|
|
|
Delik çorap! |
Bazı büyük gazetelerde zaman zaman bazı yabancı politikacılarla ilgili olarak şöyle bir başlık görürsünüz: “Türk dostu ...’’
Bunlardan biri de Dünya Bankası’nın istifa etmek zorunda bırakılan başkanı Paul Wolfowitz.
Afganistan ve Irak işgali öncesinde sık sık Türkiye’ye gelerek gazeteci, akademisyen, emekli asker, işadamı ve politikacı dostlarıyle Boğaz’da balıkla birlikte rakısını yudumlayan Wolfowitz, bu dostlarının kendisine anlattıkları ile Türkiye’yi ‘çantada keklik’ olarak görüyordu. Nitekim Ocak 2003’te Washington’a dönen Wolfowitz, Savunma Bakan Yardımcısı olarak Amerikan öncü birliklerini Türkiye’ye göndermeye başladı.
Ancak 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinden sonra Türkiye’nin çantada keklik olmadığını ve dostları tarafından aldatıldığını gören ve anlayan Wolfowitz çok yakın iki dostu M.Ali Birand ve Cengiz Çandar’a, 5 Mayıs 2003’te bakın ne demişti:
“Türkiye; tezkereyi reddetmekle evet biz hata yaptık demeli. Türkiye; Amerikalılara ‘Irak’taki olaylara daha duyarlı davranmalıydık bilemedik, ama artık biliyoruz ve bundan böyle nerede ne kadar yardımcı olabilirsek olacağız, çünkü bu Türkiye’nin çıkarları için çok önemli’ demeli.’’
Çok öfkeli ve sinirli yüz ifadesiyle bunları söyleyen Wolfowitz, askerlerin tezkere sürecine neden müdahale etmediğini de sorgulayarak Türkiye’ye yönelik çok ağır sözler kullanmıştı.
Daha sonra da Bay Wolfowitz uzun süre Türkiye’ye gelmedi.
Afganistan ve Irak’ın işgalinde başrol oynayan ve Amerika’daki Yahudi lobilerinin en şahinlerinden biri olan Wolfowitz bu ‘başarıları’ndan dolayı Başkan Bush tarafından ve çalışanlarının tepkisine rağmen Dünya Bankası Başkanlığı’na getirilerek ödüllendirildi.
Afganistan ve Irak’ta yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan Wolfowitz, Dünya Bankası Başkanı olarak Afrika ülkelerine gidip, yoksul çocukları kucağına alır ve sempatik bir görüntü vermeye çalışır.
Ama nafile.
Çünkü insan karakteri değişmez.
Türkiye’ye gelip ayağında delik çorapla yeniden sempati kazanmaya çalışan ve bu çorapla manşetlere taşınan Wolfowitz meğer Dünya Bankası’nı da dolandırıyormuş.
Kadın dostuna büyük maaşlar bağlatan ve yakında daha birçok pisliği ortaya çıkacak olan Bay Wolfowitz, rezil olduktan sonra sonunda görevinden istifa etmek zorunda kaldı.
Ama ne ilginçtir ki; yine büyük bir gazetenin bir köşe yazarı Wolfowitz’in istifa kararını ‘etik’ buluyor ve takdir ediyordu.
İnanılacak gibi değil.
Yani adam Afganistan ve Irak’ta bir milyon insanın ölümüne ve iki ülkenin darmadağın olmasına neden oluyor ve bu kişiden hiç kimse hesap sormuyor, ama metresine 3-5 bin dolar fazla maaş verdi diye istifa ettiriliyor ve birileri bu davranışı, yani istifayı etik buluyor.
Bunun yorumunu siz değerli okuyuculara bırakıyorum.
Ama işin başka bir boyutu daha var.
Haziranda görevinden ayrılacak olan Wolfowitz’in yerine yine Irak başarsızlığı nedeniyle istifa etmek zorunda bırakılan İngiliz Başbakan Tony Blair’in getirilmesinden söz ediliyor.
Anlaşılan Dünya Bankası Başkanı olmak için aranan temel kriter ‘Müslüman ülkelerini işgal etmek ve milyonlarca insanı öldürmek.’
1973 yılından bu yana Amerikan savaş sanayinde ve politikalarında aktif rol oynayan ve o tarihten bu yana Amerika’nın tüm işgalci, saldırgan ve yayılmacı kararlarında görev alan Wolfowitz yerini normalde daha insancıl söylem ve inanca sahip olması gereken İşçi Parti Lideri Blair’e devredecek.
