Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

28 Şubat’tan daha kötü

Serdar Turgut’un dünkü yazısına göre, “Son günlerde AKP’li çevreler kendilerine karşı bir devlet operasyonu düzenlendiği” kuşkusu içindeymiş. Bu operasyonun startı Genelkurmay sitesinde yayınlanan bildiriyle verilmiş. Ve bu çevreler operasyonu 28 Şubat sürecinden daha ciddi ve vahim olarak görüyormuş. ( Akşam )

Eğer bu operasyonun farkına yeni vardılarsa (ki sanmıyorum), “Uyan da balığa gidelim!”

Bu işin başlangıcı, gece yarısı siteye konan bildiri filan da değil elbette.

Nokta dergisi niye basılarak arandı? Birçok kişi sebebi “ Darbe Günlükleri “ sanıyor ama değil. Esas hedef, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nın 2004 yılındaki bir yazışmayı bulmak ve nasıl sızdığını ortaya çıkarmaktı. Bu belgede 300 civarındaki sivil toplum kuruluşu ile yapılan işbirliğinden söz ediliyordu.

Yani sürecin başlangıcı 2004 yılından da geriye gidiyordu.

‘ Atatürkçü Düşünce Derneği’ ya da ‘ Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ gibi ‘ sivil devlet kuruluşları’ bu işe hevesle... Diğerleri de ‘ikna’ edilerek operasyona dahil olmuşlardı.

Başbakan Erdoğan’ın mitingler karşısında verdiği ilk tepki “ Bunlar bindirilmiş kıtalar “ şeklindeydi. Bu bir “ siyasi “ (ama yalnızca siyasi) yorum olarak doğruydu: Çünkü işin içinde öğrencilerin mitinge gitmesini sağlamak amacıyla sınavları erteleyen, otobüsleri organize eden üniversiteler de vardı.

Ancak “bindirilmiş kıtalar” yorumu aynı zamanda çok ama çok eksikti.

Çünkü askeriyede bir kıtaya, “ Bin! “ emri verilir, kıta da araca biner. Halbuki burada toplumsal bir olgu vardı.

İnsanlar gönüllü olarak otobüslere bindiler, meydanları doldurdular. Dolduruşa mı geldiler? Olabilir ama demek ki dolmaya hazırdılar. Kandırılarak alet mi edildiler? Ne fark eder, demek ki kanma potansiyelleri varmış. Korkuları yersiz mi? Tamam ama “algının” da kendine has bir gerçekliği vardır.

Gelelim yorumun “ 28 Şubat’tan daha vahim “ bölümüne. 28 Şubat’ta “ ışıkları açıp kapama “ dışında ciddi bir kitlesellik göze çarpmıyordu.

Bu kez operasyonu düzenleyenler kitleleri hareketlendirme becerisine sahip olduklarını gösterdi.

Yüz binlerin toplandığı mitinglerde, hiçbir kayda değer kavganın çıkmaması (mesela 1 Mayıs ile kıyaslayın) size tuhaf gelmiyor mu?

Bir burnun dahi kanamasına izin vermeyenler, icabında on binlerce burnun kanamasına da yol açabilir. İşte bu yüzden tablo 28 Şubat’tan daha kötü.

Bomba ne anlama geliyor?

Ankara’da patlatılan bombanın bende ilk ağızda çağrıştırdıkları şunlar:

1) Bombanın PKK ile bağlantısı kurulduktan sonra, Meclis’ten de karar çıkartarak, Kuzey Irak’a askeri operasyon düzenlemenin yolu açılmış olur... Bu konuyu geçenlerde yazdım: Operasyon “ ABD’ye rağmen “, yani anlaşmaya varılmadan yapılırsa, hakikaten çok kötü günler bizi bekliyor demektir: Türkiye bölünür.

2) “ Bu hükümet ülkeyi yönetemiyor, bakın işte başkentte dahi bomba patlatılıyor, insanlar öldürülüyor, seçimlerde bu partiye oy vermek doğru bir davranış olmaz “ mesajını vermek... Ki bu aynı zamanda seçmenlere yöneltilmiş bir şantaj anlamına gelir. “ İnadına AKP “ demeye başlayanların şevkini kırar. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin zorlu geçeceğini, insanların öldürülebileceğini 2005’in ilkbaharından beri yazıyoruz. Tam atlattık derken... Galiba iş bunun daha ötesinde. Sanırım çok daha kapsamlı bir plan yürürlükte. Bu tip vahim olaylar devam edecek.

