|
|
|
Meydanlar barajı aşabilir mi? |
*Önce askerin gece yarısı muhtırasından başlayalım. Muhtıranın etkileri sandığa nasıl yansıyacak sizce? Kimilerinin dediği gibi halk askerden ürküp AKP’den uzaklaşacak mı? Yoksa bir diğer kesimin dediği gibi bu mağduriyet AKP’nin oyunu mu artıracak?
Bugünkü durumda, AKP’nin oyları artacak ya da en azından azalmayacak. Ancak kapatılma durumu ortaya çıkarsa, AKP’nin oyları azalır. Çünkü o zaman seçmen 28 Şubat sonrasındaki gibi davranır. 28 Şubat’ta Refah Partisi kapatıldı ve onun devamı olan Fazilet Partisi’ne seçimde yeterince oy çıkmadı. Çünkü seçmen, ‘Bu partiye niye oy verelim ki? Bu parti askeri yönetemiyor. Askerle didişiyor ve sonra da parti kapanıyor’ diye düşündü.
*AKP, askerin muhtırasına sert bir cevap verdi. Bu cevap seçmeni nasıl etkiler?
Seçmen bu parti sağlam diye düşünür ama... Ben askerin geri adım atacağını düşünmüyorum. Cumhurbaşkanlığı seçim süreci gene aynı yola girerse, askerden tekrar muhtıra gelir, Belki daha fazlası olur. Darbe olmayabilir ama darbeden daha kötüsü olabilir.
*Darbeden kötüsü ne olabilir?
Genç subayların ayaklanması olabilir. 1960 darbesi genç subayların ayaklanmasıyla geldi. Harbiye öğrencileri Genelkurmay Başkanı’nı öldürmek için otomatik silahlarla evinin kapısına dayandı. 1960-63 arasında genç subay darbe girişimlerini yaşadığımız için, bunun, emir komuta zinciri içinde yapılmış bir darbeden çok daha kötü olduğunu biliyoruz biz. Askerin son muhtırası da, pek emir komuta zinciri içinde olmuş gibi bir izlenim vermiyor. Muhtıra, Genelkurmay Başkanlığı’nın denetimi dışında bir girişimmiş gibi gözüküyor. Bu, ‘Tekrar 1960-63 dönemine mi dönüyoruz acaba?’ diye başta ordu olmak üzere, hepimizin çok endişe duyması gereken bir gelişme. AKP seçimlerden sonra gene uzlaşma aramadan kendi adayını cumhurbaşkanı seçtirme yoluna girerse aynı kaynaklardan aynı reaksiyon tekrar gelecektir.
*Peki CHP’nin muhtıra yanlısı ve askeri siyasete çeken politikasının seçimdeki etkisi ne olacak?
Mütedeyyin ve muhafazakâr seçmen kitlesi dışındakiler CHP’yi bu gözle görmüyor. Onlar CHP’yi, laikliği, Cumhuriyet’in temel ilkelerini ve devleti koruma endişesiyle hareket eden bir parti olarak görüyorlar. Muhafazakâr kitle ise CHP için, ‘Bu devletin partisi. Halkın partisi değil’ diyor ve onlar sağdaki partilere yöneliyor.
(...)
Oysa halkın daima esas olarak belirttiği sorunlar, işsizlik, enflasyonun yeterince düşmemesi ekonomik istikrara kavuşulamamış olması, yeni bir kriz endişesi gibi iktisadi konulardır. Eğer CHP bunları ve özellikle de işsizliği giderecek çözümleri konuşsaydı, daha fazla oy alırdı. Ama CHP bu konular üzerine çalışmak yerine, laikliğin ve Cumhuriyet’in tehlikeye düştüğünü gösteren bir strateji izliyor.
*Bu strateji, CHP’nin oylarını artırır mı seçimlerde?
Artıracağını düşünüyor. CHP ve AKP, ikisi de ortamı çatışmacı siyasetle kutuplaştırıyorlar. CHP’nin stratejisi özetle şu. Birincisi, AKP’nin bir tehdit olduğunu ortaya koymak. İkincisi, AKP’nin krizi yönetemediğini göstermek. CHP, AKP sayesinde her ikisinde de başarılı oldu gibi gözüküyor. Aslında AKP’nin CHP’yle uzlaşma araması gerekmiyordu. DYP ve ANAP’la da uzlaşabilirdi. Eğer AKP uzlaşma aradığını gösterebilseydi, CHP’nin oyununu bozardı. Fakat o, ‘Bende çoğunluk var. Ben çoğunlukla yönetirim’ diyen bir parti imajı çizdi ve CHP’nin stratejisine tam uyan bir noktaya geldi. Krizi yönetemeyen bir parti görüntüsünü ortaya koydu.