Yani ABD eski Başkanı Carter’in tanımı ile: “Başkan Bush’ın kör, iğrenç ve sadık bir itaatkârı.”
Anlaşılan Başkan Bush, bu özelliklerle kendisine sadık ve bağlı olanları hep ödüllendiriyor ve onlara her alanda destek çıkıyor.
Bunun her zaman ve özellikle bizim coğrafyadakiler için işe yaradığını söyleyemeyiz.
Örneğin 1950-1960 yılları arasında ABD ile stratejik bir beraberliğin tüm gereklerini her alanda yerine getiren rahmetli Menderes’in asılmasını önlemek için Washington hiçbir şey yapmadı.
30 yıl süreyle benzer şekilde ABD hatta İsrail’in her dediğini yapan İran Şahı Pehlevi ülkesinden kaçtığında Washington ona vize bile vermedi.
Önce ülkesindeki binlerce komünisti temizleyen sonra da ABD talimatı ile İran’la 8 yıl süreyle savaşan Saddam ise Washington talimatı ile asıldı.
Örnekler çoğaltılabilir ama almak isteyenler için ders bir kez alınır!
Akşam, 22.5.2007
|
Hüsnü MAHALLİ
23.05.2007
|
|
|
Mitinglerin ardından |
Türkiye’nin bir kesiminin gerçekleştirdiği dördüncü büyük miting Samsun’da yaşandı; basına yansıyan haberlere göre Samsun mitingi, Ankara, İstanbul ve İzmir’den sonra son miting idi.
Türkiye’de ve dünyada aklı başında kimse bu mitinglerin arkasındaki toplumsal gücü küçümsemiyor, ciddiye alıyor.
Ancak, küçümsememek, ciddiye almak başka konu, bu mitinglerin ortak ideolojik çizgisini eleştirmek, bu çizginin 21. yüzyılın başında Türkiye’de iktidar şansı bulursa, Türkiye’yi nereye götüreceğinden endişe duymak başka konu.
Bu tür endişeler hissetmek de kanımca her Türkiye Cumhuriyeti yurtaşının en doğal yurttaşlık hakkı.
Meseleye bu açıdan yaklaştığınızda da kimsenin, buna Sayın Genelkurmay Başkanımız da dahil, bu mitinge katılanları Türkiye sevdalısı, bu mitinglerin genel ideolojik çizgisini eleştirenleri de ‘doğru yoldan sapanlar’ olarak nitelemeye hakkı olmadığını düşünüyorum.
Daha da genel olmak üzere, çağdaş, gelişmiş bir Türkiye’de kimsenin ‘doğru yolun’ tekelini elinde bulundurmak gibi bir sanısının olmaması gerekiyor.
Her düşünce, anayasal, hukuksal, evrensel hukuka uygun olduğu sürece eşit ölçüde saygındır, değerlidir; miting çizgilerini eleştirenler hukuksal limitler içinde kaldığı sürece kimsenin baş öğretmen edası ile bu eleştirilere ‘doğru yolu’ göstermek gibi bir misyonu olmamalı.
Tabi, tüm bu çizgim, şayet daha çağdaş bir Türkiye özleminiz var ise anlamlı.
***
Dört görkemli mitingin de ortak sayılabilecek özellikleri mevcut; bu özellikleri en genelinde siyasi ve ekonomik özlemler diye ikiye ayırabilmek mümkün.
Aslında mitinglerin ortak çizgisinde söz konusu siyasi ve ekonomik özlemler, dilekler, talepler kaçınılmaz olarak iç içe girmiş durumda ama ben bu küçük yazıda meseleye daha ağırlıklı olarak ekonomik açıdan yaklaşmak istiyorum.
Mitinglerin özlem olarak dile getirdiği ekonomik beklentiler de bir ölçüde yeni oluşan CHP-DSP seçim ittifakının taleplerini de yansıtmıyor değil.
Mitinglerin ekonomik özlemler çizgisi derken doğal olarak kürsüde yapılan konuşmalara ve açılan pankartlara gönderme yapabiliyorum; büyük kalabalıkların içlerinden tam ne geçiyor, bunu kestirebilmek olanaklı değil.
Herkesin dikkat ettiği ilk önemli husus mitinglere damgasını vuran ‘ne AB, ne ABD’ sloganları; kürsüde konuşanlar da bu çizgiyi fazlasıyla ön plana çıkartmış bulunuyorlar.