3) Türk-Kürt çatışmasını körüklemek. Mitinglerin yarattığı ‘ ulusalcı’ havayı unutmayın.

4) Türkiye’nin ‘ istikrarlı’ ve ‘ güvenli’ bir ülke olmadığını dünyaya duyurmak. “ Buraya yatırım yapmayın “ demek.

Sabah, 23.5.2007

Emre AKÖZ

24.05.2007


 

Asker sivile fırça çekince…

Ertuğrul Özkök Doğan Grubu yayın organlarına yönelik eleştirilerin insafsız olduğunu söylemiş, dünkü yazısında. Zıt kutupların, yani ulusalcılar ile liberallerin eleştirilerine aynı anda ve eşit oranda uğradıklarını hatırlatıyor, o zaman bu durumda “biz doğru yerdeyiz, objektifiz” imasında bulunuyordu.

Elbette diğerlerini “ideoloji, önyargı, düşmanlık” ruh haliyle açıklıyordu…

Önce şunu söylemek lâzım, siz, basının merkez kurumları olarak, siyasi aktörlere, yani siyasi partilere, eğilimlere, orduya lojistik destek imkânı sunar, onlara bu destek üzerinden egemenlik mücadelesi yapmak alışkanlığı verirseniz, gün gelip bu işin içinden herkesi eleştirerek rahatlıkla sıyrılamazsınız…

Zira size yönelik beklentiler keskin olur, bu yüzden gazete yöneticileri bile değişir, hatta gazete patronlarının kelleri bile alınır…

Yine de “iki noktayı birbirinden ayırmak”ta fayda var…

Yerleşik alışkanlıklara rağmen siyasi grup ve kurumların istedikleri yönde yayın yapılması talebi, aksi halde ilgili yayın organının eleştiri yağmuruna tutması hali (örnek: TSK’nın andıcı) kabul edilemez bir durumdur.

Ne var ki basına, örneğin Hürriyet’e ya da Özkök’ün yayıncılık anlayışına ilişkin ilkesel eleştiriler başka bir duruma işaret ederler. Bu eleştiriler, Özkök’ün yaptığı gibi “tarafgirlik, ideolojik takıntı, içerik eleştirisi” gibi sözlerle geçiştirilemez.

Zira haberlerde kullanılan dil, vurgu yapılan, öne çıkarılan yönler değer sistemleriyle doğrudan ilgilidir.

Örneğin bir gazetecinin MİT mensubu olmasını, yani çalıştığı yayın kurumunda o kurumla ve arkadaşlarıyla ilgili gizli bilgi toplamasını, yani onları kandırmasını ve ihbar etmesini, “MİT mensubu olmak şerefli bir iştir” diyerek (örnek: Özkök’ün gazetesinin yazarı Fatih Altaylı’nın MİT mensubu olduğu iddalarına yönelik cevap yazısı) meşrulaştırırsanız, sadece şeffaflığa ilişkin demokratik bir değeri yerle bir etmekle kalmazsınız…

Muhbirliği ideolojik ve devlet faydası adına doğrular, meşrulaştırır, sıradanlaştırırsınız…

Bu ulusalcılar, bu sokak faşizmi nereden çıktı gibi sorular sorma hakkına sahip en son insan olursunuz…

Dün, yani Özkök’ün malum yazısının yayınlandığı tarih 22 Mayıs’tı.

Bundan daha iki gün önce, 20 Mayıs tarihinde Hürriyet Gazetesi’nin göbek sayfalarındaki ana haberin manşeti şöyleydi:

“19 Mayıs Erzurum fırçası…”

9. Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek Erzurum’daki 19 Mayıs kutlamalarında şehirdeki bayrak sayısını yeterli bulmamış, vali ve belediye başkanına tepki göstermişti…

Hürriyet bu durumu “askerin sivile çektiği fırça” olarak tanımlıyor, adeta “askerin fırça çekme yetkisi olduğunu ima ediyor”, dahası bunu olumluyordu, bu manşetle…

“Fırça” kelimesi bir “kışla deyimi” olarak haberdeki yerini alıyor, durumun önemi, gücü ve manasının altını çizmek için kullanıyordu.

