2. 4. YENİ MEDENİYET
ARAYIŞLARI VE FAZİLET MEDENİYETİ
Yeni medeniyet arayışları
“Aydınlanma çağı”, bilime ve akla duyduğu sonsuz güven dolayısıyla, bilim aracılığıyla insanların her sorununu çözmeyi, adeta onlara yeryüzünde bir cennet kurmayı vaad etmiş, ama bir çok gelişmeye rağmen açlık, yoksulluk, savaş, baskılar gibi sorunlar aşılamamış, yani bilim her derde deva olamamıştır. Aydınlanmacı akıl ülküsünden ve dünyayı bütün insanlık için bir cennete dönüştürme iddiasından yola çıkan modern Batı medeniyetinin, dayandığı bütün kaleleri düşmüştür.
Öncelikle materyalist felsefeye, pozitivist yöntemlere, rasyonalizme, ulus-devlete, sekülarizme ve bilimsellik anlayışına dayalı modernizm, çözülmeye başlamıştır. Batı medeniyeti, postmodernizm arayışı ile bunalıma girdiğini itiraf etmiş ve bu kafa karışıklığı ile aydınlarını şu ifadeleri kullanmak zorunda bırakmıştır. “...Aklın gücüne inanarak yaşamış bir ilim adamı için, serüven beklenmedik şekilde sona erer. O cehalet dağlarını tırmanmıştır, en yüce zirveyi fethetmek üzeredir, en son kayaya doğru kendini çeker ve asırlardır orada oturan bir grup ilahiyatçı onu ‘Hoş geldin’ diye karşılar.”
Evet, 20. yüzyıl, kültürü, san’atı, edebiyatı, savaşları, bilimi, teknolojisi, felsefesi ile bir bunalım, depresyon ve psikoz çağı olmuştur. Bu durumu çok önceden gören Bediüzzaman; artık, kötülükleri iyiliklerinden fazla olan, vahşî ve kurtlanmış bir ağaç hükmündeki Batı medeniyetinin, insanlığın fetvasıyla uğursuz kabul edildiğinin ve insanlığın uyanmasıyla yıkılmaya mahkûm olduğunun tesbitini yapmaktadır. “21. yüzyıl, bir aydınlanma, yeniden kendini buluş, bağımsızlaşma ve yeni imkânlara kavuşma çağı olmalıdır” diye yeni bir arayış içerisinde olan Batılı bilim adamlarının görüşlerine paralel olarak Bediüzzaman da, insanlığın yeni bir medeniyete ihtiyacı olduğu tesbitini yapmakta ve İslâm dünyası ile beraber bütün insanlığa çare arayan bir mütefekkir olarak 21. yüzyıl insanlığının karşısına çıkmaktadır.
Bediüzzaman; temel dayanağını semâvî dinlerin teşkil ettiği, hakiki İsevilik ve İslâmiyet dinlerinden aldığı feyizle, insanlara faydalı olan fen ve sanayii, insanların hizmetine sunarak terakkî etmelerini sağlayan; medeniyetlerin çatışmasından değil, uzlaşmasından medet alan; Batı medeniyetinin parçalanıp açılarak ve menfî esasları yerine İslâm Medeniyetinin müsbet esasları konularak, ortaya çıkacak yeni bir medeniyetten, yani Fazilet medeniyetinden bahseder.
Fazilet medeniyeti
Bediüzzaman, insanlığın tamamına, en azından ekseriyetine saadet getirecek olan Fazilet medeniyetinin gerçekleşmesinde üç kıstasa vurgu yapmaktadır. Birincisi: Hakikî İsevî medeniyeti ve temsilcileri olan “Hakiki Dindar İsevîler”. İkincisi: Mevcut medeniyetin “iyilikleri”. Üçüncüsü: İslâm medeniyeti ve temsilcileri olan “Kur’ân talebeleri”.
