksel CEBECİ
31.05.2007
|
|
|
|