‘Ne AB, ne ABD’ sloganı doğal olarak hepimize, bu çizgiye katılın ya da katılmayın, daha içe kapalı bir Türkiye’yi özlemini çağrıştırıyor.
Söz konusu içe kapanmanın da doğal olarak hem siyasal, hem de ekonomik sonuçları, veçheleri mevcut.
Sözün özü
Bu içe kapanma arzusunun kurumsal görüntüsü, IMF eksenli istikrar politikasından ve bu istikrar politikasının getirdiği bir dizi kurum ve düzenlemeden vazgeçmek anlamına da kaçınılmaz olarak geliyor.
Bu çizgi aynı zamanda Sarkozy ile aynı çizgiye gelme yani Türkiye’nin AB sürecini dondurma çabası anlamına da geliyor.
Yurttaşlarımızın bir bölümünün bu tür talepleri dile getirmeleri en doğal demokratik yurrtaş hakları.
Ama, bizim de en doğal yurttaş hakkımız, bu çizgiye Türkiye iktidar şansı tanırsa, sonuçlarının ne olabileceği konusundaki görüşlerimizi toplumla paylaşmak.
Star, 22.5.2007
|
Eser KARAKAŞ
23.05.2007
|
|
|
Askerî kriz ve askerin krizi |
Durum tespitini doğru yerde yapmak, sorunu da doğru yerde aramak gerek…
Kentli kesimlerin, “laikliğe yeni işlevler bahşeden ulusalcı dalga”nın etkiyle yaşadığı bunalımı dikkate almazsak, ülkede yaşanan kriz toplumsal nitelikli değildir.
Elbet bu toplum kabaca biri batılılaşmış diğeri geleneksel iki büyük kültürel kutba bölünmüştür, bunlar arasındaki ilişki ve çatışmalar her zaman önemli, tayin edici olmuştur. Elbet temel siyasi sorunlar ve mücadeleler bu doğal gerginliğin ürettiği zeminden beslenirler.
Ancak şu günlerde mesele, bu zeminin kendiliğinden hareket geçmesi ve yukarıda, yani siyaset ve devlet katında sarsıntı yaratması değildir.
Tersine bu zemin saray kavgalarıyla harekete geçirilmeye çalışılmaktadır.
Bu açık bir saray kavgası, yani “devlet krizi”dir…
Devlet krizi, tetikleyeni itibariyle orduya gönderme yapmakta, özetle “askeri kriz” ve “askerin krizi” iki yönüyle karşımıza çıkmaktadır.
Ordu siyasi sistem içindeki rolünü korumak, askeri vesayet düzeninin temel araçlarını savunmak için bir muhtırayla siyasete müdahale etmiştir. Ve verdiği muhtıra darbe tehdidi taşımaktadır…
İşin askeri kriz yönü budur, sorun bu noktada Türk demokrasisinin sınırlarıyla ilgilidir…
Askerin krizi ise, dört yıldır ordunun maruz kaldığı değişim baskısı altında kendi içinde yaşadığı bölünme, kırılmalar ve arayışlarla ilgilidir. Savunma konsepti, ittifak sistemi, ordunun yeni siyasal rolü gibi eksenlerde yaşanan bu gelişmeler, bugün bir muhtırayla sonuçlanmıştır ya da muhtıra sürecini hızlandırmış, irrasyonel hale getirmiştir.
Ve Türk demokrasisine büyük fatura çıkarmıştır.
Gerisi lafı güzaftır…
Özet: Gayretler manasızdır. Kriz, toplumsal alandan, toplumsal talepler ve değişimden unsurlarla doğrulanabilecek yapıda değildir…
Yeni Şafak, 22.5.2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
23.05.2007
|
|
|
Vatanı sevenler |
Mehmetçik Vakfı gecesinde Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt bu sefer ‘vatanı sevmek’ konusunda konuşmuş. Gazetelerde şöyle aktarılıyor: “Türk milleti vatanseverdir. Hiç kimse ama hiç kimse, hangi duygu ve düşünceye sahip olursa olsun, milletini, vatanını seven insanları yadırgamasın. Çünkü bu insanlar yanlış yollardadır.”
Bu gibi genellemeleri, anlamakta güçlük çekiyorum. “Hiçbir duygu ve düşünce”, “Öyledir ve öyle kalacaktır”, ‘hep’ ve ‘hiçbir’, ‘daima ve asla’ gibi her şeyi içine almayı ya da her şeyi dışlamayı (beğendiğimize ilişkin olarak) zihnimde klostrofobik bir dünya yaratıyor.