1. Hakikî dindar İsevîler
Bediüzzaman, Hıristiyanlığın ya söneceğini veya sâfîleşip İslâmiyete teslim olacağını söylemektedir. Nihayet birkaç defa yırtılıp, Protestanlığa geldiğini, Protestanlığın da yırtıldığını, Tevhide yaklaştığını ve tekrar yırtılmağa hazırlandığını; ya intifa bulup söneceğini veya hakiki Hıristiyanlığın esasını içine alan İslâmiyet hakikatlerini kabulleneceğini belirtmektedir. Demek Fazilet medeniyeti; sahip oldukları güzelliklerle beraber, İslâmiyet’in hakikatlerini de kabullenen hakikî dindar İsevîler’le birlikte gerçekleşecektir.
2. Mevcut medeniyetin iyilikleri
Bediüzzaman, Fazilet medeniyetinin oluşumunda Batı medeniyetini tamamen yok saymamaktadır. Onun iyiliklerinin de çok olduğunu ve yeni oluşacak medeniyetin, bu mevcut medeniyetin temelleri üzerine binâ edileceğini belirtir. Yalnız bu iyiliklerin, sadece Hıristiyanlığın malı olmadığını, bütün insanlığın ortak malı olduğunu, mevcut medeniyetin oluşumunda asırlar boyu devam edegelen fikirlerin, yani ortak aklın, semâvî dinlerin, fıtrî ihtiyaçların ve özellikle İslâmiyet’in katkısının olduğunu vurgulayarak evrensel bir sahiplenme projesi sunar.
3. Kur’ân talebeleri
Bediüzzaman, Fazilet medeniyetinin kurulmasında İslâm medeniyetinin öncü rol oynayacağını, bunu da Kur’ân-ı Hakim’i esas alan Kur’ân talebelerinin yapacağını vurgulamaktadır. Bundan 1400 sene evvel olduğu gibi, şimdi de 1,5 milyar talebesinin, “kendi kudsî esasî kanunlarıyla” akıl ve fennin önemli olduğu bu yüzyılda, “Bunalım Çağı”nın sorunlarını çözmesi gerektiğini; eğer “yakında kıyamet kopmazsa,” Kur’ân talebelerinin, insanlığın “hem dünya hayatlarının saadetini, hem de ahiret hayatını kazandıracağını” belirtmiştir. Nitekim bunda, İslâm Dünyasında Türkiye’nin, Türkiye’de de Kur’ân talebeleri dediği Risâle-i Nur talebelerinin öncü olacağını işaret etmektedir.
III. BÖLÜM:
ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
VE İSTİKBALE AİT TEKLİFLER
3. 1. BİREY
Dünya üzerinde genel kabul gören ve insan hakları konusunda en temel kaynak olarak kabul edilen metinlerden ilki 1948’de BM tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve diğeri de 1950’de imzalanan ve Türkiye’nin de 1954 yılında onayladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesidir.
İslâm dünyasında kişilerin doğuştan sahip oldukları temel hak ve hürriyetler, genellikle çeşitli bahanelerle ve hukuka aykırı yorumlarla geri alınıp, uygulama alanları daraltıldığından, bireyler aşırı uçlara kaçmakta, yasadışı yollara sapmaktadır.
Bütün semâvî dinlerin ve beşerî sistemlerin temelinde birey bulunmaktadır. İslâm Hukukunda birey hakları en mükemmel bir düzeyde yerini bulmuş ve bir bireyi öldürmek bütün insanları öldürmekle, bir bireyi kurtarmak da bütün insanları kurtarmakla eşdeğer görülmüştür.
Bediüzzaman ise söz konusu âyeti tefsir ederken; “Bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez” demektedir. Yakın tarihimizde ve günümüzde bunun çok çarpıcı örnekleri mevcuttur.
İslâm Dünyası mutlaka, bireyin temel hak ve hürriyetleri konusundaki eksikliklerini ve yanlışlığını gidermelidir.