Her yaştan okur da, yasalar, kurallar, demokrasi bir yana deyip, oyununun kuralını tekrar hafızasına nakşediyordu. Gençler “bu ülkede kim kimden emir alır, kim kime emir verir, beteri kim kimden emir almalıdır, kim kime emir vermelidir…” gerçeğini kez daha öğreniyordu, Türk basınının amiral gemisinin sayfalarından…

Dönem, muhtıra dönemi…

Kimileri diyebilir ki, böyle dönemlerde merkezdeki gazete yöneticisi için yarını tahmin etmek, daha doğrusu yarın kazanacak atın üzerine oynamak hayatidir…

Sorun da bu zaten…

Bilin ki, askeri dönemler biraz da bu yüzden yakamızdan düşmezler…

Yeni Şafak, 23.5.2007

Ali BAYRAMOĞLU

24.05.2007


 

Cumhuriyet mitingleri ve faşizan zihniyetle hesaplaşma

Tandoğan, Çağlayan, İzmir, Çanakkale, Manisa ve en son Samsun’da yapılan mitingler üzerine tartışma ve yorumlar devam ediyor.

Nokta dergisinin ifşa ettiği 2003-2004 yıllarında iki darbe teşebbüsünde başarısız olan cunta zümresi, tesirleri altındaki birtakım dernek, siyasi parti, sendika ve basının desteğiyle cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde 14 Nisan’da Tandoğan mitingiyle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kriz ve başarabilirlerse darbe organize etmeye yöneldiler.

Bu tertip, öyle birkaç günde karar verilen veya sadece Tayyip Erdoğan veya Abdullah Gül cumhurbaşkanı olmasın ile sınırlı kalmayan bir psikolojik ve özel harp operasyonu olarak tarihteki yerini almıştır. Bu süreci Şemdinli olayları, Trabzon’daki Rahip Santoro cinayeti, Danıştay baskını, Hrant Dink’in katledilmesi, Malatya’daki misyoner yayıncılara yönelik katliam ve YÖK Başkanı’na suikast teşebbüsünden ayrı mütalaa etmek mümkün değildir.

Türkiye gerçekten sivil, demokratik bir hukuk devleti olduğunda bu sürecin sorgulanması ve tertipçilerin yargılanmasıyla bu işlerin mahiyetini öğrenebileceğiz. Hoş gerçi, Türkiye bu vasıfları kazanmasa da, bir süre sonra şimdi aynı tezgahın içinde olanların birbirine düştüğünü yahut övünmek için neler yaptıklarını anlattıklarını veyahut da samimi olarak pişman olanların itiraflarını göreceğiz. Tıpkı 27 Mayıs darbesi öncesinde, öğrencileri kışkırtan, yalan haberler yayınları bugün gördüğümüz gibi. Hal böyleyken ve bu mitinglerde kendi hayat tarzları dışındaki hayat tarzlarını horlayan, aşağılayan ve bu hayat tarzındaki kişilerin vatandaşlık haklarını tartışmaya açan kalabalıkların güzellemesini yapanlara ne demeli?

Elbette bu mitinglere katılanların tamamı, bu istikamette bir tavır sahibi olmayabilirler. Elbette mitinge katılmayan, karşı olan ve hatta mitingde hedef alınanlar, mitinge katılanları anlamaya çalışmalıdır. Fakat bunun bir ölçüsü olur. Başörtülü bir hanım, “Türbanlı birini Çankaya’da istemiyoruz!” diye bağıran bir başka hanımı nasıl anlayabilir? Bu zenciler bu dükkana giremez, bu kiliseye giremez, bu okulda okuyamaz, bu lokantada yemek yiyemez diyenleri anlamaya benziyor. Tabii ki, bir ırkçıyı, bir naziyi, bir faşisti de anlamaya çalışmalıyız ama onu meşru gördüğümüz için değil. Onu ikna ederek değiştirmek için. Bu mitinglerde türbanlılara karşı açıkça ayrımcı, dışlayıcı ve ırkçı bir yaklaşım söz konusudur. Bu bakımdan, mitinge katılanlar yaptıkları işten memnun olmamalı, rahatsız olmalıdırlar. Bu ülkede sevmediğiniz insanlar veya hayat tarzları olabilir ama bu sizin onlara hakaret etmenizi, haklarının kısıtlanmasını istemenizi meşrulaştır(a)maz. Bunu milyonlarca kişi olsanız da, ellerinizde bayrak, arkanızda tanklar olsa da sivil, özgürlükçü ve demokrat insanlara kabul ettiremezsiniz.