Hürriyet’te Fatih Çekirge de bu demeci yorumlamış: “Eğer yanlış anlamadıysam Org. Büyükanıt’ın ‘yanlış yoldadır’ dediği kişiler, son dönemde Ankara Tandoğan’da başlayan ve İzmir’e kadar uzanan cumhuriyet mitinglerinden rahatsız olanlar olsa gerek... Yani diyor ki, bu mitingleri hafife alanlar var. İşte onlar yanlış yoldadır. Yani mitingleri hafifseyen açıklamalar yapan Bülent Arınç gibi.”
Daha önce de söylediğim gibi kaygısını mitingde dile getirmek her zaman olumlu baktığım bir eylem. Ama mitinge gidenler de bir şeylerden ‘rahatsız olan’ insanlar. İçlerinde pek çoğu bu rahatsızlığı olabilecek en son gerilim düzeyinde dile getiriyor ve kendisini rahatsız edenlere duyduğu öfkeyi daha ılımlı bir biçimde dışavurma gereği duymuyor. O zaman bunlar ‘milletini vatanını seven insanlar’, öfkelerinin hedefi olanlar da böyle yapmayan insanlar mı oluyor?
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt günlük olaylarda tavır alan ve aldığı tavrı örtülü tutma zahmetine girmeyen biri. Şemdinli’de bomba atarken yakalanan astsubay için söylediği sözler bunun birçok kanıtından biri.
Ve şimdi o dava da iyice ilginç bir seyre girdi (ayrı yazı konusu). Belli ki burada da taraf olduğunu ve özellikle hangi tarafta olduğunu belli etmek istemiş Genelkurmay Başkanı.
Ancak konu, taraf olunan eylem, ‘vatanı, milleti sevmek’ gibi, aslında oldukça tanımı belirsiz bir şey olunca, hele şu günlerin atmosferinde, kimi yadırgayıp kimi yadırgamamamız gerektiği de karışıyor.
Malatya’da Hıristiyan boğazlayan adam “Kırk yıl hapse girsem gene yaparım” demiş. Trabzonlu ekibin her yanından ‘vatan, millet sevgisi’ akıyor. Hâkim vuran Alperen delikanlının vatan sevgisi herhalde tartışılamaz. Sonunda iş gelip gene ‘vatan, devlet için kurşun atıp yeme’ veciz ifadesine dayanıyor.
Bunlarla o mitingler arasında fark var demeyin. Azıcık dikkatle baktığınızda, bunlarla o mitingleri düzenleyen ‘çekirdek kadro’ arasındaki ideolojik bağları (başka türlüsünü bilmiyoruz) görebiliyoruz. Evet örneğin Genelkurmay Başkanı’nın “Onu tanırım iyi çocuktur” dediği astsubay örneğinde olduğu gibi.
Yüksek ücret için miting yapılır, her türlü hak için miting yapılır, gereğinde laiklik ilkesini savunmak için de yapılır. Bunları kendi özgül adlarıyla ansak daha iyi olur, çünkü ‘vatan sevgisi mitingi’ demeye başladık mı, asıl ‘bölücülüğü’ de biz yapmaya başlıyoruz.
Bundan da önemlisi, kimin ‘vatanı sevdiği’ne ve vatanı sevmek denen şeyin ‘biçimi’ne karar verecek bir otorite olamaz - ne bir kurum, ne bir kişi. Tabii ‘demokrasiler’den söz ediyorum. Totaliter olmanın ölçüsü zaten bunlara karar verenlerin varlığıdır.
Radikal, 22.5.2007
|
Murat BELGE
23.05.2007
|
|
|
Militarizm faşizme götürür |
Her biri demokrasiyi yerleştirmemizi köstekleyen, sorunlarımızı daha beter hale getiren dört müdahaleden sonra Türkiye’nin askerî müdahaleler ve yönetimler dönemini geride bıraktığına içtenlikle inanıyordum.
ABD’de Neo-Muhafazakâr, yani Türkiye’de askerî iktidar isteyen çevrelere hizmet veren ve anlaşılan Türkiye’deki kimi askerî çevrelerle sıkı fıkı ilişkileri olan bir genç hanım geçen sene sonlarında Newsweek dergisinde yayımlanan makalesinde, “2007’de Türkiye’de askerî müdahale olasılığı yüzde 50’dir” dediği zaman, tepki göstermiş ve askerî müdahale olasılığı “sıfırdır” diyememekle beraber, “sıfıra yakındır” diye yazmıştım.