3. 2. AİLE
Toplumların en temel kurumu ailedir. İslâm toplumlarının aile konusunda dünyanın diğer toplumlarına nazaran çok daha iyi durumda oldukları tartışma kabul etmez bir gerçektir. Dünya genelinde ailedeki problemler, gerek sosyal ve gerekse ekonomik sebepler sonucu kadınların adeta erkeklerle yarışırcasına çalışma hayatındaki rollerinin artması ile doğru orantılıdır. Kadınların çalışma hayatının bir gereği olarak iş yerinde daha çok zaman harcamaları; buna karşılık eşi ve çocuklarına yeterince zaman ayıramamaları, ailedeki sorunların ana sebebidir. Ayrıca dünya genelinde evlilik müessesinin önemini kaybetmesi, resmî olarak evlenen kişilerin boşanırken karşılaştıkları sorunlar, kişilerin evlenmeden ve hiçbir yükümlülük altına girmeden yaşamak istemesini netice vermektedir. Evlilik birliği içinde doğmayan çocukların sorunları, boşanmış aile çocuklarının yaşadığı sorunlar, sosyal kurumlara bırakılan sahipsiz çocuklar ve bunların topluma yansımaları bir bütün olarak değerlendirildiğinde İslâm dünyasının Batı dünyası ile karşılaştırılamayacak kadar avantajlı olduğunu ortaya koymaktadır. Evlilik birliği dışında doğan çocuklar ve boşanmış ailelerin çocukları toplumda yeterince ilgi görmedikleri ve rehabilite edilmediklerinden toplumun asayişi sarsılmaktadır. Aynı şekilde devletin bu tür durumlar için kurduğu kurumlarda barınan çocuklara uygulanan şiddet ve buna bağlı olarak buralardan kaçan çocukların suç örgütlerinin ve kadın tacirlerinin eline geçmesi ve görsel basın tarafından bu tür problemlerin istismar edilmesi, üzerinde düşünülmesi ve acilen çare bulunması gereken konulardandır.
İslâmiyet’te, Müslümanlar evlenmeye teşvik edilmiştir. Evlilik birliğinde tarafların hak ve hukukları olmasına rağmen asıl olan kişilerin birbirlerine karşı sevgi, saygı ve fedakârlıkla yaklaşmalarıdır. Kızların da erkekler gibi evlenecekleri kişileri seçmeleri ya da reddetmelerine imkân tanınmalı. Evlenecek kişiler, evlenirken denkliğe dikkat etmeli, güzellik ve zenginlik gibi geçici değerler yerine, dindarlık ve güzel ahlâk gibi kalıcı değerler tercih sebebi olmalıdır. Ailedeki temel sorunlardan birisi de eğitimsiz annelerin çokluğudur. Devlet eğitimli annenin aynı zamanda eğitimli bir nesil demek olduğundan hareketle kızların eğitimleri için gereken her türlü maddî ve mânevî kolaylığı sağlamalıdır.
3. 3. TOPLUM
İslâm, mânevî değerlere ve doğruluğa son derece önem vermesine rağmen içinde bulunduğumuz toplum adeta çürümüşlükler içinde kalmıştır. İslâm toplumunda rüşvetin, yalanın ve her türlü yolsuzluğun artması kabul edilebilir değildir. Aynı şekilde suçla ve suçlularla yeterince mücadele edilememesi, suçluların rehabilite edilememesi ve topluma kazandırılamaması sebepleriyle suçlular daha da bilenerek azılı suçlular olarak karşımıza çıkmaktadırlar. İnsanların sokaklarda rahatça dolaşacak kadar kendini güvende hissedememesi toplumun içinde bulunduğu durumu en güzel bir şekilde yansıtmaktadır.