(...)
*Türkiye’nin birçok şehrinde meydanları dolduran AKP karşıtı milyonlarca insanın tepkisi sandığa nasıl yansıyacak?
Bu ülkede 40 küsur milyon seçmen var. Meydanlarda ise iki milyon kişi toplanıyor. Seçmenin yüzde 5’i bu. Yüzde 5 hiçbir şey ifade etmiyor. Yüzde 10’luk barajı bile geçmiyor. Bu seçmen muhtemelen AKP’ye oy vermeyecek ama bunların oyunun tamamı da tek bir partiye gitmeyecek. Çağlayan’daki mitinge gittim. Orada MHP’liler, ÖDP’liler de vardı.
Radikal, 14.5.2007
|
Konuşan: Neşe DÜZEL
15.05.2007
|
|
|
Seçimler olmasa demokrasi ne güzel idare edilir |
Galatasaraylı Erdoğan ağabeyim meseleyi özetledi, noktayı da koydu, lafı bitirdi. YÖK başkanı Profesör Erdoğan Teziç canım...
Geçen gün dedi ki, “sadece iktidarı değil, devlet iktidarını ele geçirmek istiyorlar”...
Haklıdır, çünkü bizde iki iktidar vardır. Bir, bildiğiniz hükümet... İki, bilmediğiniz hükümet, yani devlet.
İşte böylece, bu ülkede dışişleri bakanının eşinin başı bağlı olabilir, başbakanın eşinin başı bağlı olabilir, meclis başkanının eşinin başı bağlı olabilir, fakat cumhurbaşkanının eşinin başı bağlı olamaz. Bu tuhaflık Türkiye’ye özgüdür.
Bu iki iktidar tek elde toplanırsa, Zülfü Livaneli’nin dediği gibi, antidemokratik bir durum ortaya çıkar... Pardon... Bayar ile Menderes, ya da Gül ile Erdoğan ikilisi cumhurbaşkanlığını ve başbakanlığı paylaşırsa öyle olur da, Atatürk ile İnönü aynı şeyi yaparlarsa bu son derece demokratiktir... Neden öyledir? Çünkü öyledir.
Bildiğiniz hükümet, ekonomi, sağlık, ulaştırma falan gibi çarçur işlere bakar, devlet de laiklik, PKK falan gibi önemli işlere. Bu, yalnızca Türkiye’ye özgü bir modeldir.
Böyle bir modele Avrupa’da yer yoktur.
(...)
Fakat onlar yalnız “ya Avrupa’ya girersek” diye korkmuyorlar, “ya halk iktidara gelirse” diye de korkuyorlar. “İkinci” iktidara yani...
Bu nedenle her türlü soytarılığı göze aldılar, önce erken seçim istiyorlar sonra kaçmaya bakıyorlar ve cumhurbaşkanını halkın seçmesine asla taraftar değiller. Bunu, adı “halk partisi” olan partinin başkanı da açık açık söylemekten utanmıyor.
Çünkü demokrasi, halka bırakılamayacak kadar önemli bir meseledir!
Fakat “ulema arasında ihtilaf” da burada başlıyor: Acaba halk, cahil ve aptal olduğu için mi hep karşıdevrimcilere oy vermektedir?
Çünkü Atatürk “Türk milleti çalışkandır, zekidir” demiştir ve bir Atatürkçü buna ters düşerse çarpılır, ağzı bir yana burnu bir yana gider.
Öyleyse, aslında çalışkan ve zeki olan bu halk, kandırılmaktadır!
Eğitim şarttır... Kaçak mısır cipsi üretenlere de, halka da... Halk bir eğitilse uyanacak, oylarını bürokrasiye yağdıracaktır. Kendi temsilcilerine oy verecek kadar şaşkın kalmayacaktır.Köy Enstitüleri, Halkevleri falan hep bu amaçla kurulmuştur ama halk bunların kıymetini bilememiştir... Köyünde kalması istenen enstitü mezunu ilk fırsatta kapağı büyük şehire atmış, Ecevit’in büyük fedakârlıklarla kurduğu örnek Köykent’ten Ecevit’e bir tek oy çıkmamıştır!