2004 yılında iki askerî darbe tehlikesi atlattığımıza dair ifşaatlar, derken TBMM’ye verilen 27 Nisan muhtırası sonrasında iyimserliğim, ne yazık ki, bir hayli sarsıldı. Son günlerde en yakın çevremdeki bazı kimselerden bile duyduklarım beni büsbütün karamsarlığa götürüyor: “Ne yapalım, laikliği başkası koruyamayacaksa, ordu korusun!” ya da “Yahu, sizler şabloncu demokratlarsınız... Kız kardeşim bile, ‘Yeter artık, ordu göreve’ diye bağırıyor!” veya “2004’teki darbe girişimleri başarılı olsaydı, ne güzel şimdi yıl dönümlerini kutluyor olurduk!..” Geçen gün katıldığım bir televizyon programında bir profesör bey, Genelkurmay Başkanlığı’nın “bir sivil toplum kuruluşu” olduğunu ileri sürünce bir meslektaş dayanamadı: “TSK ile STK’yı karıştırdın galiba, üstad...” demek ihtiyacını hissetti. Bir profesör hanım da geçen gün şöyle bir beyanat vermiş: “Bizim ordumuz bir yandan savaşır, sınırlarımızı korur, bir yandan cumhuriyeti ve laik düzeni korur, bir yandan da sivil toplum örgütü gibi çalışır...” (Star, 15 Mayıs)
Bugünlerde demokrasiyi bir türlü yerleştirememiş oluşumuzun temel nedenlerinden birinin toplumumuzda “militarizm” denilen zihniyetin yaygınlığıyla ilgili olduğunu düşündüren gerçekten çok şey var. Militarizm dendiğinde kastedilen esas olarak şu üç anlayış: Politik sorunların en iyi askerî yöntemlerle, yani yasak, baskı ve silah zoruyla çözülebileceği düşüncesi... “Mutlak disiplin ve kayıtsız şartsız itaat” gibi askerî ideal ve değerlerin, yalnızca güvenlik kuvvetlerine değil bütün topluma hakim kılınması gerektiği fikri... Normal olarak politikacıların alanına giren sorumlulukların en iyi askerler tarafından yerine getirilebileceğine dair inanç... Ankara, İstanbul, İzmir ve diğer yerlerde yapılan “Cumhuriyet” mitinglerinde atılan sloganlara bakılırsa Türkiye’de militarizmin askerlere nazaran siviller arasında çok daha yaygın olduğu sonucuna varılabilir.
Demokratik topluma en büyük tehditlerden biri ve faşizmin ayrılmaz bir parçası olan militarist zihniyetin eleştirilmesi ve reddedilmesi gerekir. Türkiye’nin kendi tecrübeleriyle çoktan öğrenmiş olması gereken başlıca şu nedenlerle:
1) Askerî çözüm, topluma çok ağır bir bedel yüklediği gibi, sorunların daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açar. Bunun en iyi örneği, Kürt sorununda geldiğimiz noktadır. Yasak, baskı ve zor, ne yazık ki, Kürt kökenli yurttaşlarımızın önemli bir kesimini devlete yabancılaştırdı.
2) Askerler, siyaset değil savaş yapmak için eğitilir; bunun için siyasi sorunların çözümünde en beceriksiz siyasetçiden de başarısız kalmaları kaçınılmazdır. Nitekim, Türkiye’de beş askerî müdahale, çözmek iddiasında oldukları sorunların hiçbirine çözüm getiremedi, aksine hepsini ağırlaştırdı.
3) Militarizm, esas görevi ülke savunması olan silahlı kuvvetlerin işini yapamaz hale gelmesi, eninde sonunda, saygınlığını, toplumun güvenini kaybetmesi sonucunu doğurur.
4) Siyasetçiler suç işleyebilir, hata da yapabilirler. Suç işlerlerse yargılayacak mahkemeler vardır; hata yaparlarsa hesabını seçimlerde verirler. Önemli olan demokratik hukuk devletini bütün kurum ve kurallarıyla işletmektir.
5) Türkiye gibi bağrında çeşitli çelişkileri, bölünmeleri barındıran bir toplum, birliğini ancak özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi yerleştirerek koruyabilir. Sorunlara askerî çözüm peşinde koşmak, Türkiye’yi parçalanmaya götürür.
Zaman, 22.5.2007
|
Şahin ALPAY
23.05.2007
|
|
|
|