Sosyolog, siyasetçi ve gazeteci herkesin bu tavrı, sorgulamadan mitinge katılanları rahatlatacak açıklamalara girişmesi onları mahcup etmek dışında bir anlam taşımaz. Bir şeyleri anlaması gereken, mesajı alması gereken, mitingi doğru okuması gereken sadece AK Partililer değil. Özellikle, bu mitinglere katılanların empati, hoşgörü ve özgürlük nosyonlarında ciddi eksiklikler var. Dışarıda küreselleşmeye, liberalleşmeye, AB’ye ve ABD’ye, içeride kendilerinden başka herkese reaksiyon duyan bu kitle, Türkiye eğitim müfredatının ve siyasi kültürünün bir ürünüdür. Dolayısıyla dışarıda suçlayacağımız bir günah keçisi aramayalım. AB istikametindeki reformların devam etmesi ve buradan çıkacak demokratik ve sivil ruhun toplumsallaşması gerekiyor. Bu sürece direnen sivil- asker bürokrasi ve resmi ideoloji değişmedikçe, reformların, topluma ve mitinglerdeki kitlelere intikali çok zordur. Türkiye’nin yumuşak gücünü teşkil eden özde sivil toplum, artık harekete geçmelidir.

Bugün, 23.5.2007

Murat YILMAZ

24.05.2007


 

Gerçek bölücülük!

Laiklik tartışılamaz! Bal gibi tartışılır. Laikliği tartışma konusu yaptırmayız!

Siz kim oluyorsunuz da, demokrasileri demokrasi yapan tartışma hakkını yok sayabiliyorsunuz? Bir rejimin adı eğer demokrasi ise en başta ifade özgürlüğüne saygı gerekir.

Laikliği tartışmak, rejimi tartışmaktır!

İlle de öyle değildir. Bazı konuları kutsallaştırıp tartışma alanı dışına çekmek ancak totaliter, despot rejimlere özgüdür.

Özetle:

Bizde laikliğin tartışılması gereken birçok yanı var.

Çünkü laiklik öylesine tarif edilmiş ki, din ve inançlarda özel alanın daralmasına yol açılmıştır...

Laikliğin uygulaması öyle olmuş ki, devletin din üzerine düşen gölgesi ve denetimi hiç eksik olmamıştır...

Bizde devletle din ilişkileri,—Diyanet İşleri Başkanlığı örneğinde olduğu gibi—laiklik ilkesini bazı bakımlardan zorlamış, hatta çiğnemiştir...

Mesela, laikliğin bir gereği olarak devletin bütün din ve inançlara eşit mesafede olduğunu söyleyebilir misiniz Türkiye’de?.

Bir başka tartışma konusu:

Kamu alanı ve türban.

Örneğin Çankaya Köşkü kamu alanı mıdır, türbanlıya kapalı olan? Cumhurbaşkanı Sezer uygulaması böyle ama yanlış...

Tartışamayacak mıyız?

Örneğin ben üniversitelerdeki türban yasağına karşıyım. Bundan dolayı şimdi ben irtica taraftarı mıyım? Devletin din kurallarına göre yönetilmesini mi istiyorum?

Geçelim.

Örneğin, Danıştay Başkanı Çörtoğlu, “Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı her türlü hareket irticadır” diyor.

Doğru mu?

Bu da yanlış.

Böyle bir irtica tarifi olamaz. Böyle bir irtica tanımı adı demokrasi olan bir rejimde yoktur. Atatürkçülüğü eğer böyle tarif etmeye kalkarsanız, demokrasiyi rafa kaldırmış olursunuz.

Murat Belge, böyle bir Atatürkçülük anlayışını Radikal’deki köşesinde(12 Mayıs) sosyalizm ve liberalizm örneklerini vererek eleştiriyordu.

İkisinin de Atatürkçülükle herhangi bir ilişkisi olmadığını, ama sosyalist ve liberal olmanın da herhalde irtica sayılamayacağını, demokrasilerde yasaklanamayacağını söylüyordu.

Demek ki, tartışılacak konularımız arasına eğer demokrasi diyorsak Atatürkçülük de konmalıdır.

Yani laiklik gibi irtica tarifi üzerinde yüzde yüz mutabakat sağlamak da uzak ihtimal. Ama bu çerçevede bir noktanın belirtilmesi lazım.

“Ben dinimi yalnız özel alanda değil, kamu alanında da yaşamak istiyorum” diyenleri ne yapacaksınız?

Hapse mi atacaksınız?