Demek ki mektepler olmasa maarif, seçimler olmasa demokrasi ne güzel idare edilecektir!...
Profesör Erdoğan Teziç, “milli mücadeleden beri gelen sistem cumhurbaşkanının tarafsızlığına dayanır” diyor. “Partili cumhurbaşkanı” olmazmış, olmamalıymış. Gerçekten de, Atatürk olsun, İnönü olsun, Bayar olsun, Özal olsun, Demirel olsun, çok tarafsız kişilerdi. O kadar tarafsız kişilerdi ki, hiçbiri bir partinin genel başkanı falan değildi!
Cumhurbaşkanı dediğin Gürsel gibi, Sunay gibi, Korutürk gibi, Sezer gibi memur olursa bu iş tadından yenmezdi... Ama halk saçmalıyor, halkın temsilcileri memur olmayan birini cumhurbaşkanı yapmaya kalkıyorlardı, bu ne cüretti? Cumhurbaşkanını ne halk kendisi doğrudan seçebilirdi, ne de onun temsilcileri dolaylı olarak...
Teziç, “başkanı halka seçtiren Latin Amerika ülkelerinin askeri darbelerden başlarını kaldıramadıklarını” da hatırlatıyor. Oysa Türkiye, asla halkın seçmediği devlet başkanlarıyla 1620, 1730, 1807, 1876, 1908, 1913, 1960, 1971, 1980, 1997 ve 2007 yıllarında başını pekâlâ da kaldırmıştır! Biz görmedik, bilmeyiz öyle darbe marbe canım, tevatür bunlar... Burası muz cumhuriyeti mi?
Akşam, 14.5.2007
|
Engin ARDIÇ
15.05.2007
|
|
|
Demek bu ülkenin barışa ihtiyacı yokmuş! |
Son zamanlarda olup bitenlere baktığımızda ve daha da olup bitecekleri düşündüğümüzde, demokrasi ipine tutunmaktan başla çıkış yolu olmayanların kendi kuyularını kazmak için her türlü melaneti deneyenlerle aynı hedefler içinde olduğunu görünce bazı şeylere inancınız kalmıyor.
Başlığa çıkan böyle bir laf ağzınızdan dökülüyor..
Bu ortamdan tek çıkış yolu demokratik ilkelere sarılmak olan AKP’nin, kendisini siyasi hayattan silmek için ittifak yapan muhtıracı partilerle birlikte, zaten pamuk ipliğine bağlı ülkedeki iç barışı daha da tehlikeye atacak bir kararı Meclis’ten geçirmiş olmasına inanasımız gelmiyor.
AKP, milli iradenin özgürce tecelli etmesini sağlamak ve böylece demokratik zemini yaygınlaştırmak adına yüzde 10 seçim barajını makul seviyelere çekmeye çalışacağına, bağımsız adayların Meclis’e girmesini zorlaştıracak bir yasa için bu demokrasi karşıtı cephe ile işbirliğine gidebiliyor.
Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) seçimlere yüzde 10 ülke barajını aşmak için bağımsız adaylarla gireceğini açıklamasından sonra, bağımsız adayların birleşik oy pusulasında yer almasını öngören Anayasa değişikliğinin, 36’ya karşı 407 oyla kabul edilmesini sağlıyabiliyor.
Böylece, Kürtlerin ya da bağımsız diğer muhaliflerin Meclis dışında kalmaları ya da yeterince temsil edilememelerinin yolunu açarak, çıkaracağı sandalyelerin sayısının düşmesini engelleyebileceğini sanıyor.
AKP yöneticileri seçim sistemindeki adaletsizlik sayesinde kendilerine oy vermeyen seçmenlere ait her sandalyenin aslında milli iradenin sakatlanmasına neden olduğunun herhalde farkında olmalılar.
Üstelik, mutlaka bunun ne gibi vahim sakıncalar içerdiğini de biliyorlar olmalılar ama, yine de haketmeden kazandıkları bu sandalyeleri ellerinden kaçırmamak adına muhtıracı partilerle antidemokratik bir zeminde buluşabildiklerine göre, bu gibi kriterlere pek fazla önem vermedikleri söylenebilir.