Toplumun genelinde düzelme olması hususundaki ümitsizlik, kişilerin bütün gayretlerini kendi şahsî menfaatlerine hasretmeleri, yalanın revaç bulması, toplumun iç dinamiklerini sarsmakta ve toplumu zayıflatmaktadır.
İslâm dünyasının birlik ve beraberliğini gösterecek ve hatırlatacak organizasyonların eksikliği sebebiyle yapılan haksızlıklar seyredilmekte, akılcı ve etkili herhangi bir tepki geliştirilmemektedir.
Oysa aynı Allah’a inanan ve aynı değerleri paylaşan insanların beraber hareket etmesi ve ortak tavırlar geliştirmesi gereklidir. Eğer biz Müslümanlar doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e layık doğruluğu yaşasak ve fiillerimizle de göstersek dünyanın birçok yerinden insanlar akın akın İslâmiyet’e girecektir.
Çoğu peygamberlerin doğuda ve filozofların da batıda gelmesi gösteriyor ki şarkı ayağa kaldıracak en önemli dinamik dindir. Bu sebeple toplumda yapılacak her türlü değişiklik ve yenilikte din unsuru göz önüne alınmalıdır.
Soru: “Her nefis ölümü tadacaktır” meâlindeki âyetlerde geçen ölüme, insanların ruhları da dahil midir?
Cevap: “Külli nefsin zâikatü’l-mevt”, yani “Her nefis ölümü tadacaktır” meâlindeki âyet Kur’ân’da üç sûrede geçmektedir. (Bkz: Âl-i İmran: 3/185; Enbiyâ: 21/35; Ankebut: 29/57) Bu âyetlerde “nefis”, insanın ruhunu ifade etmektedir. Çünkü insan bedeni ölür, ama ruh ölmez. Beden mürekkeptir, yani birçok zerrelerden, moleküllerden, hücrelerden, organlardan vs. yaratılmıştır. Bu sebeple değişmeye ve sonunda bozulmaya mahkûmdur. Ama ruh ise basittir. Birleşik değildir. Bu yüzden de çürümeye, bozulmaya maruz kalmaz. Ruh adeta beden evininin misafiri konumundadır. Ev yıkıldığında misafir de kendisine başka bir yer bulur. Orası ise ruhlar âlemidir. Buna göre ölüm, ruhun bedenden ayrılmasını ifade ediyor.
Ayrılık bazen acıdır, bazen de tatlıdır. İnsan eğer bir mekândan ayrılıp başka bir yere taşınırken sevdiği kişilerin yanına gittiğini düşünürse, bu ayrılık onu acısıyla yakmaz, tam aksine sevindirir. Çünkü bu gerçekten bir ayrılık değil, bir kavuşmadır, visaldir. O halde ruh ayrılığın tadını tadar. Eğer ölümün bir visal, bir kavuşma olduğunu düşünürse, bu ona tatlı, ölümün ebedî bir ayrılık olduğunu düşünüyorsa bu ona çok acı gelir.
Râzî de; “Her nefis ölümü tadıcıdır” âyetini tefsir ederken, bedenin fânî, ruhun bâkî olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü bir şeyi tadanın onu tadarken var olması gerekmektedir. (Razi, Tefsiru Kebir, VII, 253.)
Sonuç olarak bütün ruhların ölümü tadacaklarını ihtar eden âyetler, bir açıdan insanı insan yapan unsurun, insanın bedeni değil ruhu olduğu gerçeğinin vurgulanmasıdır. Bu anlamda ölen, yani fonksiyonunu icra edemez hale gelen bedendir; ruh ise devamlıdır, bâkîdir ve ölümü tadandır. Zaten ölüm denilen şey ruhun bedenden ayrılması, mekân yenilemesi, hayat görevinden paydos ve bâkî bir hayatın başlangıcından başka bir şey değildir.
[Risâle-i Nur Enstitüsü
Soru&Cevap Köşesi]
Tel: +90 212 513 1110-
http://www.risaleinurenstitusu.org
|