Devlet işlerinin dini esaslara göre yürütülmesini isteyen, yani laikliği reddedenlerin -irtica taraftarı olanların- demokrasilerde söz hakkı olmayacak mı?

Olacak, zaten var.

Laikliğe hayır diyenler de ifade özgürlüğünden yararlanır. Demokrasi kendine karşıt olan görüşleri de, -hiç kuşkusuz şiddete, ırkçılığa, hakarete uzak durmaları şartıyla- izin veren bir rejimin adıdır. Bu özgüvenidir, demokrasileri güçlü kılan...

Bu ülkede demokrasinin taşlarını yerli yerine oturtabilmek için tartışılması gereken o kadar çok şey var ki.

Örneğin, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi...

Ben de taraftar değilim.

Fakat CHP lideri Baykal’ın ya da YÖK Başkanı Prof. Teziç’in bu yola karşı çıkarken öne sürdükleri görüşlere de kesinlikle katılmıyorum.

Baykal’a göre, cumhurbaşkanı halk tarafından seçilirse, “Türkiye bölünür”... Prof. Teziç’e göre böyle bir seçim, “Devlet iktidarının siyasi çoğunluk tarafından ele geçirilmesi” anlamına gelecek...

Bu görüşleri demokrasiyle bağdaştırmak çok güç. Bu görüşlerin arka planında sanki 27 Mayısçı özlemler yatıyor.

Bir başka deyişle:

‘Asker-sivil bürokrasi’nin ya da 1960’ların moda deyişiyle ‘asker-sivil aydın zümre’nin millet egemenliğinden çekinen, bu nedenle ‘vesayet rejimi’ni sürdürmeyi amaçlayan, bunun için de Çankaya’yı kendi tekelinde tutmak isteyen anlayış yatar, Baykal’la Teziç’in çıkışlarının altında...

Olabilir.

Ama olmayacak olan, tartışma alanlarını daraltmak, bazı konuları tartışma alanı dışına çıkarmaya kalkışmaktır. İşte asıl o zaman korkulan başa gelir. Bölücülük asıl o zaman başlar.

Örneğin Türkiye’de asıl 27 Nisan Muhtırası olmuştur, son zamanların en büyük bölücü adımı...

Kısacası:

Demokrasilerde kimsenin yorum tekeli olamaz. Her şey tartışılabilir, eleştirilebilir.

Bazı şeyleri kutsallaştırıp tartışma alanı dışına çıkarmak demokrasilerin işi değildir. Bu ancak totaliter, despot rejimlerde vardır. (*)

Bu yasakçılığı bugün hâlâ savunmak ise Türkiye’yi cephelere ayıracak gerçek bölücülüğün ta kendisidir.

—————————————

* Bu konuda değerli tarihçi Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu’nun yazısı, Zaman, 18 Mayıs 07, s. 26.

Milliyet, 23.5.2007

Hasan CEMAL

24.05.2007


 

Devlet oraya gitmeli miydi?

Televizyonda, Genelkurmay Başkanı’nı, kuvvet komutanlarını, başbakanı, ana muhalefet partisi başkanını, bomba atılan yeri gezerken gördüğümde aklıma bir başka görüntü geldi.

Bir yıl önce Antalya’da Dönerciler Çarşısı önünde patlayan bombadan sonraki sahneleri hatırladım...

Antalya esnafı bir gecede bütün kırık vitrin camlarını takmış, sokağı temizlemiş, ertesi sabah da hayatı yeniden başlatmıştı.

Bütün kent bayraklarla donatılmıştı.

Bana göre aşağılık bir teröre ve onun aşağılık uşaklarına, halkın vereceği en güzel cevap böyle olmalıdır.

Terörle mücadelenin en etkili yolu da budur.

İşte bu nedenle Türk ordusunun komuta kademesini Ankara’nın göbeğindeki bu çarşıda gördüğüm zaman “Acaba doğru mu yapıyorlar” diye düşündüm.

İlk bakışta, komutanlarını orada görmek insana rahatlatıcı geliyor.

Askerle iktidar ve muhalefetin birlikte orada görünmesi, “teröre karşı birlik mesajı” olarak algılanabilir.

Askerler, psikolojik harekátı da çok iyi bilirler.

Acaba bütün komuta kademesi oraya gitmeli miydi?

Acımız ne kadar büyük olursa olsun, devletin öfkesi ve hissiyatı bu kadar açıkça belli edilmemeliydi.

Hürriyet, 23.5.2007

Ertuğrul ÖZKÖK

24.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004