AKP’liler buna ‘siyaset yapmak’ diyorlarsa, fena halde yanıldıklarını görmek için fazla beklememiz gerekmeyecek.
Bu ülkede iktidar gücünü ellerinden kaçırmamak adına adeta seferberlik ilan eden bürokratik güçler ve onların harekete geçirdiği bazı kesimlerin bu mücadeleyi AKP üzerinden yaptığıni artık herkes biliyor.
AKP’nin, cumhuriyetin temel ilkelerini aşındırdığı, bir din devletinin kurulması için sinsice faaliyet gösterdiği söylenerek ve devlet içinde kadrolaştığı iddia ediliyor.
Bu iddiaya dayanarak da AKP’yi devlet yönetiminden ve siyasi hayattan tasfiye etmeye yönelik bir plan bürokrasi eliyle yürütülüyor.
Bu plana karşı AKP’nin yapması gerekenler beni fazla ilgilendirmiyor.
Beni, ülkemizin bu iddialar gerekçe gösterilerek adım adım demokrasinin dışlanacağı bir gerginlik, hatta savaş sürecine doğru tehlikeli bir şekilde gidiyor oluşu ilgilendiriyor.
Bu gidişatın Silahlı Kuvvetler’in 27 Nisan gece yarısında yayınladığı yasa dışı muhtırayla başladığı da malum.
Buna karşı iktidarın yaptığı tek şey, müeyyidesi olmayan göstermelik bir karşı bildiriyle Silahlı Kuvvetler’i eleştirmek oldu.
Düşünün, bir yönetim kendisini Anayasa’yı açıkça ihlal ederek ağır biçimde tehdit eden emrindeki bir güce karşı bir bildiri yayınlayıp, “Güç bende, yasal olarak bana bağlısınız” diyor, ama bu ağır ihlal karşısında yasaları harekete geçiremiyor.
Üstelik de sadece hiyararşik bir ihlali eleştiriyor gibi duruyor. Muhtırada yer alan tehditlerin aslında demokrasiye yöneldiğine, iç barışı tehlikeye sokabilecek vahim ihlaller de içerdiğine ilişkin hiçbir karşı çıkışı yok.
Öyle anlaşılıyor ki demokrasi kimsenin derdi değil.
AKP gibi, antidemokratik tehditlerin ve tertiplerin muhatabı olan ve siyasi hayatı bitirilmek istenen bir siyasi partinin bile demokrasiye ihtiyacı yoksa, söylenecek söz yok.
Bu son antidemokratik icraat konusunda şimdi AKP yöneticilerine sormak gerekir:
Bu, ülke barışını yoketmeye yönelik işbirliğinde Kürtlerin ve bazı muhaliflerin Meclis’e girmemesinin doğrucağı sakıncalar mı daha önemli, hakedilmeyen, aslında başka partilere ait olan sandalyeler mi?
Üstelik de Meclis’te muhalefet olacak demokrasi karşıtı bürokratik cephenin yanında demokrasiyi savunacak bir grubun olması niçin AKP’yi rahatsız ediyor acaba?
AKP bunu yapacağına milletvekili sayısının azalmaması için kuyusunu kazmaya çalışan partilerle siyasi mücadeleye girip onları yenilgiye uğratmaya çalışmalı.
Bunun yolu ise o partilerle benzeşmek değil demokratik değerlere sarılmaktan geçiyor.
Ama maalesef AKP’nin son icraatına baktığımızda yukardaki başlığı ister istemez tekrarlamak zorunda kalıyoruz.
“Demek bu ülkenin barışa ihtiyacı yokmuş”
Yeni Şafak, 14.5.2007
|
Koray DÜZGÖREN
15.05.2007
|
|
|
Sistem irticaya mahkûm |
Önem ve öncelik sıralaması zaman içerisinde değişkenlik göstermekle birlikte Türkiye’de irtica tehdidi her zaman olmuştur ve olmaya da devam edecektir.’
Ayrıca şu noktaları da hesaba katınız: Türkiye’nin rejimi bir demokrasidir, ama öyle bir ‘demokrasi’ ki bu, dinin ‘toplumsal bir güç’ olmasını, din kurallarının ‘toplumsal yaşamda’ bile yer tutmasını önleyecek, sadece hukuku değil ama eğitim ve hatta kültürü de dinden büsbütün arındıracak ve ‘dine dayalı düşünce ve akımlar’ın devlete ‘etki etmesi’ni bile engelleyecek bir demokrasi....
Şimdi düşününüz: Türkiye’nin cari sisteminin karakteristiğini ve onun neden bir demokrasi olamayacağını bundan daha iyi anlatan bir açıklama olabilir mi?...
Evet, gerçekten de böyle bir rejimde, tabiatı icabı, her zaman ‘irtica’ olacaktır. Çünkü, dinin toplum hayatındaki yerine ilişkin olarak yapılan bu açıklamanın hayatla, insani varoluşun gerçekleriyle hiç bir ilgisi yoktur. Gerçeklerden kopuk böyle bir din-toplum ilişkisi anlayışına sahipseniz, hayatla ilgisini bir şekilde devam ettiren dinin varlığını otomatik olarak ‘laiklik karşıtlığı’ veya ‘irtica’ olarak görmeniz gayet doğal olur. Çünkü, bu anlayış insan hayatında dine neredeyse hiç yer tanımıyor.
Heyhat, dünyanın hiç bir uygar ülkesinde ne böyle bir din ve laiklik anlayışı var ne de böyle dini vicdanlara kıstırmış bir demokrasi!...
Türkiye’de ‘irtica tehdidi’nin sadece var olduğu değil, aynı zamanda ‘var olmaya devam edeceği’ne ilişkin vurgu da rejimin özelliği bakımından çok önemli. Bu şu demek: Rejim ‘irtica’ korkusunu canlı tutmaya hep devam edecektir. Çünkü, sistemin devamı önemli ölçüde buna bağlıdır. Zaten sistemin değişmezliği ancak ‘düşman’ imajını canlı tutmakla mümkündür. Sistemin baş düşman da ‘irtica olduğuna göre...
‘Düşman’ korkusu olmasa, ülkede hiç bir şeyin ‘sonsuza kadar’ öylece değişmeden kalmasına insanları nasıl ikna edeceksiniz?... Çok açık ki, insanları özgürlüksüzlüğe ancak güvenlik korkusuyla razı edebilirsiniz.
Ayrıca, ‘irtica tehdidi’ni sürekli canlı tutmaya, halihazırdaki Şarkvari laikliğe itiraz edilmemesini sağlamak için de mecbursunuz. ‘Bizim bu oryantal laiklikten başka çaremiz yok, baksanıza irtica almış başını gidiyor!’. Eh, irtica çok büyük bir tehlike olduğuna göre, sadece ‘çağdaşlar’ın -’irticacı olmayanların- hukukunu gözeten bir rejime de razı olmamız gerekir. Demokrasi olacağız diye ‘başıbozukluğa müsaade edilmesi’ni herhalde bekleyemezsiniz.
Şu halde, ‘irtica tehdidi’ Türkiye’de iktidar mücadelesinin bir aracı olduğu için hiç bitmeyecek ve bitmesine de asla izin verilmeyecektir. Biter gibi olsa da imal edilecektir. Bitmesine izin verilmeyecektir, çünkü, Allah göstermesin, ‘irtica’ biterse demokrasi ve özgürlük gelebilir!
Nitekim Türkiye’de son yüz yıldır hep böyle oldu. İrticanın varlığının ‘kanıtları’ sürekli değişti, ama o hep varlığını korudu. Kimi zaman İttihatçılara muhalefet, kimi zaman din öğretimi, kimi zaman ezanın orijinal dilinde okunması, kimi zaman takunya, kimi zaman Cuma namazı oldu kanıt, şimdilerde ise başörtüsü...
Bu mücadele, statükodan yana olan güçlerin demokratik değişimciler karşısındaki avantajlı konumlarını muhafaza etme mücadelesidir. Paradoksal gibi görünse de, ‘irtica tehdidi’ söylemi Türkiye’de siyasi gericiliğin en önemli silahıdır. ‘İrtica tehdidi’ sayesinde, demokrasi oyunundaki başlıca oyunculardan birini -daha şanslı görüneni- diskalifiye etmek her zaman mümkün olduğuna göre, statüko güçleri bu silahı neden bıraksınlar ki?...
Kısaca, sistem ‘irtica’ya mahkumdur.
Star, 14.5.2007
|
Mustafa ERDOĞAN
15.05.2007
|
|
|
|